21 Mart 2020 tarihli “Küresel tehditler paradigmasından Hobbes’in doğa durumuna” başlıklı makalemde “İnsan, birbirinin kurdu olduğu tabii halden kurtulmak ve ortak bir güvenlik sağlamak için kendi kuvvet kullanma hakkını sözleşmeyle bir otoriteye devretmiş ve böylece devletin kurulma zarureti ortaya çıkmış ve devletin devamlılığını ise bir toplumsal sözleşmeyle mümkün hale getirmiştir” diye belirtmiştim.
Bu toplum sözleşmesi ile erkin tek bir elde toplanması sağlanmış olur. Böylece herkesin temel haklarını koruyarak “Her şey üstündeki hakkını krala devretmek üzere sözleşme yapmasını ve kralın da bu sözleşmeyi, sözleşmeyle sahip olacağı mutlak erkle korumasını sağlar. Hobbes, bir materyalist olarak “Kılıçsız sözleşme olmaz” der.
Devletin temel görevinin ahlak ve adalet düzenlerini sağlamak olduğunu savunmuş ve bunları sağlamada erkin sınırsız olduğundan bahsetmiştir.
Peki Türkiye’de böyle bir toplumsal sözleşme var mı, vardıysa eser kaldı mı?
(MIT) öğretim üyesi Prof. Daron Acemoğlu, 10 Haziran 2020’deki açıklamasında yeni tip koronavirüs salgınının ekonomi ve sistemlerde çok derin etkileri olacağını vurguluyor ve insanlığın önünde 4 senaryonun bulunduğunu belirtiyor.
Bu 4 senaryoyu Türkiye özgülünde incelersek:
1’nci senaryo: Karl Marx’ın anlatımıyla “İşlemeyen mevcut dengelerin tekrar edişi.”
Başarısız olan kurumlarımızda reform yapmak ve bazı yerlere özgü hale gelen ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri ele almak için ciddi bir çaba göstermiyoruz. Karar alma sürecinde uzmanlara ve bilime söz vermemeye devam ediyor ya da ekonomik, politik ve sosyal sistemlerimizin esnekliğini artırmak için gerekli adımları atmıyoruz. Her geçen gün daha da derinleşen kutuplaşmayı ve halk güveninin çöküşünü kabul ediyoruz.
Bu senaryodaki trajedi kısmı ise demokratik siyasetin dikişleri kopmaya başlar ve muhtemelen bu boşluğu doldurmak için ortaya popülist milliyetçilikten daha kötü bir şey çıkar. Tanıdık geliyor mu?
İkinci olası yol ise, şu an içinde olduğumuz “Hobbesçi” durum için gittikçe artan bir olasılık olan “Çinlik /Çinleşmek toplumun gelişebilmesi için iradesini Leviathan’a sunması gerektiğini savunuyordu. Üst düzey koordinasyona ve liderliğe ihtiyaç duyulan derin belirsizlik dönemlerinde, birçok insanın içgüdüsü Hobbesçi çözümleri işaret eder.
Daha az demokratik yönetim, birçok alanda daha az etkili ve daha keyfi olan bürokratik eylemleri de beraberinde getirebilir.
Üçüncü yol, teknoloji hakimiyeti veya “dijital kölelik”: Koronavirüs krizini yönetmekteki muhteşem başarısızlığı nedeniyle hükümete ve kamu kurumlarına olan güvenin düşmeye devam ettiğini hayal edin.
Bu şirketlerin Koronavirüs testlerinin dağıtımını, dijital takip yöntemlerini ve diğer salgın önlemlerini hükümete oranla daha verimli bir şekilde yönetebilecekleri düşünülebilir.
(Bu senaryonun tutma olasılığı hala belirsiz. V. Tekin)
4ncü Senaryo ise, Yeni ve daha iyi bir refah devleti mümkündür. Ancak bunun kendi başına ve kolayca ortaya çıkacağına inanmak naifliktir. Demokrasiyi ve hesap verebilirliği güçlendirmeye yönelik çabalar, devletin sorumluluklarının genişletilmesi ile birlikte ele alınmalıdır. Doğru dengeyi bulmak en iyi zamanlarda bile zor olur.
Benzersiz bir kutuplaşmanın yaşandığı, demokratik normların çöktüğü ve kurumsal kapasitesinin bozulduğu bir zaman diliminde yenilenmiş ve tekrar düzenlenmiş bir refah devleti kurmak oldukça zor bir görev.
Dünyanın bir salgın tarafından kuşatılması, sistemlerimizin 21. yüzyılın zorluklarına karşı çok kırılgan ve savunmasız olduğu gerçeğini güçlendiriyor.
Yine 21 Mart 2020 tarihli makalemde; “Eline bu kadar güç verilen devletlerin salgın sonrası bundan vazgeçip vazgeçmeyeceği, şimdilik ikincil bir soru. Çünkü devlet, toplumunun şeklini almaya ve onunla pazarlık ederek ilerlemeye devam edecektir.
O yüzden devletin bu güçten vazgeçip vazgeçmeyeceğinden çok; kriz süresince toplumun nasıl dönüştüğüne odaklanmak, sivil toplumu ayakta tutmak ve toplumsal dayanışmaya vurgu yapmak gerekiyor. Bu noktada, özgürlük konusunda hassas muhalif, ortak vatan düşüncesinde olanlar ile sol ve sosyalistlerin yapması gereken, devlet ile bu krizden sonra eşit şartlarda masaya oturabilmek için gerekli sivil ağları örmekten geçiyor.“ diye vurgulamıştım.
Ne yazık ki böyle bir ihtimalde yakın dönemde görülmemekle beraber, bu kesimlerin Korona salgını başlangıcından bugüne verdikleri görüntü toplumun gündelik ihtiyaçlarını karşılamaktan öteye geçmemiş ve AKP/MHP nezdinde günümüzdeki devletin tesirinde utangaç ve geri kalmışlardır.
4’ncü senaryonun hayat bulabilmesi ancak yeni ‘Toplumsal Sözleşme’yle mümkün olabilir ki bu da şimdilik imkansız görünmektedir. Çünkü Toplumsal Muhalefet bırakın sivil ağları örgütlemeyi kafasını dışarıya çıkaracak ne bir perspektife ne cesarete ve de nelerin gelmekte olduğunu görecek öngörüye sahip bulunmamaktadır.
Çünkü AKP/MHP nezdinde Devlet “Vatandaş ve devlet“ denkleminde öylesine derin tahribatlar yaratmış durumdadır ki “Vatandaşlık“ enstrümanını parçalamış durumdalar.
Hobbes ile başlayan sözleşme modelleri; Locke, Kant, Rousseau gibi filozoflarca tartışılarak devlet ile vatandaş arasındaki pozisyonu Kıta Avrupa’sında tartışmaya açtı ve devletin de vatandaşın da sınırlarının da belirlenmesine oldukça yardımcı oldu. Bu filozoflarda toplumsal sözleşme biçimleri her ne kadar farklı araçlar ve amaçları, ahlaki kaideleri veya kaidesizlikleri ihtiva etse de temelde “evrensel etik”ten türeyen “rızaya dayalı sözleşme”cilik vatandaşlığın temel şartlarından birisi oldu. Bu modellemelere göre, her ne kadar kendi içinde farklılıklar olsa da devlet ile vatandaş simetrik bir pazarlık ile asgari bir siyasal dengeyi yaratmak ve onu korumak için bir mutabakata imza atmış kabul edildi. Bu durum devletin meşrutiyetini sağlamakla beraber vatandaşın da devlet karşısında temel taleplerinin hayata geçirilmesini de görece biçimde sağladı.
David Miller gibi düşünürler liberal milliyetçilikten hareketle; “Ait olduğunuz milliyete karşı insanlığa duyduğunuz “evrensel etik”ten daha özel sorumluluklarınız olduğunu düşünüyorsanız, yani “partikülarist etik”ten yanaysanız milliyetçisinizdir” diyor. İşin liberalleri ilgilendiren tarafında ise Miller, bu partikülarist etiğin evrensel etiği ihlal etmediğini, nihayetinde her milliyetin bu partikülarist etiği kullanma hakkının olduğunu da söylüyor. Buraya kadar sorunlar pek göze çarpmıyor. Sorun, bu milliyete duyulan aidiyetin nasıl bir toplumsal sözleşmeye evrileceği ve devletin nasıl bir enstrüman olarak şekilleneceği konusunda düğümleniyor.
Miller, liberallerin temelde evrensel etikten hareketle hazırladıkları “rızaya dayalı sözleşme”ye alternatif bir “milliyete dayalı sözleşme” öneriyor. Vatandaşlık kavramı milliyeti aşan bir kapsayıcılığa sahip olduğundan, bu durum önerilen alternatife bağlı olarak devletin ve vatandaşlığın sınırlarını tabii olarak daraltıyor.
Tamda şu an Türkiye`de başta etnik ve inançsal anlamda Kürtlere ve Azınlıklara, Alevi ve diğer inançlara uygulanan da budur. Türkiye’de yeni Toplum mühendisliği “milliyete ve milli inanca dayalı sözleşme” üzerinden yapılmaktadır.
Dolayısıyla asil hedeflenen Türk milliyetinin anayasal ve kültürel hegemonyası, ulus devletin adeta anayasal tapusunun Türk milliyetine kültürel aidiyetten geçmesi, “milliyete dayalı sözleşme”nin temel amaç olduğunu gözler önüne seriyor. Yani Türk etnisitesine ve inanç Teolojisine ait olmayanların bırakın Kurumsal anlamda yer almasını en sıradan bile olsa haklarının olmadığı ve olmayacağı döneme işaret ediyor.
Buna en iyi örnek ise Dr. Nurettin Aydın’ın açık kaynaklardan hükümet kabinesindeki tüm bakanların, bakan yardımcılarının, bürokrasinin üst kademelerinde yer alan genel müdürlerin, büyükelçilerin, valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin doğum yerlerine bakarak kitaplaştırdığı ‘Devlet Kademelerinde Kürtler’ Mayıs 2020 kitabına bakmanızı öneririm.
Veriler Mayıs 2020 ayına ait ve güncel. Kabinedeki 16 Bakandan bırakın Kürt olmasını Alevi inancından bile bir kişi yok. Trajik yani ise 54 Bakan yardımcılarında ve Devlet bürokrasisinin en önemli kurumlarının 144 genel müdürlerinde bile Kürt veya Alevi veya diğer Azınlık ve inançta olanlarda yok.
115 büyükelçi içinde, 81 ilin valilerinin içinde 6`sı hariç (ki onlarında Kürt olup olmadığı belli değil) 922 kaymakamdan ise 9`u hariç, 81 ilin emniyet müdürlüklerinden ulaşabildiği 71 emniyet müdürünün içinde gerek Kürt kökenli ve gerekse alevi inançlı bir kişinin olmadığı belgelenmiş durumda.
Sonuç olarak yeni döneme yerli Türk ve milli Türk bir yapılaşmayla girilmiş durumda.
Çünkü yeni döneme hazırlık içeride ve dışarıda böyle bir kurumsallaşmayı dayatmaktadır. Kendi etnisitesi ve siyasal aidiyeti dışında hiç kimseye güvenmediği gibi yaşam hakkı da tanımamaktadır.
Tüm bunların yanında dışta gelişen Siyasal gelişmeler savaş olasılığını hiçte yabana atmayacak türden olduğunu gösteriyor.
Meclisin açılmasıyla kabul edilen Bekçiler yasası resmi yeni paramiliter güçlerin yapılandırılmasını sağlarken, sırada baroları ve meslek odalarını etkisizleştirecek yasal değişiklikler var.
Değiştirilmesi hazırlığı yapılan yeni secim ve partiler yasası ve oluşturulacak yeni kabine, içte ve dışta savaş hazırlığından başka bir şey değildir.
HDP`nin eş genel başkanları için yapmadığı yürüyüş mü gidişatı değiştirecek?
Sözüm yine HDP`ye olacak, 23 Nisan 2020’de Mithat Sancar’ın tarihi igdiş ederek yaptığı konuşmaya atfen, rızaya dayalı sözleşmeyle kurulduğunu sandığınız devlet “vatandaş”ı olarak siyasal tercihinizden bağımsız biçimde “kamusal yarar”dan eşit biçimde rol almayı bekleye durun.
Siyasal aidiyetin vatandaşlık ile eşitlendiği ve bunun bir devlet geleneği haline geldiği ülkede, muhalif bir akademisyenken cezaevine, muhalif bir sivil toplum aktivistiyken teröristliğe kadar geniş ve görkemli sürgünler sizi bekliyor…
Siz hala seçim ittifaklarına ne kadar açık olduğunuzu göstermekle ve seçimlerin erken mi geç mi olacak diye mi tartışıyorsunuz?
Tsunamiler dönemi başlamış durumda…
Veysel Tekin
veyseltekin@sonhaber.ch