Sinan Dervişoğlu
Bu sene 1 Mayıs 2025’te TİP’in ikinci kuruluşunun 50. yıldönümünü de kutlamış olduk. İkinci TİP deneyi bu yıldönümü dolayısıyla Birinci TİP’ten (1961-71) ayrı ele alınmayı hak etmektedir. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, içinde değişik akım ve grupların olduğu ve bu kodlar etrafında çalışmasını sürdüren birinci TİP’in aksine İkinci TİP, legal planda da olsa mümkün olduğu kadar geleneksel bir Komünist partisinin kodları (merkezi çizginin tartışmasız belirleyiciliği, merkezi disiplin, ortak bir teorik-ideolojik kavrayış olan uluslararası Komünist hareketin çizgisini bütün olarak benimseme, tabanda sınıf içinde kurulmuş mevzilere dayanan bir örgütlülük…) üzerine kurulmuş ve bu yönleriyle birinci TİP’ten ayrılmıştır. İkinci sebep ise daha günceldir. Birinci TİP’in aksine İkinci TİP’in aktif kadrolarının bir kısmı hala sağdır ve şu veya bu ölçüde değişik mecralarda da olsa siyasi aktifliklerini ya da iddialarını sürdürmektedir ve bu önemli tarihsel deneyin tecrübelerini, bu 50.yıl vesilesiyle bugün öne çıkan genç kuşaklara aktarma, bir muhasebe yapmak göreviyle karşı karşıyadır.
“Deneyleri aktarmak” ya da “muhasebe yapmak” elbette iki boyutu, bir yandan o hareketin Türkiye sosyalist ve işçi hareketine kattığı pozitif değerleri tanımlamayı ve bilince çıkarmayı, diğer yandan da bugün ders alınabilecek hataları ortaya koymayı, yani bir eleştiri-özeleştiriyi içermek durumundadır. Ancak “eleştiri” dediğimizde hassas bir yaklaşımı da ilke olarak tanımlamak gerekir.
“Eleştiri” demek, o dönem yaşanan (ve yanlış bulunan) tavır ya da adımları bir “suçlama” furyasına çevirmekten, “parmakla işaret etmekten”, ya da “XX şahsı bizi sattı” ya da “AA ve BB partiyi batırdı” türü yargılardan özenle kaçınmak demektir. Yapılan (ve hata olduğu düşünülen) adımlar bu satırların yazarı dahil o dönemi yaşamış kadroların tümüne şu veya bu ölçüde aittir (zira “sen niye karşı çıkmadın” diye sorulabilir) ve bir dönemin örgütlenme-siyaset yapma-mücadele etme kodlarının ürünü olup o döneme ait “zamanın ruhu”nun izlerini taşımaktadır. Bu açıdan bu yazıda birer ders olarak gündeme getireceğimiz eleştiriler için bir “saygı” ifadesini baştan koymak durumundayız. Başta Türkiye sosyalist hareketinin gururu olan Behice Boran’a, Boran yoldaşa; dahası ben daha doğmuş bile değilken bir TKP militanı olarak düzenin hapishanelerinde bedel ödeyen ve ömrünün son demlerinde TÜSTAV’da birlikte çalışma onuruna kavuştuğum sevgili Nihat Sargın’a, ve sonradan aramızda çıkan fikir ayrılıkları ne olursa olsun, çiçeği burnunda bir militan olarak girdiğim TİP ve Genç Öncü’de bize sosyalist mücadelenin temel değerlerini aktaran tüm yönetici ağabeylerimize ve birlikte kavga verdiğimiz tüm yoldaşlarıma hala yitirmediğim saygımı burada baştan ifade etmek isterim. Artılarımızı ve eksilerimizi birlikte değerlendirelim, hatalarımızı birlikte eleştirelim ve genç kuşaklara çıkardığımız dersleri aktaralım. Bu yazının amacı budur.
ORHAN SİLİER’İN KİTABI VE OLUŞAN TARTIŞMALAR
İkinci TİP’e ilişkin belli sayıda anı ve yazı olmakla birlikte o döneme yönelik en derli toplu ve özenli çalışmayı, o dönem birlikte çalıştığım ve hala büyük bir saygı duyduğum sevgili Orhan Silier, TÜSTAV yayınlarından çıkan kitabı ile sundu1. Büyük bir emeği, çok sayıda incelenmiş dokümanı ve tanıklığı içeren bu değerli çalışma ne yazık ki hak ettiği değeri bulamadı. Kitabın adı “TİP’in Dağılmasının 1979-80 aşaması” idi ve bizzat bu ad üzerinde ciddi bir gerilim doğdu. Halen yaşayan bir dizi ikinci TİP yöneticisi ve kadrosu “dağılma süreci” başlığına şiddetle itiraz ettiler. Gerekçe şuydu: “TİP başlıkta söylendiği gibi dağılmadı, 1988’e kadar örgütsel bir yapı olarak varlığını sürdürdü ve 1988’de TKP ile birleşip TBKP’yi oluşturmak üzere kendi varlığına kendi iradesi ile son verdi. “Dağılma” ifadesi o dönem TİP’te çalışan yönetici ve kadroların emeğini ve duruşunu hiçe saymaktadır”. Bu tepkiyi İkinci TİP’te benim de uzun süre birlikle çalıştığım Abdurrahman Atalay, Mustafa Atalay, Umur Coşkun, Nezih Kazankaya, Neşet Kocabıyıkoğlu ve diğer bazı arkadaşlar gösterdiler. Bu arkadaşların (aramızdaki ayrılıklar ne olursa olsun) bugün hala sosyalizme ve İkinci TİP’in değerlerine olan bağlılığına inanıyorum, bunu sorgulamıyorum.
Ancak kitabın ismine yapılan eleştiri bu noktada kalsaydı mazur görülebilirdi. Gerçekten de “TİP’in dağılması” tespiti, herkesçe kabul edilir bir tespit değil, bir aşamada TİP’in dışına düşmüş bir kadro veya kadroların öznel tespiti olarak algılanabilir ve “resmi olarak 1988 kongresine kadar TİP varlığını sürdürdü” tespitine yapılabilecek kesin ve ikna edici bir itiraz yoktur. Kanımca sevgili Orhan Silier’in bu değerli çalışmasının başlığı “TİP’teki Tartışmalar” veya (kendi koyduğu deyimle) “1979 Sonrası TİP’te Devrimci Muhalefet” olsaydı, bu türde sübjektif, hatta duygusal bir tepki fırtınası içinde yıpranma ve unutulmaya mahkûm edilme riskinden daha rahat kurtulabilirdi.
Buna karşılık, gösterilen tepkilerin son derece yanlış ve değerlerimize ters bir noktaya savrulduğu da ortadadır. İtirazı yapan arkadaşlar bu başlığa tepki sonucunda “TÜSTAV’ın bu kitabı basmaması, hatta piyasadan toplaması” gibi öneriler getirdiler; uzun bir süre TÜSTAV yönetimine bu konuda baskı yaptılar. Hayatı boyunca sansür ve baskıya, ifade özgürlüğüne getirilen sınırlamalara, fikirlerin bastırılmasına karşı mücadele etmiş sosyalistlerin, kendi içlerinden çıkan birine ve onun kitabına karşı “sansür ve kitap toplatma” önerisiyle karşı çıkmalarının ne kadar itici ve çarpık bir tavır olduğunu anlatmaya dahi gerek yoktur. Bu arkadaşlar, ismi eleştirmekle birlikte kitabın içeriğine odaklanmalı ve oradaki son derece önemli olgu ve tespitlerin doğruluğu veya yanlışlığı üzerinden bir tartışma sürdürmeliydi. Bu “aforoz ve sansür” tavrı, kitabın içerdiği değerli bilgi ve tespitlerin TİP camiasında ve Türkiye solunda hak ettiği ilgiyi (ve yaratacağı faydayı) baştan engellemiştir.
Öte yandan “dağılma” terimi üzerinde de durmak gerekir. Burada kastedilen “TİP’in bütünselliğini yitirerek un ufak olması ve ortadan kalkması” ise elbette (bu arkadaşların da söylediği gibi) bu doğru olmayabilir. Ancak “dağılma”dan kastedilen “TİP’ten büyük blokların kopması, TİP’in gücünü ve 80 öncesi kadro potansiyelini yitirmesi, gittikçe küçüldükten sonra kendi varlığına son vermesi ise” bu terim maalesef yanlış değildir. Kitapta da anlatıldığı gibi süreç içinde önce Yalçın Küçük ve onunla ayrılan “Sosyalist İktidar” ekibi, daha sonra ayrılan ve önemli yöneticileri içeren (Silier’in “Devrimci Muhalefet” adını verdiği) ekip, 1980 sonrasında içinde bulunduğum ve önemli sayıda gençlik kadrosunu toplayan “Genç Partizan” ve “İktidar Yolu” ekibi, gene 80 sonrasında tasfiye edilen Doğan Özgüden’in “Demokrasi İçin Birlik” ekibi, bütün bu kopmalar alt alta konulduğunda 1988’de kendi iradesiyle kendini fesheden TİP’in büyük ölçüde ufalması, daralması, 80 öncesindeki güç ve iddiasını önemli ölçüde yitirdikten sonra kendi varlığına son vermesi olgusuyla karşı karşıyayız. Dağılma deyimi “un ufak olma” olarak değil de büyük parçaların koparak TİP’in güç ve iddiasının azalması olarak ele alındığında bir anlam taşıyabilir.
Başlığa ve onun etrafındaki tartışmalara takılmadan, kitabın içeriğini ve sergilediği olguların değerlendirmesini yapmak hepimizin görevidir. Ancak buna girişmeden önce geleneğimizin pozitif yanlarını bilince çıkarmamız şarttır.
İKİNCİ TİP’İN KATTIĞI DEĞERLER
En önemli değer (o dönemki TKP’de de var olan) “işçi sınıfı” vurgusudur. Parti işçileri kapsamalı, işçilerden kadro çıkarmalı, siyasi bilinçli işçiler tarafından yönetilmelidir. Şu gerçek, bugün hala öne çıkarılması gereken bir değerdir: TİP, yönetici kademelerinin ve kurullarının işçileri kapsaması, işçileri öne çıkarması için hep bilinçli bir çaba harcadı. Bugün üyesi olduğum yeni TİP’te de verdiğim eğitimlerde gururla vurguladığım gibi, İstanbul İl Başkanımız bir metalurji işçisi olan (yakında kaybettiğimiz) sevgili Selim Mahmutoğlu idi. Ankara İl başkanımız bir tornacı, Eğitim ve Bilim Bürosu başkanımız bir elektrikçi, benim üyesi olduğum Gaziosmanpaşa İlçe başkanı bir cam işçisi, Eyüp ilçe başkanımız bir metal işçisi idi, Beykoz ilçe yönetim kurulu ise neredeyse tümüyle cam işçilerinden oluşuyordu. Bugün sosyalist örgütlerde haklı bir sebeple, kadınları sosyalist mücadelenin bilinçli özneleri haline getirmek için uygulanan “kadın kotasının” bir benzerini ikinci TİP fiilen işçiler için uyguladı; sürekli olarak onları yönetim organlarında öne çıkardı.
Bunun tüm bir militan kuşağın yetişmesinde ne denli değerli bir katkı yaptığı bugün daha açıkça görülebilir. Ben Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi iken ilçe başkanım ve sekreterim (muhtemelen ilk veya ortaokul mezunu) birer işçi idi; ancak onlarla sabaha kadar sürdürdüğüm sohbetlerde işçi sınıfının iç dünyasını, değerlerini, düşünce tarzını anlama fırsatım oldu. Bir grev deneylerini bana anlattıklarında bir grevin nasıl iğneyle kuyu kazarcasına örgütlendiğini, ne kadar zorluk içerdiğini, başta ne denli gizli çalışmak zorunda kaldıklarını, tarafsızları ikna etmek için ne denli yoğun çaba harcadıklarını, patronun casuslarına bilgi sızdırmamak için ne denli dikkatli davrandıklarını, grev başlayınca nasıl bir kollektif disiplin ve fedakârlık gösterdiklerini, ve elde edilen başarı ile nasıl kollektif bilinci ve özgüvenin arttığını bana anlattılar, ve “sınıf mücadelesi” gerçeğinin pratikte ne olduğunu, neye benzediğini ben o arkadaşlarımdan öğrendim. Açıkça bu ve sonradan TİP’te beraber olduğum işçi yoldaşlardan öğrendiklerimi bana hiçbir Marksist klasik veremezdi, o klasiklerden elde edilen bilgi, bu bilgiyle birleşmeden bir siyasi duruş ve kararlılık asla doğamazdı.
Sonuç da ortadadır: TİP dahil tüm sosyalist hareketler süreç içinde çok fire verdi, çok yol arkadaşımızın safları terk ettiğini gördük, ancak o dönemin işçi üyelerinin ve işçilerle birlikte olmuş aydın üyelerinin çoğu hala siyasi iddialarını ve sosyalizme inançlarını sürdürmeye devam ediyorlar.
O günden bugüne elbette işçi sınıfının birleşimi değişti ve genişledi. Bugün eskiden “beyaz yaka” diye tabir ettiğimiz eğitimli emekçiler neoliberal politikalar sonucu sefalet ücretlerine ve baskıya maruz bırakılır hale geldiler, bugün onlar da işçi sınıf mücadelesinin diri bir kesimi temsil ediyorlar. Ancak bir yandan teorik bilgi aktarımına daha elverişli olan bu kesimlerin öne çıkması, öte yandan 12 Eylül faşizminin solu mavi yakalılardan ayırmak için sarfettiği yoğun çabalar, sosyalist örgütlerde “en alttakilerin”, yani mavi yakalı ve üretim sektöründe çalışan işçilerin fiilen ikinci plana düşmesine sebep oldu. İşçi sınıfı bugün elbette ki sadece imalat sektörü işçilerinden ibaret değildir; ancak hala ciddi bir güç ve kitle oluşturan bu kesimle sosyalist örgütlerin arasında açılan makası kapatmak bir görevdir ve İkinci TİP’in değerleri bize bu konuda hala ışık tutmaktadır.
Diğer bir değer de parti ruhu ve disiplindir. TİP kendini “hareket, siyaset, dergi çevresi, grup..vs” diye tanımlayan ve “partileşme uzun bir süreçte olacak” diyen yaklaşımlara itibar etmedi; en baştan kendini programı ve çalışma ilkeleri belirli bir parti olarak tanımladı; bizler de o kültür içinde yetiştik. Her zaman kendimizi binlerce insandan oluşan bir bütünün parçası olarak hissettik; bireyselliğimizi ve egomuzu bu bütünselliği koruma adına törpülemeyi başardık, bize bu öğretildi. Bu yaklaşımın yer yer merkeze itaat etmekten başka değeri olmayan pasif ve tek yönlü unsurlar yetiştirdiği doğrudur; ancak gene bu yaklaşımın yarattığı disiplin ve fedakârlık da inkâr edilemeyecek ve bugün hatırlamamız gereken bir gerçektir. “Kitle” veya ”taraftar” olarak değil kendimizi “üye” olarak tanımladığımız bir örgütlü yapıda görevlerimizi her zaman harfiyen yerine getirmeye özen gösterdik, toplantıya gelme, mitinge katılma, eğitim alma, afiş yapıştırma, bildiri dağıtma, yazıyı yetiştirme, hedef unsurları örgütleme, korsan mitinge katılma gibi görevleri hep vaktinde ve doğru yapmaya özen gösterdik, bu uğurda okulumuzdan, aile yaşantımızdan, bazen iş hayatımızdan fedakârlıklar yaptık, bunları yapmadığımız takdirde yoldaşlarımızın önünde ne denli mahcup olacağımızı hissettik. “Bize ne derler” gibi insanı küçülten bir korkuyla değil, yoldaşlarımızın önünde duyacağımız bu mahcubiyet hissi bizleri disiplinli ve fedakâr unsurlar haline getirdi, partinin mücadelesi de bu fedakârlık ve disiplin üzerinde yürüdü ve yükseldi.
Bugün gerek yoğun baskılar, gerekse solun dünya çapında kaybettiği parlaklığı, öte yandan da tekno-kapitalizmin bizi cep telefonlarına ve sosyal medyaya kilitleyen bireyciliği, sosyalist mücadeleye katılımın yer yer bir “gönüllülük” temelinde tanımlanmasına sebep olmaktadır. Elbette sosyalist örgütlerin (bu arada üyesi olduğum yeni TİP’in) disiplinli bir kadro çekirdeği vardır; ancak tüm sosyalist örgütlere katılımlar “gönüllülük” temelinde, yani “doğru bildiği ve sevdiği işi yapma” temelinde gelişmekte, toplumdaki ters rüzgarlar insanları demotive ettiği zaman bu “gönüllülük” ve onunla beraber üyenin performansı gerilemekte, bu da örgütsel yaşamı etkilemektedir. Bu bir ölçüde “günümüzün acı gerçeğidir”; ancak bunu dönüştürmek, gönüllülüğün yerini disiplinin, yani “doğru bulmadığın ya da sana cazip gelmeyen işi de yapma” kararlılığının alması somut bir görevdir. İkinci TİP deneyi, TKP dahil diğer tüm partili devrimcilik deneyleriyle birlikte bu konuda bize ışık tutmalıdır
Şimdi, ikinci TİP deneyinin tarihsel süreç içinde eleştirel analizini ele alalım:
İKİNCİ TİP’İN KURULUŞU:KAPSAYICILIK YERİNE DARLIĞI SEÇME
İkinci TİP’in kurulduğu 1975 yılında Türkiye solu içinde öne çıkan değerler şunlardı:
-
İşçi sınıfı gerçeği: 15 16 Haziran ayaklanması ile Türkiye işçi sınıfı dosta düşmana gücünü göstermiş, “işçi sınıf vardır, yoktur, ideolojik öncü olabilir, fiilen öncülük yapamaz..vs” gibi tartışmaları bıçak gibi kesmişti. Sosyalist mücadelenin belirleyici öznesinin işçi sınıfı olduğu gerçeği, tüm solda olmasa bile büyük bir kesimde öne çıkan değer haline gelmişti
-
Örgütlü-partili mücadele: Mahir ve Deniz’lerin büyük bir motivasyon yaratan, ancak yenilgi ile biten çıkışları, kitleler içinde örgütlü ve sürükleyici bir gücün, bir partinin gerekliliği fikrini öne çıkarmıştı.
-
Dünyadaki gelişmeler: Vietnam devriminin zaferi, 1975 Portekiz devrimi sonucu sömürge imparatorluğunun yıkılıp Afrika’da Marksist yönetimler kurulması, Avrupa’da komünist partilerin elde ettiği başarılar, dünyada genel olarak sosyalist düşünceyi, özel olarak da SSCB’nin başını çektiği dünya sosyalist sistemini bir cazibe merkezi haline getirmişti. Elbette bunu yanında Çin KP’nin yaptığı “sosyal emperyalizm” ve revizyonizm eleştirilerinin de o dönemki etkisini vurgulamak gerekir.
Bu değerler sadece eski, Birinci TİP üyeleri arasında değil, THKP-C, THKO gibi örgütlerden gelenler ve hatta Ecevit olgusu ile sola kayan kitlelerdeki ileri unsurlar arasında da öne çıkan değerlerdi. Bu değerler etrafında sosyalist kadroları birleştirebilecek lider kişilik kimdi? Aybar, TİP’teki tartışma sonrası kendi köşesine çekilmişti, Mihri Belli ise yurt dışındaydı. Gözler bu momentte belirleyici ve toparlayıcı olabilecek yegâne öndere, Behice Boran yoldaşa çevrilmişti (daha sonra Maoculuğa yönelecek bir oluşumun lider kadrolarından birinin dahi o günlerde “biz henüz örgüt kurmuyoruz, Behice Hanım’ın yapacağı çıkışı bekliyoruz” dediğine şahit oldum)
Boran yoldaş hapisten çıkıp 1 Mayıs 1975’te partiyi tamamıyla birinci TİP’ten gelen ve kendisi ile uyum içinde olan kadrolarla kurdu. Geçmişte TİP’te çok parçalı yapının (“Doğulu sosyalistler”, “sendikacı sosyalistler”, Emek grubu…) tekrarına izin vermemek adına daha homojen, hatta monolitik bir yapı hedeflendi. Herhangi bir çevre, grup, kadro ekibi ile bağ kurulmadı, kapsanmaya çalışılmadı. Silier’in aktardığı kadarıyla yurt dışındaki TKP ekibiyle bağlantı kurulmasını savunan Sadun Aren bu sebeple dışlandı2. Kendileri ile birlik amaçlı bir diyalog kurmak isteyen TSİP’e Genel Sekreterimiz Nihat Sargın o dönem şu cevabı vermişti:
“TİP kendini feshetmiş bir parti değildir. Burjuvazi tarafından kapatılmıştır. Bu nedenle zamanı gelince yeniden kurulacaktır. TİP yeniden kurulunca gelip müracaat edersiniz, şayet uygun görürsek sizi üyeliğe kabul ederiz.” 3
Sargın yoldaşımızın bu tavrı bir açıdan net bir duruşu ve kesin bir kendine güveni içeriyordu; ancak bu güvenin hayatın içindeki karşılığı sandığımızdan daha zayıftı. Bununla neyi kastediyoruz?
Öncelikle İkinci TİP, “Birinci TİP’in devamıyız, kaldığımız yerden devam ediyoruz” yaklaşımıyla kuruldu; ancak beklenen bu değildi. Bu değildi, çünkü birinci TİP, Türkiye’de yarattığı değişim ve tüm ilerici harekete kattığı inkâr edilemez değerlere rağmen eksikleri olan bir yapıydı. O döneme damgasını vuran MDD-SD çatışması (tarafların haklılığı-haksızlığı bir yana) her iki taraf için de oldukça yıpratıcı olmuş, her iki taraf da diğerinin “haksızlıkları” (MDD’cilerin saldırıları, TİP merkezinin tasfiyeleri4…) konusundaki yaralarını aşamamıştı. Dahası TİP’in yasallıkla sınırlı bir parti olması, 12 Mart darbesinde örgütsel yaşamını kesintiye uğratmış, öte yandan faşist saldırılar karşısında kadrolarını korumadaki yetersizliği birçok gencin daha radikal arayışlara kaymasına sebep olmuştu. Yapılması beklenen, birinci TİP’in yukarda da öne çıktığına değindiğimiz değerlerine sahip çıkarak tüm Türkiye soluna özeleştirel bir değerlendirme yapmak, “eksiklerimizden ders aldık” tavrını somutlaştıran bir çıkış yapmak ve bu yenilenmiş kimlik üzerinden ortak program temelinde örgütsüz kalmış geniş kadro yığınını toparlamaktı. “Biz kaldığımız yerden devam ediyoruz, isteyen gelir” tavrı, davet edici bir esneklik bekleyen geniş kesimlerde hayal kırıklığı yarattı, bir zamanlar şu ya da bu sebepten ayrıldıkları yapının aynısına yeniden geri dönmek için hiçbir anlamlı gerekçe bulamadılar. Önce İkinci TİP’e yönelen, sonra uzaklaşıp başka bir örgüte giren bir tanıdığım, bu durum için “dağ doğura doğura fare doğurdu” demişti. Bu elbette amacını aşan ve biraz haksız bir değerlendirmedir; İkinci TİP asla “fare” olmadı ve kapandığı güne kadar sosyalist hareketimize değer kattı; ancak kapsayabileceği kadro potansiyelinin çok gerisinde bir birikimle kurulduğu inkâr edilemez. Eskiden gelen kadroların iç uyumunu her şeyin üstüne koyan ve yeni ekiplere açılma ve onları kapsamayı bir risk olarak gören yaklaşım, TİP’in daha kuruluş aşamasında darlığı seçmesini getirdi. Silier de kitabında benzer tespitler yapmakta, “TİP, Behice Boran gibi bir önderle daha kapsayıcı olabilirdi” demekte5, öte yandan ikinci TİP’in “1971 sonrası yüzünü işçi sınıfına çeviren gençleri kazanamadığını”6 tespit etmektedir.
“Başka ne yapılabilirdi?” sorusunun cevabını o dönemin başka bir oluşumu, 73 atılımını yapan TKP vermektedir. 73’e kadar Türkiye’de ciddi ve kitlesel denebilecek hiçbir tabanı olmayan yurt dışı TKP önderliği, Türkiye’deki arayış içindeki kadrolarla temas kurdu ve kendi çizgisiyle (TİP’ten çok farklı olmayan değerleriyle) onlara kucak açtı. Cemal Kıral gibi eski TİP’li kadrolarla, TİP Eminönü ilçesinden gelen ve yetenekli kadroları barındıran Partizan grubuyla, Aydın Meriç gibi TİP Emek grubundan kadrolarla, eski TİP üyesi Nihat Akseymen gibi unsurlara tek tek ilişki kuran İsmail Bilen önderliği, bu oluşumlara esnek ve kararlı bir yaklaşımla abilik yaptı, onlara somut görevler verdi ve onları bünyesine aldı. Aslında TİP’e daha yakın olmasına rağmen TİP’in zerre kadar ilgilenmediği ve kazanmaya çalışmadığı, TKP ile ise bir ara fiziksel kavgaya varacak kadar zıtlaşmış olan ve ciddi bir işçi örgütlenmesini içeren GSB (Genç Sosyalistler Birliği)ni dahi TKP bu esnekliği ile kazanmayı başardı ve büyük bir örgütsel kazanım elde etti. Yıllar sonra, geçmişte İsmail Bilen ile kanlı bıçaklı olmuş Doktor Hikmet Kıvılcımlı grubundan dahi bazı unsurların (“Doktorcu” kimliklerini koruyarak) TKP’ye girdiklerini ve orada çalıştıklarını şaşırarak öğrendik. Bu ikinci TİP’te hayal dahi edilemeyecek bir olguydu.
Yıllar sonra ÖDP deneyiyle somutlaşan ve bir hizipler federasyonundan başka bir şey olamayıp iflas eden “çatı partisi” yaklaşımlarının alternatifi, öbür uçtaki bir savrulma olan “az olsun, benden olsun” yaklaşımı değildir. Bir sosyalist parti, halkın mücadele hedeflerine denk düşen bir temel ilkeler bütününü tanımlayıp, bu çerçeveye girmeye ve katkı yapmaya hazır tüm münferit kadro veya grupları kendi içine almayı, onları dinamik bir çalışma tarzı ile birleştirerek kendi içinde kaynaştırmayı, eritmeyi hedeflemelidir. Eylem birliği dışında Solda sağlıklı bir örgütsel birliğin tek ve doğru yolu budur.
DİSK İLE İLİŞKİLERDE KRİZ
İkinci TİP kurulduğunda, kurucu kadro kendi içinde DİSK bünyesindeki 4 önemli sendikanın başkanlarını kapsıyordu: Petro-kimya İş (Dinçer Doğu), Turizm İş (Turgut Gökdere), Keramik İş (Mustafa Aktolgalı) ve Sosyal İş (Özcan Kesgeç). Öte yandan parti, Maden İş başta olmak üzere diğer DİSK sendikalarının, hatta Türk İş sendikalarının dahi içinde çalışan üyeleri içeriyordu.
TİP yönetimi, “işçi sınıfının tek partisi olma” iddiasıyla ilerici işçi hareketinin örgütü olan DİSK içinde de (Fransız Komünist Partisi-CGT ilişkisine benzer bir şekilde) belirleyici unsur olma niyetini baştan ortaya koydu. O dönem Yürüyüş dergisinde çıkan “Sendikacı sosyalistler mi, sosyalist sendikacılar mı” yazısı ile parti içinde (geçmişte olduğu gibi) ayrı ve nispeten özerk bir “sendikacılar” grubunun oluşumuna izin vermeyeceğini, partili sendikacıların partinin çizgisini birebir takip etmeleri gerektiğini belirten bir tavrı somutlaştırdı. İşçi sınıfının partisi olarak, DİSK’i kendi çizgisi doğrultusunda yönlendirme hedefi somutlaşmıştı; ancak bu niyet ve yönelim Kemal Türkler önderliğindeki DİSK yönetiminde kesinlikle olumsuz karşılandı.
Öncelikle 1975’teki Kemal Türkler, 1960’lardaki TİP MYK’na bağlı sendikal önderlerden biri olmanın çok ötesine geçmiş, büyük ve devasa 15-16 Haziran direnişinin örgütleyicisi, moderatörü ve lideri olarak işçi sınıfı içinde muazzam bir prestij kazanmıştı (o dönem katılmış olduğum DİSK’in kalabalık bir salon toplantısında Kemal Türkler salona girdiğinde işçilerin ayağa kalktığını hatırlarım). Böyle bir gücü elinde tutan Kemal Türkler’in, aynı isimle kurulmuş olmasına rağmen birinci TİP’in etki ve gücünün çok gerisinde kurulan ve sol içinde dahi kapsayıcı ve belirleyici olamamış ikinci TİP önderliğinin “belirleyiciliğini” kabul etmesi söz konusu değildi.
Ancak (muhtemelen daha belirleyici bir unsur olarak) Kemal Türkler birinci TİP’te Mehmet Ali Aybar’a yakın bir kadroydu7 ve tıpkı MDD-SD çatışması gibi Boran-Aybar çatışmasının da hala süren yara izleri Kemal Türkler’i Behice Boran’a karşı olumsuz ve dışlayıcı bir tavra itti.
TİP yönetimi bu niyet ve hedefinde (doğal olarak) ısrar ettikçe gerilim arttı ve her iki tarafın da ciddi hatalar yaptığı bir süreç başladı. Bugün işçi sınıfı ve sosyalist hareketimizin bu 2 değeri, yani işçi sınıfının önderi ve antifaşist mücadelenin şehidi Kemal Türkler ile sosyalist hareketimizin yüz akı olan Behice Boran arasındaki bu talihsiz çatışmayı tüm gerçekliği ile bilince çıkarmak zorundayız.
DİSK yönetimi, TİP’in DİSK içinde güç kazanmasını engellemek ve yıpratmak için bir dizi adım attı. Bunların birincisi, TİP yöneticisi sevgili Dinçer Doğu’nun başkanlık ettiği ve daha kalabalık olan Petro Kimya İş’in, daha küçük olan ve Mehmet Kılınç adlı eski bir gericinin yönettiği Petkim İş ile birleşmeye ve onun içinde eritilmeye zorlanmasıydı. Bu birleşme sonucu Dinçer Doğu yoldaşımız sendika yönetiminden ayrılarak (pek az sendikacının yaptığı bir fedakârlıkla) fabrikaya, işçi sınıfı saflarına geri döndü. Bu ve sonradan gelecek benzeri tavırlar, TİP’te büyük bir tepki ve husumet yarattı. Buna karşılık TİP de, kendi organı Yürüyüş’te sürekli olarak bir “CHP-DİSK Üst Yönetimi” ikilisinden oluşan bir özne yaratarak Kemal Türkler önderliğindeki DİSK üst yönetimini işçi sınıfını CHP’nin (ve dolayısıyla burjuvazinin) kuyruğuna takmaya çalışan bir özne olarak tanımladı. Bu zehirli sürecin tahribatı, o dönem yeni gelişmeye başlayan TKP’nin sürece dahil olmasıyla daha da artacaktı.
TİP-TKP ÇATIŞMASI:
EN BÜYÜK ORTAK GÜNAHIMIZ
2006 yılında Behice Boran için hazırlanan “Boran: Son Nefesine Kadar” belgeselinde sözlü bir şahitlik olarak Umur Coşkun arkadaşımızın aktardığı kadarıyla, 1975’te ikinci TİP’in kuruluş sürecinde kendisi TİP adına yurt dışına giderek TKP Genel Sekreteri İsmail Bilen ile bir görüşme gerçekleştirdi. Bu görüşmede Bilen, (eski bir TKP üyesi olduğunu bildiği) Behice Boran‘a haber yollayarak onunla TKP olarak birlikte (tahminimce birleşik bir komünist hareketin Türkiye’deki yasal kanadı olarak) çalışmak istediklerini bildirdi. Ancak gelişmelerden bildiğimiz kadarıyla bu çağrı TİP yönetiminde bir karşılık bulmadı; muhtemelen yukarda aktardığımız “dışa kapalılık” mantığıyla ve “bu işi biz yapacağız” inancıyla TKP girişimini yurt dışından yönetilen ve fazla geleceği olmayan bir süreç olarak gördüler. Ancak TKP, Maden İş başta olmak üzere işçi sınıfı içinde ciddi ve sonuç alıcı bir çalışmaya başlamıştı; GSB’nin kendilerine katılmasıyla işçi sınıfı içindeki güçleri önemli ölçüde arttı.
TKP, TİP’in aksine Kemal Türkler yönetimine karşı daha farklı ve esnek bir tavır geliştirdi. Kemal Türkler’i kendi “örgütsel denetimleri altına alma” (Türkler hiçbir zaman TKP üyesi olmadı) ya da onun otoritesini zorlayacak bir tavra asla girmeyeceklerini, ona bir işçi sınıf lideri ve bir abi olarak saygı göstereceklerini net ortaya koydular ve DİSK içinde örgütlenme anlamında kendilerine olanak tanınmasını istediler. Elbette bu olanakları TKP sadece “nezaket sayesinde” elde etmedi; bu esnekliği gösterirken tabanda da oldukça etkili bir çalışmayı sürdürdüler. Maden İş kongresinde TKP’nin gücünü gören Türkler, kendine genel sekreter olarak TKP yanlısı Mehmet Ertürk’ü önermek ve seçtirmek zorunda kaldı8. Bir yandan tabanda güçlü biçimde örgütlenen, öte yandan da kendi otoritesine saygı gösteren bir yapı olarak TKP’ye DİSK içinde kapıları açtı. Sendikalarda yönetici, eğitmen, örgütleyici olarak çok sayıda TKP’li kadro görev aldı ve TKP’nin DİSK içindeki gücü geometrik olarak arttı, 1976’da muhtemelen yakın olduğu TİP’in gücünü fazlasıyla aştı. Ancak bu süreç çok ciddi bir çatışma ile at başı gitti.
İlk sürtüşme 1976’da Bursa’da 2 işçinin faşistlerce öldürülmesi üzerine Maden-İş’in düzenlediği mitingde oldu. Mitingin bittiğinin ilan edilmesinin ardından TİP üyeleri parti bildirisi dağıtmaya başlayınca TKP yanlısı gençler buna itiraz ettiler, sonuçta bir tartışma ve itiş-kakış meydana geldi. Yürüyüş dergisi buna çok sert, amacını aşan bir tepki verdi ve “yurt dışından ülkeye mühürlü trenle gelip devrim yapma hayali kuran mülteci hayalperestlerden” bahsederek “bunları yakında teşhir edeceğini” vurguladı. İllegal bir parti söz konusu olduğu için bu yanlış bir tavırdı. Dahası, sonraları (aşağıda da vurgulayacağımız gibi) Yalçın Küçük ve bazı yazarlar yukarda bahsedilen “CHP-DİSK Üst Yönetimi” ikilisine “Sosyalizm Havarileri” adını taktıkları TKP’yi de ekledi. Böylece CHP-DİSK Üst Yönetimi-Sosyalizm Havarileri” üçlüsü (özellikle bunların içinde yer alan Kemal Türkler yönetimi ve TKP) işçi sınıfını CHP’nin ve burjuvazinin kuyruğuna takmakla görevli yabancı ve düşman bir unsur olarak ilan edildi. Ancak TKP’nin buna verdiği karşılık, bu yanlışı fazlasıyla aşan bir tasfiye dalgası oldu.
TKP’li bazı kadrolar, (asla TKP’nin dürüst ve inançlı militanlarına genelleştirilemeyecek şekilde) etik dışı bir tavırla, DİSK’te ve hâkim oldukları sendikalarda TİP üyesi işçileri işten (dolayısıyla sendikadan) attırma yoluna gitti. Yürüyüş’ün o yıllardaki sayılarında yapılacak kısa bir gezinti TİP’li ya da TİP taraftarı olduğu için TKP’li kadrolar tarafından sendikadan tasfiye edilen çok sayıda vakayı kolayca önümüze koyacaktır. Gene bu dönemde TİP’in teorik yayın organı Yurt ve Dünya’da “Metal işkolunda sınıf hareketinin durumunu” ele alan bir söyleşi metninde, söyleşiye katılan metal işkolundaki TİP üyeleri isimlerini yazmak yerine “x” (tek yıldız) veya “xx” (çift yıldız) gibi bir gizliliğe gitmişlerdi. Bu gizlilik devlete veya işverene karşı değil, açıkça onları her an tasfiye edebilecek Maden İş yönetimine yönelikti. Silier’in kitabında “TİP’e karşı Hülagu taktikleri” dediği olgu buydu ve özellikle TİP tabanında izleri asla silinmeyen bir tepki ve nefret yarattı. O dönem birlikte mücadele ettiğimiz İGD’li arkadaşlara bu olaylar anlatıldığında, onların bu durumu “olamaz, TKP böyle bir şey yapmaz” şeklinde gerçekten samimi bir hayretle karşıladıklarını gördük. Çok sonra “TKP’li” olduğunu söyleyen kimi sendikacıların aynı tasfiyeciliği sınıf içinde çalışan dürüst İGD militanlarına dahi yaptığını öğrendik.9
Bu çatışma sonucu bir ara “TİP’İn DİSK’ten ayrılarak SİSK (Sosyalist İşçi Sendikaları Konfederasyonu” kuracağı söylentisi yayıldı. TKP’liler tarafından “DİSK’İ bölecekler” mantığıyla yayılan bu söylentinin arkasındaki gerçeklik payı Silier’in kitabında aktardığı TİP MYK notlarında yer almaktadır ve bu notlarda “DİSK, DİSK olmaktan çıkmışsa alternatif yapılar kurmanın gerekliliğini” belirten tespitler yapılmıştır.10. Öte yandan bildiğim ve sonra transfer edildiğim Şişli İlçe örgütünde bizzat şahit olduğum gerçek de şudur ki, Maden İş’te sadece TİP’e değil, tüm sol yapılara karşı şiddetle süren bu tasfiyecilik karşısında 1978’de Maden İş’e alternatif olarak (diğer bazı sol örgütlerle birlikte) Met-Sen (Metal İşçileri Sendikası) şeklinde bir oluşum kurma fikri TİP’te somut bir çözüm yolu olarak konuşulmuş ve tartışılmıştır. Bu, belki sınıfı bölmek anlamında yanlış bir tavırdı; ancak Maden İş’te TKP tarafından uygulanan tasfiyeciliğin boyutları ve şiddeti, TİP’i dahi böyle bir çözüm aramaya yöneltmişti.
Bu çatışma bir yandan TİP’in DİSK içindeki gücüne önemli bir darbe vurdu; ancak öte yandan da TKP’yi de deforme etti. Türkiye’de sendikacılığın geçmişten devraldığı kirli tortu, (gücü korumak adına) TKP’ye de bulaştı; hayatın içinde faşizme ve gericiliğe karşı militanca mücadele den İGD’li ve TKP’li kadroların yanında, bu tarz bir “sendikacı” ekibi o partiyi sağa çeken bir faktör olarak hep varlığını korudu.
Çok sayıda ortak değere sahip olan TİP ve TKP arasındaki bu gerilim, 1979’da TİP’te “Tek Parti-Tek Cephe” broşürünün çıkması ve TKP ile örgütsel birlik hedefinin konulması ile azaldı, TKP ile her seviyede düzenli eylem birliğine gidilmeye başlandı; bu birliktelik havası 12 Eylül’den sonra yurt dışında süren birlik çalışmalarıyla devam etti. Ancak TİP’liler arasında TKP’ye karşı güvensizlik ve “kendini koruma” refleksi TBKP’deki birleşmeye kadar sürdü.
Bugün baktığımızda bu iki oluşum 1975’te ortak değerler olan sınıfa dayanma, parti kültürü ve sosyalist sisteme saygı temelinde, illegal ve legal kanatları olan tek bir siyasi özne olarak yola çıkabilseydi gerek işçi hareketinin gerekse bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketinin çok farklı ve başarılı bir zeminde gelişebileceği açıktır. Sınıfın siyasi çıkarları yerine örgütün kimliği ve gücünü her şeyin üstüne koyan bu “biz ve onlar” yaklaşımı sadece güçleri bölüp bir iç gerilim yaratmakla kalmadı, sonradan gelen birlik sürecinde de en iyi niyetli çabalar dahi bu 2 partiyi gerçekte “birleştirmeye” yetmedi.
GENÇLİK HAREKETİ:DEVRİMCİ BİR OLANAK MI, BİR RİSK KAYNAĞI MI?
Partinin kurulduğu 1975’in hemen ertesinde üniversitelerde başlayan ve faşistler tarafından işlenen siyasi cinayetler (önce Şahin Aydın ve Kerim Yaman, daha sonra 2 TİP üyesi olan Cezmi Yılmaz ve Halit Pelitözü cinayetleri) üniversite gençliğinde büyük bir politizasyonu ve hareketlenmeyi getirdi. Sık sık binlerce üniversite öğrencisi sokaklarda miting yapıyor, boykot örgütlüyor veya bazen üniversiteyi işgal ediyordu. Üniversiteler (ve sonra liseler) Türkiye’de devrimci siyasi mücadelenin en aktif odaklarından biri haline gelmişti.
Gençlik hareketinde önce Dev-Genç’in ve onlarla beraber Maocu oluşumların (Halkın Kurtuluşu gibi) güçlenmesi karşısında sınıf çizgisinde bir gençlik örgütü kurulması ihtiyacı doğdu ve 1975 yılında “İlerici Gençlik” dergisi çıktı. Bu dergiyi o çizgide olan 3 oluşum, TİP’li gençler, TKP’li gençler ve o sıra TKP’ye henüz katılmamış olan GSB’li gençler birlikte çıkardılar. Ancak bu derginin yayın hayatı sınırlı oldu. Bu birliktelik sürmedi ve TKP’li gençler kısa bir süre sonra “İlerici Yurtsever Gençlik” dergisini çıkararak İGD’yi kurmaya yöneldiler. Dev Genç ve Maoculuk karşısında tek güçlü alternatif olarak İGD kısa zamanda büyük güç kazandı.
TİP’in “İlerici Gençlik” dergisi sürecinden nasıl ve niçin çekildiğini o sürece katılmış arkadaşlar daha iyi anlatabilir. Ancak bu “gençlik örgütlenmesini erteleme” tavrının gerekçeleri 1978’de Genç Öncü kurulduğunda parti yöneticilerimiz tarafından bize şu şekilde aktarıldı: “Sağlam ve güçlü bir parti önderliği olmazsa gençlik hareketinde kolayca yanlış eğilimler ve sapmalar gelişebilir. Biz önce ağırlığı parti inşasına verdik, yapıyı sağlamlaştırdık, o konuda doğru bir noktaya gelince gençlik örgütünü kurduk” Bize o dönem doğru ve tatmin edici gelen bu cevabın bugün yanlış olduğunu görmek zorundayız.
Yanlıştı, çünkü öğrenci hareketi sadece “öğrenci hareketi” değil, devasa bir “devrimci kadro fabrikası” idi. Buradan kazanılan kadrolarla tüm örgütler emekçi halk içi örgütlenmelerine güç kattılar. Dev-Genç (hem Devrimci Yol, hem Devrimci Sol) gençlikten kazandığı kadrolarla emekçi mahallelerinde, köylerde, kadınlar arasında büyük bir kitlesellik yakaladılar. TKP, İGD’den devşirdiği kadroların bir kısmını işçi çalışmasına yönelterek mevcut parti çalışmasını ciddi biçimde büyüttü. Devrimci Yol bu kadro potansiyelini 1980’e doğru işçi çalışmasına yönelttiğinde TİP’in dahi başaramadığını başardı ve TKP’nin “kale” gibi gördüğü işyerlerinde (Kavel gibi) temsilciliği ve baş temsilciliği kazandı.
Bu gerçeği çok net vurgulayan bir anımı aktarmanın yararlı olacağını düşünüyorum. 1979’da Genç Öncü’de hem İTÜ’de okuyan hem de Kartal’da yaşayan bir kadromuzun nerede istihdam edilmesi gerektiği tartışıldığında, ben (geleneksel yaklaşım sonucu) “Kartal işçi çalışmasına verelim” demiştim; ancak başka bir yönetici yoldaşım bana şu zekice cevabı vermişti: “İTÜ’de görev verelim. Orada çalışırsa kısa zamanda Kartal’ı da örgütleyebilecek 3 kişi daha çıkarır”. Kaçırılan nokta tam olarak buydu.
3 yıl gecikmeyle Genç Öncü kurulduğunda, öğrenci gençlik içinde “köşelerin tutulduğunu” ve bizi oldukça zor bir çalışmanın beklediğini gördük. Dev-Genç, İGD, Halkın Kurtuluşu, hatta Kurtuluş gençlik içinde önemli güç ve mevziler kazanmıştı ve biz bunların arasından kendimize bir alan yaratmak göreviyle karşı karşıya kaldık. Kurucusu, GYK üyesi ve yöneticisi olmaktan hala gurur duyduğum Genç Öncü, inanç ve kararlılıkla mücadele etti, okullarda, mahallelerde, fabrikalarda faşizme ve patronlara karşı savaşı sürdürdü, şehitler verdi ve diğer devrimci örgütlerle birlikte omuz omuza savaştı. Ancak bu “gecikme” sonucu Dev-Genç ve İGD’nin kitleselliğine asla erişemedi. 1975’te kurulabilecek bir gençlik örgütü (tıpkı TKP’de olduğu gibi) TİP’in sınıf içindeki çalışmasına da büyük bir güç katabilirdi.
Bu gecikmenin sebebi ikinci TİP yönetiminin birinci TİP’ten kalan bir refleksi, gençlik hareketini risk kaynağı olarak görme tavrıdır. Birinci TİP’te partinin merkez çizgisine muhalefetin giderek kendine zemin bulduğu ve partiyi zayıflattığı alan gençlik kesimiydi ve bu olgu, ikinci TİP’te gençliğin “kucaklanması ve önü açılması gereken” bir kitle olarak değil “yakından kontrol edilmesi gereken bir olgu” olarak kavranmasına yol açtı (o dönemde Genç Öncü üyesi olarak bizlere kimi partili yoldaşlarımızın sık sık şaka yollu, bazen de ciddi olarak “potansiyel goşist” olarak takıldığı diyaloglar hatırımızdadır). Aslında birinci TİP’te gençlerin MDD’ci muhalefete katılmasının sebebi de “genç ve toy” olmalarından çok, parti merkezinin gençlerin dinamizmine, ve özellikle faşist saldırılar karşısında haklı olarak oluşan özsavunma ve militanca mücadele beklentilerini yönetememesiydi. Hayatın dayattığı ihtiyaçlara cevap verebilen herhangi bir merkezi çizgi, gençleri de pekâlâ parti çizgisinde tutabilirdi ve tutmuştur da. 1971-80 arası büyük sol yapıların hiçbirinde salt “gençlik” kaynaklı bir isyan veya kopma olmamış olması bunun somut ispatıdır. Sonuç olarak sosyalist-devrimci hareketin en hızlı büyüdüğü bu 3 yıl boyunca ikinci TİP’in gençlik örgütünden mahrum kalmasının temel sebebi bu “gençlik korkusu”dur ve affedilmez bir zaaf olmuştur.
Bu olgulardan bugün için çıkartılacak temel ders, Türkiye gibi nüfusun genç ve dinamik olduğu bir ülkede hiçbir sosyalist hareketin gençlik içinde var olmayı ve güç oluşturmayı herhangi bir sebeple erteleme lüksüne sahip olmadığı gerçeğidir. Sosyalistler gençlik içinde var olmak ve azami güç elde etmek için her fırsatı kullanmalı ve kararlı olmalıdır. Ne yazık ki son 30 yılda (1980 öncesinin aksine) gençlik içinde sosyalist bir hareketlilik, devrimci – sosyalist – Marksist ilkeler adına bir popülerlik ve cazibe gözlemek mümkün değildir. Bu sosyalist hareketin aşması gereken bir sorundur; ancak bu konuda şimdiye kadar genellikle “Z kuşağının zaaflarına birlikte veryansın etmekten” öteye gidilemedi. Ancak aynı kuşağın hem Gezi direnişinde hem de içinde olduğumuz 19 Mart darbesine karşı ayaklanmada gösterdiği dinamizm, fedakârlık ve beceri geleneksel sosyalistler olarak bizleri şaşırttı (aslında “bizleri utandırdı” demek gerekirdi). Emek, özgürlük ve adaletten yana kendi stiliyle savaşan muazzam bir gençlik potansiyeli ve dinamizmi vardır; sosyalistler bu dinamizmi kucaklamanın söylem ve araçlarını bulmak, bu sarsıcı dalga ile senkronize olmanın yollarını yaratmak zorundadır. Bunun da 1978 kodlarıyla yapılamayacağı ortadadır; yeni, özgürlükçü, katılımcı bir sosyalist söylemin üretilmesi gerekmektedir.
YALÇIN KÜÇÜK OLAYI
Silier kitabında TİP’in ikinci kuruluş aşamasında Yalçın Küçük’ün ortalarda çok gözükmesinin kendisinde ve başka kadrolarda yarattığı rahatsızlığı dürüstçe aktarmaktadır. Bu antipatinin evveliyatını bilemeyiz (muhtemelen sonradan TİP’te sergileyeceği tavırların benzerini daha önce de göstermiştir) ancak Yalçın Küçük’ün ikinci TİP deneyindeki yeri önemlidir ve sonuçları ile birlikte analiz edilmesi gereklidir.
Zeki, birikimli ve çalışkan bir aydın olarak Yalçın Küçük ikinci TİP’in ilk kuruluş yıllarında Yürüyüş dergisinin en ses getiren yazarıydı. Genç militanlar olarak onun sosyalizme, Marksist teoriye ve Sosyalist Sisteme olan bağlılığını yansıttığı yazıların uzun süre bizlere kattığı değeri kimse inkâr edemez. Ancak ona en sempati duyduğumuz günlerde dahi tahlillerinde giderek belirginleşen bir aşırı kendine güven, kestirme sonuçlar, zorlama analizler, gerçeklerden giderek uzaklaşan sebep-sonuç ilişkilerini fark etmemek mümkün değildi ve bu farkındalık giderek ona yönelik bir sorgulamayı getirdi. Öncelikle TİP’in baş düşmanı olarak “CHP-DİSK üst yönetimi-Sosyalizm Havarileri” üçlüsü konseptinin en fazla şampiyonluğunu yapan Y.Küçük idi. Buna göre (CHP bir yana) Kemal Türkler yönetimi ve TKP bir bütün olarak burjuvazinin aparatıydı ve onların değirmenine bilerek su taşıyordu (çok değil, 4 yıl sonra Kemal Türkler faşistler tarafından katledildiğinde bu tespitlerden ne denli utanç duyulduğu bugün daha iyi hissedilebilir). Onun obsesif analizlerinin en somut örneği, o dönem DGM direnişi konusunda yazdığı “Oyun İçinde Oyun” yazısıdır. DİSK 1976’da DGM’lerin kapatılması için bir genel grev çağrısı yaptı; bu grev kısa zamanda fabrikalarda direnişe dönüştü. Profilo fabrikasında işçiler kapıları lehimlediler ve çıkan çatışmada bir işçi öldü. Sonuçta DGM’ler meclis oylamasıyla kaldırıldı. Bu eylem, 15-16 Haziran’dan sonraki ilk direkt siyasi amaçlı işçi eylemiydi ve tarihimizde ciddi bir değer taşımaktadır. Ancak bu olumlu sonuca karşılık, direniş sonrasında fabrikalardan çok sayıda ileri, öncü işçi patronlar tarafından işten atıldı; bu da eylemin (belli ki iyi öngörülememiş ve planlanmamış) ağır bedeliydi.
Yalçın Küçük bu eylemi yorumladığı yazısında “TİP’li öncü işçilerin fabrikalardan atıldığı, dolayısıyla DGM direnişinin bir “oyun içinde oyun” olduğu, amacın TİP’in işçi sınıfı içindeki gücünü likide etmek olduğu, bu oyunun organizatörünün de malum üçlü olan CHP-DİSK Üst Yönetimi- TKP olduğunu” yazdı. Bu saçmaydı, çünkü daha o anda bile öğrendiğimiz kadarıyla işten sadece TİP’li işçiler değil, TKP’li ve diğer sol gruplara mensup öncü işçiler de atılmıştı; bu olayı sırf “TİP’e yönelik bir operasyon” olarak görmek tam bir siyasi cinnet örneğiydi, kendine hayran bir takıntılı aklın vardığı mantık dışı sonuçlardı. Y.Küçük’teki bu obsesyon zaman içinde törpülenmek yerine ne yazık ki arttı, sonunda “Şebeke” kitabında her taşın altında bir Yahudi arayan (ve Yalçın Küçük gibi bir Marksist’e asla yakışmayan) çirkin bir anti-semitizme dönüştü.
Ancak ikinci TİP’in ilk kuruluş yıllarına geri dönersek, Y.Küçük’ün en ciddi tahribatı, örgütsel megalomaniyi körüklemek oldu. Küçük sürekli olarak “bu parti büyük doğdu, bu parti iktidara yürüyor, partinin muhatabı sol gruplar değil, CHP, AP ve burjuvazidir” yaklaşımını körükledi; Silier’in de kitabında doğru tespit ettiği gibi, anlamsız ve giderek antipatik hale gelen bir “keskin CHP düşmanlığı”11 öne çıktı. Mantık şuydu: “TİP’in rakibi CHP idi; CHP’yi teşhir ettiğimiz ve yıprattığımız ölçüde TİP sol-ilerici kamuoyunun önderliğini ele geçirecekti. Diğer sol oluşumların ise hiçbir önemi yoktu”. Bu tavır ne yazık ki ikinci TİP’in kuruluşuna damgasını vuran “solu ve sol potansiyeli ciddiye almayan” yaklaşımla bire bir örtüştü. Bu noktada, bugün için de önem taşıyan bir olguyu tartışmamız gerekiyor:
TİP VE DİĞER SOL GRUPLAR
Her siyasi parti gibi TİP de, kendine doğru bulduğu bir çizgi tanımlamak, bu çizgiyi ısrarla savunmak, bunu savunurken de “şunu dersek diğer sol gruplar bize ne der” gibi günlük kuruntulardan sıyrılmak ve kendi doğruları peşinden inatla gitmek durumundadır. TİP’in de yaptığı bu oldu; hiçbir “sol gruplar arası birlik” pazarlığına girmedi, kendi doğrularının zaman içinde kendini pratikte ispat edeceği ve bunun sonucunda diğer sol oluşumların TİP’in büyümesi karşısında küçük ve anafor akımlara dönüşeceği öngörüsünü başa koydu.
Bu tavır, kendi doğrularına güvenme ve onları inatla savunma anlamında prensip olarak doğru bir tavırdı; ancak pratikte gerçekleşmedi. TİP’in büyümesi asla beklenilen hızda olmadı; buna karşılık “anafor akım” olacağı öngörülen diğer sol akımlar ciddi birer güç elde ettiler. 1976’da “üniversitedeki goşist gençler” diye dudak bükülen Dev-Genç (sonra Devrimci Sol ve özellikle Devrimci Yol) köylüler, mühendisler, öğretmenler, memurlar, kadınlar ve işçiler arasında hızla kitleselleşen, taraftar sayısı yüzbinlere varan devasa bir devrimci halk hareketine dönüştü. “DİSK yönetiminde kafa kol ilişkileriyle yer kapan mülteciler” olarak görülen TKP, ülke tarihinin en kitlesel komünist işçi hareketini yarattı. “Sosyal emperyalizm” gibi yanlış ve zararlı bir görüşü savunan Halkın Kurtuluşu grubu dahi, TİP’i zorlayan ve onu aşan bir kitleselliğe kavuştu. Günlük anti-faşist mücadele içinde diğer sol gruplarla bir araya gelen tabandaki partililer olarak yakından müşahede etiğimiz bu olgu, hiçbir zaman TİP yönetiminde “biz neyi eksik bıraktık, bu gruplar nasıl ve niçin böyle büyüyebildiler” anlamında bir farkındalık yaratmadı; 1979’daki seçim yenilgisine kadar TİP’in kendi eylem hattını ve çalışma tarzını gözden geçirme anlamında hiçbir inisiyatif gündeme gelmedi. Hata neredeydi?
Bu olgudan bugün için çıkarılacak ders, diğer sol oluşumlar, yaygın deyimle “sol mahalle” ile ilişkilerin nasıl ele alınması gerektiğidir. Bir partinin kendi doğrularını savunması, sevgili Metin Çulhaoğlu’nun bir toplantıda dediği gibi “kendi türkülerini söylemesi” doğaldır ve doğrudur. Her attığı adımda “diğerleri bakalım bize ne der” kuşkusu, gücü halk içinde büyüyerek değil diğer sol gruplarla polemikte üstünlük kazanarak elde etme illüzyonu, bir partiyi giderek karmaşık ve çoğu zaman hayatta karşılığı olmayan teorik tartışmaların labirentine kilitler. Emekçiler ve onların somut pratiği içinde büyümek ve kendini ispat etmek her zaman doğru yoldur. Ancak bu, diğer sol oluşumların yok sayılması, onlarla her türlü bağın koparılması anlamına gelmez. Çünkü “sol mahalle” hem kapitalizme ve faşizme karşı mücadelede güç birliği yapılması gereken somut bir olgudur; ama daha da önemlisi, sol mahalle bir barometredir. Siz sol içinde en güçlü parti olsanız dahi, başka bir grup sizin gelişme beklediğiniz bir alanda hızla büyüyorsa, ve gücü size yaklaşıyor veya aşıyorsa, bu sizin için ders alınması ve kendinizi sorgulamanızı gerektiren bir momenti gösterir. Örneğin siz gençlik içinde önderliği XX grubuna kaptırıyorsanız, bir şeyleri eksik veya yanlış yapıyorsunuz demektir ve kendinize gereken dersleri çıkarıp çeki düzen vermeniz gerekir. İşçi hareketindeki gücünüze rağmen başka bir grup sizin mevzilerinizi ele geçiriyor, veya sizle ilgisi olmayan başka mevzilerde hızla büyüyorsa, bu sizin için ciddiye alınması gereken bir uyarıcı olmalıdır. Sol mahalle ile ilişkinin prensibi bu olmalıdır.
İkinci TİP, birinci TİP’in popülerliğinin birebir devamcısı olduğu yanılsamasıyla ve bu inancın yaratığı aşırı kendine güven ile kendi dışındaki solun deneyimlerine gözlerini kapadı, bu aşırı güvenin içine hapsolarak hayatın gerçekliğine dayanma ve oradan ders alma olgusunu hayata geçiremedi. Elbette ikinci TİP anti-faşist mücadelede sekter değildi. 1977’deki “Örgütlü Birleşik Güç Yenilmez” broşürü ile faşizme karşı mücadelede (zamanın ruhu çerçevesinde Maocular hariç) tüm devrimci ve ilerici gruplarla eylem ve güç birliğini savundu, biz de bu politika çerçevesinde yerellerde bu akımlarla sık sık bir araya geldik ve omuz omuza mücadele ettik. Ancak sol içinde TİP’in ilk tahminlerini tümüyle boşa çıkaran bu somut gerçeklik, uzun bir süre TİP yönetimi için bir uyarıcı olamadı.
Bu noktada, 1975 sonrasında TİP’in Türkiye için ön gördüğü devrim stratejisini ele almak gerekir.
DEMOKRATİKLEŞME VE SOSYALİST DEVRİM
1975’te kurulan TİP’in programı, sosyalist devrime giden yol olarak “demokratikleşmeyi” tanımlıyordu ve bu, 1973 sonrası ülkenin içine girdiği durum ve hâleti ruhiye ile uyum içindeydi. Neydi bu strateji?
Öncelikle 12 Mart sonrası kurulan Ecevit iktidarı tüm devrimci siyasi tutukluları hapisten çıkarmış, bu durum sol hareketin ciddi bir atılım yapmasını sağlamıştı. Öte yandan Kıbrıs Harekâtı ile muazzam bir popülariteye ve siyasi güce ulaşan Ecevit ve CHP, emekten ve özgürlükten yana anlamlı sinyaller veriyor, sosyalistlerin uzun zamandır özlemini çektiği demokratik reformların yapılması yönünde, bazen yarım ağız da olsa, umut veriyordu. Bunların başında sosyalistlerin siyasal ve sendikal örgütlenmesine konan engellerin kaldırılması geliyordu. Başta sosyalistlerin 50 yıllık başının belası olan 141-142’nin kalkması, sendikal planda referandumun yasallaşması ve devrimci sendikaların önünün açılması gibi talepler somut elde edilmesi gerçekçi olan hedefler olarak önümüzdeydi. Burada elbette sosyal demokrasiye safça bir güven söz konusu değildi; ancak emek örgütlerinde (sendikalar, odalar, meslek kuruluşları, yerel dernekler) çığ gibi büyüyen sola yönelim ve sosyalist hegemonya, bu hedeflere sosyal demokrat bir hükümete de kitle baskısı uygulayarak erişilebilmesini gerçekçi bir hedef olarak önümüze koyuyordu.
TİP’in 1975 programında “Demokratikleşmenin yolları açılacaktır” başlığıyla konulan hedefler, toplumsal ve siyasal yaşamın demokratikleştirilmesi, emek mücadelesinin ve sosyalist düşüncenin önünün açılması, tekellerin ve emperyalizmin gücünün sınırlandırılması ve geriletilmesi yönünde kitle mücadelesi ile elde edilecek bir dizi hedefi içeriyordu. Ülkede gerçekten demokratik bir ortam vardı; sorun bu belki sınırlı, ama artık nefes almaya başladığımız ve güçlendiğimiz ortamın sınırlarının genişletilmesi, bu süreç içinde de kitlelerin mücadeleciliğinin artarak sosyalist bir önderliğin güçlenmesi amaçlanıyordu ve sosyalist devrimin toplumsal tabanının bu demokratikleşme mücadelesi içinde oluşarak sosyalist devrime doğru yürüme hedefleniyordu.
Hayat, 1975’te son derece doğru ve makul gözüken bu stratejiyi boşa çıkardı; olaylar bambaşka bir yönde gelişti.
1976’da başlayan devrimcilere yönelik siyasi cinayetler, MHP’li faşistlerin bu toplumsal uyanışa (dolayısıyla sürmesi beklenen demokratikleşme sürecine) saldırıları olarak algılandı (o dönemin sloganı “Faşizme Geçit Yok” idi.) Ancak olayların baş döndürücü tırmanışı bambaşka bir gerçeği giderek açığa çıkardı. Önce münferit ve giderek sıklaşan cinayetler, sonra mahallelerle ve okullara yönelik toplu katliam ve saldırılar (Piyangotepe, 16 Mart İstanbul Üniversitesi), sonra sivil halka yönelik önce “faili meçhul” katliamlar (1 Mayıs 1977), sonra “faili malum” katliamlar (Kahramanmaraş ve Çorum), hiçbir komünist ya da devrimci angajmanı olmayan popüler aydınların öldürülmesi (Bedri Karafakioğlu, Ümit Kaftancıoğlu…), daha da el yükselterek CHP milletvekillerinin öldürülmesi bambaşka bir resme işaret etti: Karşımızda sadece küçük bir faşist parti değil, ABD’siyle, ordusuyla, polisiyle, istihbaratıyla ve tekelleriyle devasa bir ölüm makinası devreye sokulmuştu. Soğuk savaşın tüm şiddetiyle sürdüğü bir dönemde Türkiye gibi kritik bir stratejik mevkide solun güçlenmesinden korkan ABD emperyalizmi, 12 Mart esnasında katlettiği devrimcilerin kısa bir süre sonra birden milyonların sevgisini kazanan semboller haline gelmesi karşısında kendini tehlikede gören devlet içi geleneksel gerici odaklar, ve neoliberal vahşeti bir an önce hayata geçirmek isteyen büyük sermaye el ele vererek, demokrasiyi yok etmeye kararlı bir blok olarak karşımıza dikilmişti. Bu ortamda “demokratikleşmenin yolları” açılmadı, aksine giderek kapandı. Önce tüm demokratlara dayatılan ölüm korkusu, sonra sıkıyönetim, sonra derneklerin kapatılması, sonra demokrat kişiliklerin katledilmesi, bütün bunlar demokrasiyi “sınırları genişletilecek” bir olgu olmaktan net biçimde çıkardı: Bizim amaçladığımız (solun nefes aldığı ve hayat bulduğu) bir demokrasi, ancak büyük ve devrimci bir halk hareketi ile, radikal ve devrimci bir atılım ile bu ölüm makinasını susturarak elde edilebilecek bir hedef haline geldi.
Bu noktada, ikinci TİP’in son derece değerli, ancak hak ettiği karşılığı bulamamış bir çalışmasına değinmek gerekir:
“DEMOKRATİKLEŞME İÇİN PLAN” MUAZZAM BİR ESER, DEĞERİNİ BULAMAMIŞ BİR ÇALIŞMA
İkinci TİP kuruluşundan hemen sonra 1976 yılında bir “alternatif plan” çalışması başlattı. Burada amaç, sosyalistlerin bu ülke için soyut sloganların ötesinde somut olarak neleri nasıl dönüştüreceğini ortaya koymak, yaşanan bağımlı kapitalizm karşısında sosyalist alternatifin ne olacağını ete kemiğe büründürmekti. Bu doğrultuda, TİP’in oldukça yaygın ilişkilere sahip olduğu akademik camiadan ve özellikle Ankara’da DPT çevresinde yer almış plancılardan destek alınarak geniş çaplı bir çalışma başlatıldı. Bu çalışmada Türkiye ekonomisinin tüm sektörleri, tarım, hayvancılık, sanayi, küçük işletmeler, esnaf hepsi ele alındı; tüm alanlarda mevcut verimsizlikler, çarpıklıklar, sömürünün ve emperyalist bağımlılığın yol açtığı kan kaybı ve somut alternatifler ortaya konuldu (bu arada, yukarda yaptığımız tüm eleştirilere rağmen Yalçın Küçük’ün bu çalışmaya kattığı emeği de saygıyla anmak gerekir) Değil Türkiye, belki de dünya sosyalist hareketler tarihinde ilk defa bir işçi sınıfı partisi bu tarzda ve çapta bir “alternatif proje” üretme çalışmasına girişmiş ve bitirmiş oldu. “Demokratikleşme İçin Plan” (DİP) elbette (bu tarz tüm çalışmalar için geçerli olan) bir ikili yapıyı içinde barındırıyordu. Bir yandan ancak sosyalist bir iktidar altında mümkün olabilecek dönüşümler, öte yandan bizzat bugün, dürüst ve demokrat bir hükümet altında dahi (veya tabanın baskısıyla) hayata geçirilebilecek reformlar söz konusuydu (Silier bu “ikili yapı”nın bu çalışmayı yapanlar arasında da bir tartışma yarattığını aktarmaktadır). Bu elbette bu çalışmanın parçası olduğu “toplumu dönüştürecek devrimci stratejinin” her zaman sahip olacağı ikili yapının (kısa vadeli hedefler ve uzun vadeli çözümler) doğal yansımasıydı ve burada bir sorun yoktu. Bu çalışma bugün bile, sadece TİP’e sempati duyanlar arasında değil, tüm Türkiye Solu’nda, tüm kesimlerde saygıyla karşılanan ve “bugün de keşke böyle bir çalışma yapılsa” dedirten bir çalışma durumundadır. 1978’de bu çalışma bittiğinde eser kamuoyuna da tanıtıldı, “Demokratikleşme İçin Plan” tüm parti örgütlerine ve kadrolarına dağıtıldı.
Ancak bu muazzam çalışma (tüm TİP üyelerinin bu çalışmaya duyduğu saygıya rağmen) topluma yansıtılamadı, emekçilerin gündemine gelmedi, siyasi gündemi etkilemedi, ve (acı gerçek!) satın alanların kütüphane raflarında tozlanmaya terk edildi. Niçin?
Çünkü, adından da anlaşılacağı üzere bu çalışma “demokratikleşme” olgusunu ve beklentisini temel alıyordu. Başka bir deyişle Türkiye o günlerde faşizm sonrası İspanya veya Yunanistan gibi (burjuva anlamda dahi) istikrarlı ve işleyen bir demokrasiye sahip olsaydı, bu Plan gerçekten insanların ilgisini çeker, oradaki öneriler (partinin de birinci gündem maddesi haline gelerek) her işyerinde, okulda, atölyede hatta kahvelerde bile tartışılıp bir siyasi gündem yaratabilirdi. Ancak günde ortalama 2-3 kişinin öldürüldüğü, sadece üniversitelerin değil liselerin dahi bir savaş alanına döndüğü, fabrikalarda gerilimin keskinleştiği, başa geçen faşizan MC hükümetinin toplumda faşizmi tırmandırmak, geliştirmek ve kuramsallaştırmak için adım üzerine adım attığı bir ortamda “var olan demokrasinin sınırlarını genişletme” beklentisinin giderek kaybolup esas olarak can güvenliğini koruma, sol görüşlülerin sadece politika yapma değil, yaşamlarını korumalarının temel kaygı haline geldiği bir ortamda hiç kimse “gelecekteki sosyalist dönüşümlerin doğruluğu ve haklılığını” tartışabilecek durumda değildi. 1975’te öngörülen “demokratikleşme” beklentisi ve stratejisi fiilen iflas etmişti, o stratejinin ürünü olan Plan çalışması da bu iflasın talihsiz bir kurbanı oldu.
Bu dediklerimizden “insanların öldürüldüğü bir ortamda bu tür çalışmalar lükstür, gereksizdir, sonradan yapılmalıdır” gibi bir sonuç çıkmaz. Söylemek istediğimiz şudur: Bir sosyalist alternatif projesini geliştirme ve ortaya koyma her parti için gereklidir, bir ihtiyaçtır. Ancak o çalışmanın o anki somut durumu doğru değerlendiren bir strateji içinde değerlendirilmesi, ona monte edilmesi ve çalışmadan beklentilerin de mevcut somut duruma göre ayarlanması koşuluyla. Demokratikleşme hedefini temel alan TİP yönetimi, bu çalışmanın da bu hedef çerçevesinde ciddi bir etki yaratmasını planladı; ancak çalışma çıkar çıkmaz fiilen boşa düştü; bu durumun yarattığı hayal kırıklığı ile parti bu çalışmayı fiilen “unuttu”. TİP yönetimi, asli güncel hedef olan faşizmi yok etme ihtiyacını başa koyarken, bu (çok uzun ve okunması zor) çalışmadan kısa ve anlamlı hedefleri içeren broşürler çıkararak parti tabanını ve günlük mücadeleyi besleyebilirdi; ancak (bildiğim ve yaşadığım kadarıyla) 1978’den 12 Eylül 1980 darbesine kadar Parti, DİP çalışmasını bir kere dahi partinin gündemine getirmedi. Önce “büyük” (ve temelsiz) beklentiler, sonra da hayal kırıklığı ve unutma, bu değerli çalışmanın yaşadığı talihsizlik oldu.
Bugün yeni kurulan TİP, DİP çalışmasından ilham alarak belki daha dar kapsamlı, ama aynı ihtiyacı karşılamak üzere bir “Halk İçin Ekonomi Paketi (HEP)” çalışması yapmıştır. Ama bugünkü TİP, “demokrasinin sınırlarını genişletme” gibi hayata denk düşmeyen bir stratejik hedefi değil “Saray Rejimini yıkmak” gibi doğru ve radikal bir hedefi benimsemiştir ve bu hedef çerçevesinde günlük mücadelenin temel konularında, laiklik için, işçi hakları için, kadınlar için, doğanın korunması için, Kürt halkıyla dayanışma için verilen tüm mücadelelerde sokaktadır ve bu mücadelelerin hepsinde önemli, giderek artan bir ağırlığa sahiptir. HEP çalışması ise tek başına “fark yaratacak ve çığır açacak” bir ürün değil, bu mücadele silsilesi içinde partilileri besleyen (ve sürekli güncellenmesi gereken) bir araç konumundadır.
Bugün sadece ekonomi alanında değil, hayatın tüm alanlarında (siyaset, kültürel yaşam, belediyeler, medya…vs) sosyalist bir alternatifin ne olması gerektiği, özellikle reel sosyalizmin yıkılmasından sonra “sosyalizmin” ne olduğu (aynı örgüt üyesi iki kişide dahi bu konuda farklı görüşler vardır, çünkü ortada “görüş” yoktur) ortaya koymak, sosyalizmi yeni ve gerçekçi bir proje olarak kitlelerin gündemine getirmek her zamankinde daha fazla güncel bir görevdir. İkinci TİP’in DİP çalışması, yaşadığı talihsizliğe rağmen bize örnek veren bir çalışma olmalıdır; doğru ve devrimci bir stratejinin ve çalışma tarzının parçası olmak kaydıyla.
“SOSYALİST İKTİDAR” GRUBUNUN AYRILMASI
Faşist saldırının süregelen ve artan şiddeti, “demokratikleşme” perspektifini fiilen geçersizleştirdikten sonra parti içinde “tüm demokrasi güçlerini birleştiren bir anti-faşist iktidar” hedefi konuşulmaya başlandı; ancak bu yaklaşım bir kriz ve yarılmayı gündeme getirdi.
Silier’in kitabından anladığımız kadarıyla kendisinin de benimsediği (ve bence de doğru olan) bu hedef Partinin yönetici kadroları arasında (resmi Parti basınına direkt yansımamakla birlikte) gerçekçi bir alternatif olarak konuşulmaya başlandı. Behice Boran’ın bu yaklaşıma en başta şiddetle muhalefet ettiğini öğreniyoruz; ancak bu henüz “kapalı” dar çemberdeki konuşmalar duyulduğunda parti içi bazı çevreler (özellikle Ankara’da Yalçın Küçük’ün başını çektiği Yürüyüş yazarları) buna şiddetle karşı tavır aldılar. Y.Küçük’ün yanı sıra Metin Çulhaoğlu, Candan Baysan ve İstanbul’da A.H.Dinler’in başkanı olduğu Beykoz ilçe örgütü, ve İzmir’de kimi yoldaşlar bu tepkiyi gösterenlerin başında geliyordu. Bu tepkinin iki kaynağı vardı:
Birincisi, bu “anti-faşist iktidar” hedefini bu arkadaşlar sosyalist devrim öncesi bir “demokratik devrim” aşaması, yani aşamacılık ve eski MDD sapmasının hortlaması olarak algıladılar. Silier bu yaklaşımı bir açıdan “sınıfa karşı sınıf” yaklaşımının uzantısı olarak gördüğünü aktarmaktadır. Sonuçta MDD’ye karşı mücadelenin anıları tazeydi ve Partinin uzun bir mücadele ile kurtulduğu bir sapma yeniden farklı bir formülasyonla gündeme getiriliyordu. Bu yaklaşımın tam doğru olmadığını belirtmek gerekir. MDD’de de, keza 1975 sonrası TKP’nin “ulusal burjuvazi” tespitlerinde de bu “aşama” ilerici bir burjuva sınıfsal güçle ittifakı başa koyuyordu. Hâlbuki o dönem tartışıldığı içeriğiyle anti-faşist iktidar, herhangi bir “burjuva sınıfla” ittifakı değil, faşizme karşı olan tüm ilerici ve demokrat siyasi güçlerin ortak iktidarı olarak tanımlanıyor ve hiçbir burjuva kesime “ilericilik” atfetmiyordu.
Bu noktada, belki de daha belirleyici olan ikinci kaynağa değinmek gerekir: O da bu yeni yaklaşımın, “partiyi TKP’ye yanaştırmak”, TKP ile ilkesiz bir birliğin yolunu döşemek olarak algılandığını belirtelim. Hatırlayalım: 1973 sonrası TKP, Türkiye’de bir “ulusal burjuvazinin” olduğu (bu ulusal burjuvazinin kim olduğunu ne o gün ne de bugün hiçbir TKP’li arkadaş bize açıklayamadı!), esas olarak kitlelerin baskısı sonucu sola yönelen bir sosyal demokrat parti olan CHP’nin ise “ulusal burjuvazinin sola açılan ilerici kanadı” olduğu tespitini yapıyordu. Soldaki “maddi temel arama” hastalığının ürünü olan bu yanlış tespitler, CHP’nin giderek faşizm karşısında gerilediği, ona taviz verdiği ve uzlaştığı noktalarda anlamını yitirdi, o meşhur “ulusal burjuvazi” ise TKP camiasında dahi buharlaşıp kayboldu. Ancak asıl önemlisi bu tespitlerin yanlışlığının ötesinde TİP örgütünde TKP’ye karşı duyulan (ve yukarda aktardığımız örneklerle belli bir haklılığı olan) husumetti. Belli bir yaygınlığı olan algı şuydu: “TKP ve DİSK üst yönetimi, işçi sınıfının partisi olan TİP’in sınıf içindeki gücünü geriletmek ve yok etmek için etik dışı yöntemler başvurmaktan çekinmeyen, negatif bir güçtür”. Bu algının üzerine TKP’nin stratejisini andıran formüller konuşulduğunda da akla ilk gelen “bunlar partiyi TKP’nin kuyruğuna takmak”, (yer yer kulağımıza gelen kaba ifadeyle) “partiyi TKP’ye satmak peşindeler”. Dolayısıyla aşamacılık gibi ideolojik mülahazaların yanı sıra TKP husumeti de bu yeni yaklaşımın bir krize dönüşmesini hızlandırdı.
Sonuçta, keskinleşen bir tartışma ortamı içinde parti, o dönem “Yalçın Küçük’çüler” denilen bu kesimdeki arkadaşları kaybetti (istifa, üyelikten atma..vs). Bugünden baktığımızda, bu tartışma ve bölünme de, tıpkı sonradan gerçekleşecek bölünmeler gibi kaçınılmaz değildi, farklılıklar çok kötü yönetildi; ancak “zamanın ruhu”, yani tüm tarafların örgüt ve politika anlayışları içinde kaçınılmaz hale geldi. “Direkt sosyalist devrim mi, bir anti-faşist iktidar üzerinden sosyalist devrime yürümek mi” ayrımından çok daha keskin ayrımlar tarihimizde meydana gelmiş, bir örgütsel yarılma yerine aynı parti içinde iki farklı eğilim olarak kalmıştı. 1905’te Lenin ve arkadaşları “proletarya önderliğinde bir demokratik devrim” savunurken, diğerleri (Menşevikler) “burjuvazinin önderliğinde bir demokratik devrim” gibi farklı, hatta zıt anlayışı önerdiler; ancak bu 1905 devrimin sürdüğü o yıllarda hiçbir kopmaya yol açmadı. Tartıştılar, ancak barikatlarda omuz omuza savaştılar. Bolşeviklerin örgüt olarak kopması ancak 7 yıl sonra, 1912’de gerçekleşecekti. Azınlıkta olan arkadaşlar “bu anlayışla biz aynı partide kalamayız” derken çoğunluk (Parti merkezi) “bunlar merkeze karşı düşmanca tavrı takınarak birliği bozuyorlar” yaklaşımına gitti; her iki taraf da o yılların egemen “monolitik parti” mantığı içinde bu bölünmenin eşit derecede sorumlu tarafı oldu.
Bu kopmadan sonra gerçekleşen 2.kongrenin kapanışında Boran yoldaşımız “bu hizbin ayrılmasıyla partimiz daha da güçlenmiştir” demişti. Sevgili Boran yoldaş, aslında Lenin’in meşhur “parti saflarını arındırdıkça güçlenir” şiarını bir kez daha TİP pratiğinde doğruladığına inanıyordu. Ancak Lenin’in (Lasalle’dan aktardığı) bu formül (şayet “arındırma”dan ahlaksızları ve aşağılık unsurları kastetmiyorsak) yanlıştır. Parti saflarını arındırdıkça değil, saflarındaki farklılıkları başarıyla yönetip yeni sentezlere gidebildikçe (ve o ölçüde) güçlenir; Bolşevikler bu farklılıkları yönetebildikleri ve farklı unsurları (Troçki gibi) mücadeleye faydalı kılabildikleri için Ekim Devrimini başarabildiler. Öte yandan Metin Çulhaoğlu gibi ömrünün sonuna kadar komünizme sadık kalmış değerli ve birikimli bir aydından ve o sıralar benim Beykoz’da tanıdığım pırıl pırıl komünist işçi yoldaşlardan “arınmanın” partiyi nasıl “güçlendirdiği” son derece şüphelidir. Ancak hayat kendine her zaman farklı yollar çizer; yıllar sonra hayat bizleri yeni TİP’te bir araya getirdi ve bu arkadaşlarla yeniden omuz omuza mücadele etmenin sevincini birlikte yaşama şansına kavuştuk.
TİP VE ANTİ-FAŞİST MÜCADELE
1976 sonrası yükselen ve önce “MHP cinayetleri” olarak ortaya çıkan faşist saldırı, bir siyasi tercih olmanın çok ötesinde tüm demokrat insanlar (CHP tabanı, demokrat gençler, işçiler..vs) için giderek bir ölüm kalım meselesi, kendi canını koruma mevzuu haline geldi. Faşistlerin sadece devrimci kadroları değil, sıradan insanları da terörize etmek için tüm kitleyi hedef alan cinayetleri, tüm devrimcilerin önüne çok net ve somut bir hedefi görev haline getirdi: Önce kendi kadrolarını, sonra da demokrat kitleyi korumak, onların faşist saldırı karşısında özsavunmasını örgütlemek. Dev-Genç, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu gibi oluşumlar, o dönem bize göre sahip oldukları teorik hatalar ne olursa olsun, bu pratik ihtiyaca yönelik olarak büyük bir emek koydular, başarılı ve etkili bir müdahale yaptılar. Birçok okulda demokrat öğrenciler Dev-Gençlilerin silahlı koruması sayesinde okula sağ salim gidebildiler, mahallelerde gene bu kadroların faşistlerin kökünü kazıması ve tuttukları düzenli nöbetlerle insanlar (en azından kendi muhitlerinde) öldürülme korkusu olmadan yaşama şansına kavuştular. Anti-faşist mücadelede bu aktif müdahale, bu oluşumlara büyük ve hak edilmiş bir popülerlik ve kitlesellik kazandırdı.
İkinci TİP, maalesef tıpkı birinci TİP’teki hatayı tekrar ederek ve yasallığa bağlı kalmak adına, bu konudaki ihtiyaca anlamlı bir karşılık veremedi. Bu alanda mücadele edenlerin başta Parti yönetimince küçümsenmesi (onlar bu sayede hızla büyürken) partiyi mahallelerdeki mücadelede geri bir konuma itti. 1978’e kadar TİP üyeleri kendi olanaklarıyla kendilerini savunmak zorunda kaldılar (faşistlerin saldırı riski altındaki bir bölgede bir yoldaşımın bakkala giderken dahi babasının beylik tabancasını taktığını hatırlarım). 1978’de Genç Öncü’nün kurulmasıyla partililer ve gençler, (o sırada MYK dışında olan) bazı partili yöneticilerimizin de basiretli yaklaşımıyla solun anti-faşist özsavunması mücadelesinde yer almaya başladılar. İstanbul’da ve özellikle Ankara’da Genç Öncü, diğer devrimci oluşumlarla birlikte bu mücadelede kendine düşeni yapmaya başladı. Ancak bu konuda, halkın anti-faşist özsavunmasının örgütlenmesi konusunda Parti yönetimi (MYK) hiçbir öncülük, organizatörlük, perspektif geliştirme ve sunma yapmadı; “dikkatli olunması” konusunda ısrar etmenin ötesine geçemedi. Yasal statü bariz bir engeldi; o zaman da sosyalist mücadelenin gereği, yani “tüm mücadele biçimlerini ustaca kullanma ve birleştirme” görevi hayata geçirilmeliydi. Sivil faşist saldırılar karşısında anti-faşist özsavunma, İtalyan, Bulgar ve Alman KP’lerinin tarihinde de olduğu gibi, standart bir komünist pratiktir.
Bugüne gelirsek, MHP’lilerin (elbette devlet destekli) saldırılarına 12 Eylül’le birlikte ihtiyaç kalmadı; MHP terörünün yerini açık devlet terörü, tutuklama, işkence ve yargısız infaz aldı. Sonra AKP diktatörlüğünde de buna bile gerek kalmadan yargı terörü ile sol hareket sindirilmeye çalışılmaktadır. Bu farklı yöntemler, elbette eski mücadele yönetmelerini anlamlı kılmayabilir. Ancak Türkiye’de gericiliğin şapkasından çıkaracağı çok tavşan vardır; bir gün gene ilerici güçlere karşı sivil (MHP’li veya islamcı) saldırılar gündeme gelirse, kadrolarını ve taraftarlarını korumak her sosyalist partinin görevi olacaktır. Kendi kitlesinin hayatta kalma hakkının ve mücadelesinin gereğini yerine getirmeyen bir sosyalist örgütlenmenin “mutlu sosyalist yarınlardan” bahsetmeye hakkı yoktur.
“PARTİNİN SAHİPLERİ”
1979’da “Tek Parti-Tek Cephe” açılımı ile oluşacak önemli dönemece doğru giderken, parti yönetimi içinde farklı eğilim ve oluşumları Silier somut belge ve örneklerle aktarmaktadır. Burada önemli ve ilginç bir nokta, Partiyi yöneten MYK içinde, “merkezin içinde bir merkez” olarak aktardığı “partinin sahipleri” kavramıdır. MYK içinde kararlar elbette tartışılarak ve oylanarak (oy birliği veya oy çokluğu ile) alınmaktadır ve burada bir sorun yoktur. Ancak bazı kadrolar, dar bir çekirdek olarak kendi aralarında ciddi bir uyum göstermekte, bazı konuları önce kendi aralarında konuşup karara bağlamakta, sürekli birbirlerini desteklemekte, ve ortak iradeleri dışında hiçbir gelişmenin olmaması için MYK’da ağırlıklarını koymaktadır. Silier’in aktarımına göre ikinci TİP’te bu “partinin sahipleri” Genel Sekreterimiz Nihat Sargın, Örgüt sekreterimiz ve ilk dönem İstanbul İl başkanı olan Can Açıkgöz ve Ankara İl başkanı olan Osman Sakalsız’dır. Silier’in aktardığı kadarıyla bu fiili durum, MYK içinde demokratik işleyişe ve sağlıklı bir fikir alışverişine darbe vurmuştur.
Bu noktada, hepsi tarihe mal olmuş olan, bir dönem saygı duyduğumuz yöneticiler olup hataları ve sevaplarıyla tarihimizde yer alan bu yoldaşların kişisel analizine ve eleştirisine girmek ciddi bir yanlış olacaktır ve bunu asla yapmayacağız. Yapmayacağız, çünkü bu “partinin sahipleri” sendromu, yani merkez kurulu içinde dahi daha belirleyici olan “alt çekirdekler” sorunu, işçi sınıfı partilerinde evrensel bir sorundur ve kişilerin niyet ve yönelimlerinden bağımsız olan bir “bünye ve sistem” hastalığıdır. Bu olgu “hastalıklı merkeziyetçiliğin”, yani aslında pratik bir işlerlik ilkesi olan merkeziyetçiliğin bir günlük refleks ve nerdeyse ahlak haline getirilmesinin yarattığı bir çarpıklıktır. Açalım:
Önce dünyadan örnek verelim. Başka bir yazımızda da ayrıntılı açıkladığımız gibi, komünist hareketin tarihinde bir dizi yanlış karar, aslında tanımlı kurul işleyişi içinde değil, o kurul içindeki dar bir ekibin tasarrufu ile alınmıştır ve vereceğimiz örnekler “partinin sahipleri” sendromunun ne kadar yaygın olduğunu anlamamızı sağlayacaktır. SSCB’nin Afganistan’a askeri müdahale kararı değil MK’da, Politbüro’da dahi alınmamış, Politbüro’da “böyle bir müdahaleye gerek yok” kararı alınmasına rağmen bu kuruldaki 5 kişi (“SBKP’nin sahipleri” olan Brejnev, Gromiko, Suslov, Ustinov ve Andropov tarafından) alınmış, önce Politbüro’ya, sonra MK’ya, sonra SBKP’ye, sonra da (biz dahil!) uluslararası komünist harekete empoze edilmiştir. Bulgaristan KP’nin utanç verici “Türkleri Bulgarlaştırma” kararı, keza Kıbrıs’ta AKEL’in Kıbrıs Türk halkına bir ihanet olan “Annan planını ret” kararı Politbüro’da bile değil, o kurul içindeki 3-4 kişi tarafından alınarak yukarıdan aşağı aynı mekanizma ile empoze edilmiştir.12
Gelelim Türkiye’ye: 1979’da TKP’nin önemli ve üretken bir yöneticisi olan Rıza Yürükoğlu’nun (Nihat Akseymen)TKP Politbürosu’nda nasıl ikili-üçlü kombinasyonlarla (İsmail Bilen de ikna edilerek) tasfiye edildiğini, o dönemde yönetime yakın her kadro gayet iyi bilmektedir. Aynı şekilde yakın zamanda EMEP Genel Başkanı olan ve sosyalist camiada belli bir saygınlığı olan Ercüment Akdeniz’in partiden istifa etmesinin ardında da (kendi açıkladığı kadarıyla) seçilmiş yönetimin etrafındaki (ve dışındaki!) gizli ve tanımsız güç odaklarının müdahalesine isyan etme ve onların zorlamasını reddetme kararı yatmaktadır. “Partinin sahipleri” ne yazık ki yaygın ve belli işleyişlerde ısrar edilmediği takdirde en iyi niyetli sosyalist oluşumları dahi enfekte edebilecek bir deformasyondur.
Sorunun bir yanında, uzun yıllar (onlarca yıl) birlikte çalışmış olmanın ve çeşitli siyasi dönemeçlerde ortak tavır almış olmanın yarattığı fikirsel uyum ve ortak görüş oluşturma kolaylığı yatmaktadır. Bu doğal bir olgudur, en alt kademeden MK’ya kadar her komitede olabilir, engellemek doğru da değildir, mümkün de (“birbirinizle artık görüşmeyin” gibi komik tedbirlere başvurulmadıkça) olamaz. Sorun (ve onun çözümü) bu ikili-üçlü gruplaşmaların dışında yer alan kadrolarda yatmaktadır.
Önce Rosa’nın yıllar önce Lenin’e örgüt konusunda ve bizim örgüt teorimizdeki “önderlik” edebiyatına yaptığı eleştiriyi hatırlayalım: Rosa’ya göre bu “önderlik-öncülük” edebiyatı sorgulanmadığı takdirde “sınıfın yerini parti, partinin yerini MK, MK’nın yerini de lider alacaktır”. KP’ler tarihinde kendini defalarca gösteren bu sendrom, “partinin sahipleri” olgusunun da arkasında yatan temel çarpıklıktır. Bu “partinin sahipleri” olgusu tam olarak budur, yani “öncü parti”nin öncüsü olan kurulun (MK) içindeki öncü kadrolardır. Bu “öncünün öncüsünün öncüsü” edebiyatı ile çarpık ve keyfi bir yönetimin kapısı kolayca aralanabilmektedir.
Partide her komite (Merkez Komitesi dahil) bir “eşitler topluluğudur”. Oraya yeni katılan en genç üye de, o kurulun başkanı olan tecrübeli bir yoldaşla aynı yetkiye ve ağırlığa sahiptir, sahip olmalıdır. Sorun, bu ağırlığın hissedilmemesinde ve kimi kadroların prensip olarak kendi eşiti olan unsurlar için “bunlar bizim önderimiz, onlar daha yetkili, onların dediklerine uyum gösterelim” tarzında edilgen, boyun eğici ve zayıf tavırda yatmaktadır. Bu Lenin’in yıllar önce sosyalizm inşasının ilk yıllarında Rus emekçileri için (aslında her azgelişmiş ülke mensubu için geçerli olabilecek) “kendine verilen yetkiyi kullanmak yerine bunu bir üst otoriteye havale etme” şeklinde tasvir ettiği edilgen tavrın ta kendisidir. Bu yukarda belirttiğimiz gibi pratik bir işleyiş ilkesi olan merkeziyetçiliği bir “otoriteye boyun eğme” refleksine çeviren, dolayısıyla merkeziyetçiliğe sınır koymayıp merkezi işleyişin son durağı olması gereken MK’nın içinde dahi fiilen tanımsız “merkezler” yaratan çarpık tavırdır. Meşhur halk deyişimiz burada devreye girmektedir: “Şeyh uçmaz, müritler uçurur”. MK içinde ayrı bir merkez aslında yoktur, bunu pasif tavırlarıyla insanlar yaratır. Bu fiili durum yalnızca komite işleyişini deforme etmekle kalmaz, aynı zamanda bu “tanımsız merkez” olarak algılanan unsurları da deforme eder, onlar da sürekli bu edilgenlikle karşılandıkları takdirde kurul içinde bildiğini okuyan, sorgulanmayan, kişisel tasarrufları ile iş yürüten ve giderek işleyişe zarar veren unsurlar haline gelirler.
Bunu aşmanın sihirli bir formülü yoktur; çözüm kadroların bilincinde, komünist sorumluluk hissinde, eleştiri ve şeffaflıkta yatmaktadır. Bir kurul toplantısında herhangi bir üye (başkan dahil) “biz şöyle düşündük” deyip bir kararı empoze etmeye çalıştığında bu “biz”in kim olduğu, kurul dışında herhangi bir “biz”in söz konusu olamayacağı kesin bir dille ortaya konulmalıdır. O kurul işleyişi dışında birtakım “ön toplantı ve istişarelerin” sıklaştığı hissedildiği anda kurul açık ve net tavır almalı, tüm karar ve tartışmaların yerinin kurul olduğu hatırlatılarak “kurul içinde fiili kurul”a izin verilemeyeceği, bunun (niyet ne olursa olsun) bir tür “tersten hizip” olacağı kuruldaki en saygın yoldaş dahi olsa suratına söylenmelidir. “Kaç yıllık yoldaşım olan XX’i üzmeyeyim”, “ZZ yoldaşla ters düşmeyeyim, pozisyonumu etkiler” “AA yoldaşı kızdırmayayım” gibi komünist duruşa yabancı tavırlar varlığını sürdürdükçe, herhangi bir partinin merkezi işleyişi içinde “partinin sahipleri”nin zuhur etmesi kaçınılmazdır.
1979 SEÇİM BAŞARISIZLIĞI: TABANDA VE YÖNETİMDEKİ SÜREÇ
1979 yılında mecliste boşalan sandalyeler için bir ara seçim kararı alındığında, TİP İstanbul’dan aday olarak Behice Boran’ı çıkardı. TKP de benzer şekilde İKD Genel Başkanı Bakiye Beria Önger’i aday olarak belirledi.
Seçim sonuçları TİP için gerçek bir başarısızlık ve hayal kırıklığı oldu. Boran yoldaş 7315 oy aldı; kamuoyunda Boran’dan çok daha az tanınırlığı olan TKP adayı Bakiye Beria Önger ise açık ara daha fazla (sanıyorum bu sayının 3 misli civarında) oy elde etti. Buna rağmen bu sonucun TKP camiasında da (sahip oldukları kitlesellik ve örgütsel olanakları düşünerek) bir başarı tadında algılanmadığını belirtmek gerekir.
Bu resim tüm TİP örgütünü ciddi olarak sarstı, her kademede partililer 1975’ten beri birikmiş olan sorunları tartışmaya ve örgütsel-siyasal bir atılımın nasıl yapılması gerektiğini sorgulamaya başladılar. Bu süreç, tabanda ve parti merkezinde farklı şekil ve içerikle sürdü.
Tabandaki militanlar olarak, yıllardır gerek günlük mücadeleyi, gerekse daha kitlesel ve aktif olan diğer devrimci grupların pratiğini gözleyerek bir dizi konuyu tartışmaya ve eksikliği yüksek sesle dile getirmeye başladık: Yerellerde süren ve siyasi gündemi belirleyen anti-faşist mücadelede daha aktif olmak, yasal parti olarak varlığımızı sürdürmenin yanı sıra bu çerçevenin dışında olanaklar ve yapılar geliştirmek, diğer sol dünyaya kapalı fanus durumundan çıkarak teorik konularda tüm üyeleri yetkinleştirmek, sınıf içi çalışmada yapılan tasfiyeleri “üzüntüyle izlemek” yerine daha sonuç alıcı ve yırtıcı bir tavır geliştirmek, parti içinde devrimci duruşu ve coşkuyu yükselten bir tarzı ve kültürü egemen kılmak, disiplini artırmak gibi hedefler tabandaki tartışmalarda (en azından benim şahit olduğum çevrede) öne çıkıyordu. Öte yandan TSİP ve TKP gibi ortak değerleri paylaştığımız örgütlerle siyasal birleşme hedefine olumlu bakılıyordu. Özellikle TKP, 1978 sonrasında “CHP ve ulusal burjuvazi” edebiyatını bırakmakla kalmamış, sendikal planda rekabet sürmekle beraber TİP’e karşı dostça ve pozitif bir tavır takınmaya başlamıştı; bütün kaygımız bu birliğin doğru ve devrimci ilkeler temelinde gerçekleşmesiydi. Birlikte mücadele ettiğimiz İGD’li arkadaşlarla hemen hemen hiçbir sorunumuz yoktu; yegâne kaygımız TKP yönetiminde geçmişteki makyavelizmin uzantısı olabilecek sağ ve uzlaşmacı tavırların yeniden ortaya çıkma ihtimaliydi.
Yukarda, yani MYK içinde ise tartışmanın başka bir mecrada sürdüğünü öğreniyoruz. Silier kitabında öncelikle o güne kadar MYK içinde belirleyici olmuş kadroların (Nihat Sargın ve Can Açıkgöz başta olmak üzere) ciddi eleştirilerle karşılaştığını, Silier’in de içinde olduğu bir grup MYK üyesinin 2 hedefte ısrar ettiğini aktarıyor: Tüm anti-faşist güçleri birleştirecek bir Cephe ve bu cephenin hedefleyeceği Demokratik, anti-faşist anti-emperyalist ve anti-tekel bir iktidar, ve bu hedef doğrultusunda uluslararası çizgideki 3 komünist oluşumun, TİP, TSİP ve TKP’nin tek parti halinde birleşmesi. Belli tartışmalardan sonra Behice Boran dahil tüm MYK bu hedefleri kabul etmiş ve bu doğrultuda “Tek Parti-Tek Cephe” broşürü partinin resmi ve merkezi kararı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak okuduğumuz kadarıyla bu ortak karar dahi MYK içinde geçmişten gelen gerilimleri, kadrolar arası çatışmaları ortadan kaldırmamış, bu yeni perspektif altında da gerilim sürmeye devam etmiştir.
Bugünden baktığımızda, “Tek Parti-Tek Cephe” broşürünün siyasi içerik olarak doğru olduğunu, ancak TİP’in o dönemki sorunlarının çözümünün bu broşürün içeriği ile sınırlı olamayacağını söylemek zorundayız. Aksini iddia etmek, Türkiye solunda “siyasi programdan mucize bekleme, doğru bir siyasi programın başarının tek garantisi olduğu” yönündeki illüzyonun uzantısı olurdu. Partinin kimliği ve varlığı program ve tüzükten ibaret değildir; onlar kadar önemli olan ise çalışma tarzı ve örgütlenme anlayışıdır. Partinin en alt birimlerine, en kılcal damarlarına kadar uzanan pratik alışkanlıklar, refleksler sorgulanmadan, yukarda dile getirdiğimiz (ve tabandaki militanlar olarak etimizde kemiğimizde hissettiğimiz) eksik ve zaaflar adreslenmeden, onları dönüştürecek bir kampanya ve çalışma hattı formüle edilip hayata geçirilmeden, tek başına anti-faşist güçlerin birleşmesi (Tek Cephe) ve komünist örgütlerin birleşmesi (Tek Parti) hedeflerini koymanın umulan atılımı sağlaması mümkün değildir. Nitekim pratikte de sağlayamamıştır.
Bu konuda sorumluluğun tüm MYK’da, sadece Boran ve Sargın yoldaşların başını çektiği MYK çoğunluğunda değil, Silier’in “devrimci muhalefet” olarak adlandırdığı MYK azınlık ekibinde de olduğunu belirtmek istiyorum. Nitekim Silier kitabında yerelde atılabilecek somut pratik adımlar arasında “mahallelerde güç birliği yapmak, bir araya gelmek ve faşistleri izole etmenin yöntemlerini bulmak”13 önerisini getirmektedir. Silier’e olan tüm saygımla, bunu anlamsız bir öneri olduğunu söylemek zorundayım. O dönemde hepsi tek tek birer ölüm makinasına dönüşmüş olan faşistler “izole edilemez”, onlar sadece (bugün devletin devrimciler ve Kürtler için kullandığı meşhur deyimle) ancak ve ancak “etkisiz hale getirilebilirler”. Bunun da yolu, yöntemleri ve gerekli kıldığı yapı bellidir. Partinin 1975’ten beri bu konuda süren aymazlığının “devrimci muhalefet”te de sürdüğü ortadadır; bu konuda hayatın dayattığı bu görevin gereğini yerine getirmek, gene MYK’dan (son dönem genç üyeler olarak MYK’ya giren U.C. ve A.A dışında) hiçbir fikirsel veya maddi destek ve yönlendirme almamış olan tabanda ve orta kademedeki cesur ve cefakâr üyelere düşmüştür
Bu noktada, sürecin sonraki gelişmelerine değinmeden önce, bugün de ikinci TİP konusunda kimileri tarafından sürdürülen ve 1980 sonrasında sol içinde yükseltilen bir saçmalığa değinmek gerekir:
“DİREKT SOSYALİST DEVRİM” FİYAKACILIĞI
Tarihçi-araştırmacı Gökhan Atılgan yazdığı Behice Boran biyografisinde yıllar boyu “sosyalist devrim”i savunan Behice Boran’ın “anti-faşist demokratik iktidar” hedefini benimsemesini şöyle formüle etmektedir:” Bu, politikacı Behice Boran’ın teorisyen Behice Boran’a galebe çalmasıdır” Aslında Behice Boran’a saygıyı sürdürme duyarlılığında olan yazarın söylemek istediği herhalde şudur: “Boran politik amaçlar uğruna teorisyen hassasiyetini bir kenara bırakmış, teorinin saflığından ve doğruluğundan taviz vermiştir” Silier kitabında bu yaklaşımı haklı olarak eleştirmektedir14; ancak bu noktada derinleşmekte yarar vardır. Önce Atılgan ve onun gibi düşünenlere şunu söyleyelim: Davulun sesi uzaktan hoş gelir! 12 Eylül arifesinde milyonları, on milyonları, sokaktaki sıradan vatandaşı kapsayan ve harekete geçiren faşizmi geriletme ve yıkma hedefinin yakıcılığını ve gerilimini yaşamamış bir unsurun, yıllar sonra “teorik saflık” adına bu tarzda ahkam kesmesinin nasıl bir apolitiktik olduğunu anlatmamız gerekir.
Başta şunu belirtelim: Boran yoldaşımız tarihe mal olmuş değerli bir liderdir; ve tüm devrimci önderler gibi (Marx ve Lenin dahil!) onun da şu veya bu konuda hataları olabilir; bunlar bir saygı çerçevesinde eleştirilebilir ve eleştirilmelidir. Burada sorun Boran’ın eleştirilmesi değil, Boran’ın yanlış bir noktada eleştirilmesidir, ve bu eleştiri Türkiye solunda 1980 sonrası birden zuhur eden çarpık bir politik mantığın uzantısıdır.
Dediğimiz gibi 1980 sonrasında, sosyalist solun asli bir siyasi oyuncu ve iktidarı tehdit eden bir güç olmaktan çıkıp atomize olduğu bir ortamda tuhaf bir “direkt sosyalist devrim” şampiyonluğu zuhur etmiştir. Öncelikle bugünkü SİP-TKP başkanı Kemal Okuyan tarafından, ancak onunla birlikte (ondan geri kalmayacak şekilde) reel sosyalizmin yıkılışından sonra yaygınlık kazanan bazı Troçkist ekipler tarafından “direkt sosyalist devrim” anlayışı bir tür “devrimci namus”, “devrimciliğin temel kriteri” olarak lanse edilmeye başlanmış, “sosyalist devrimden aşağısı bizi kurtarmaz” fantezisi yaygınlaşmış, “direkt sosyalist devrim” bir tür politik-teorik fiyaka olarak “sosyalist devrimi sadece biz savunuyoruz” (sanki diğer sosyalistler “Birinci Tarımsal Devrimi” savunmaktadır!) sözleriyle bu yaklaşımı esnetmeye çalışan herkes MDD’ci, ve “milli burjuvazi takipçisi” haline getirilmiş; daha da ileri gidilerek (solda “bütün kötülüklerin kaynağı Stalin” efsanesiyle birlikte) “demokratik devrim veya demokratik halk devrimi Stalinizmin bir icadıdır” gibi embesil yorumlar dahi yapılmıştır.
Bizi bıktırmasına rağmen tekrar ve tekrar söyleyelim: Türkiye’de “kapitalizmin gelişmesini beklemek ya da burjuva demokratik devrim yapmak” söz konusu değildir, bunlar 1960’larda tarihe gömülmüş yanlışlardır. Türkiye’de bir “ilerici burjuvazi”, “milli burjuvazi”, “ulusal burjuvazi” yoktur, olmamıştır ve olmayacaktır. Her komünistin görevi, varlık sebebi sosyalist devrimi yapmaktır. Bugün de tüm sosyalistlerin (bu arada üyesi olduğum yeni TİP’in) hedefi sosyalist devrimdir; ancak bizzat sosyalist siyasal devrimin, yani komünist güçlerin iktidarı ele geçirmesinin bir süreç olduğunu, kendi içinde dönemeçleri, farklı birliktelikleri, safhaları, (adıyla söylemekten çekinmeyelim, çarpılmayız!) “aşamaları” vardır, olacaktır. Ekim devrimi başta olmak üzere (“Şubat devrimi olmasaydı Ekim devrimi hayal bile edilemezdi” gerçeğini kafamıza kazıyarak!) tüm 20. yüzyıl sosyalist devrimlerinin (Çin, Küba, Vietnam, Bulgaristan, diğer Doğu Avrupa halk demokrasileri) gerçeği budur. “Bir, iki, üç, tıp!” dercesine bir direkt sosyalist devrim yoktur, olmamıştır, bunu tahayyül etmek dahi bir yandan devrim tarihlerini okumamaktan kaynaklanan bir cahillik, öte yandan hayattan kopuk politik kurgularla kendi ruhunda ideolojik huzuru arayan unsurların yüzeyselliğidir.
Bu konuya bu kadar sert deyimlerle girmemizin sebebi ise 1975-80 arasında anti-faşist mücadelenin acil görev ve hedeflerini atlayarak yapılan bir “sosyalist devrimcilik”in ne denli sınırlayıcı ve mücadele dışına itici olduğunu somut deneylerle yaşamış olmamızdır. Tek bir anımı aktarmanın yeterli olacağını düşünüyorum: 1980’de Kemal Türkler öldürüldüğünde devasa bir işçi kitlesi Aksaray Vatan caddesinin başında toplanmıştı ve muazzam bir öfke sergiliyorlardı. Faşistlerin öldürdüğü tarihsel başkanlarının hesabını sormaya ant içmişlerdi ve karşılarına çıkabilecek her hedefi (MHP’li, polis, asker…) resmen paramparça etmeye kararlıydılar (bunlar zaten o gün ortadan kaybolmuştu!). Biz TİP korteji olarak, işçilerin sempati dolu bakışlarıyla alana vardığımızda ise attığımız ilk slogan şu oldu: “Sosyalist Türkiye”. İşçiler bize uzaydan gelmiş varlıklar gibi baktılar. Bu bir tek bizim, TİP’in attığı bir slogan olduğu için kendi kimliğimizi vurgulamak istemiştik; ancak bu geçmişten gelen reflekslerin yarattığı tam bir apolitiklik örneği idi (sonradan ortak anti-faşist sloganlar atmayı akıl ettik). Bizi izleyen işçilerin suratındaki hayal kırıklığını, “bu mudur? Bize şu an göstereceğiniz hedef bu mu?” ifadesini anlatmaya satırlar yetmez. Kaldı ki işçilerin “sosyalizm”den rahatsız olmaları söz konusu bile değildi; zira onların en bilinçsizi bile DİSK’in A tipi, B tipi eğitimlerinde en azından “sosyalizmin işçiler için iyi bir şey” olduğunu biliyorlardı. Ama o anda hedef ne “sosyalist devrim”, ne de “Sosyalist Türkiye” idi. İşçilere gösterilmesi gereken hedef ülkeye kâbus gibi çöken ve darbenin yolunu döşeyen Sıkıyönetimi anti-faşist bir genel grev ya da işçi-halk ayaklanması ile yıkmak, bu çerçevede “MHP’yi kitlesel ve her türlü yöntemle ezmek”, “onun arkasındaki güç olan devlet içi karanlık odakları kapattırmak” ve bunları yapmaya niyetli herkesle (CHP tabanındaki demokrat unsurlar dahil) birlikte davranmak olmalıydı. Bu “sosyalist devrim” değildi, ancak o koşullarda sosyalist devrime giden tek yolun da bu olduğu, bu cinayet ve zulüm odakları bir kez temizlenince ülkede sosyalist bir iktidara giden yolun da açılacağı açıktı. Bu açıdan Boran yoldaş başta olmak üzere MYK’nin belirlediği “anti-faşist devrimci demokratik iktidar” son derece doğru ve isabetli bir karardı, “teorinin sulandırılması” falan da değildi!
Bu “direkt sosyalist devrim” şampiyonluğunun apolitikliğini ve sağcılığını 1980 sonrası devrimci kuşaklar Gezi ayaklanmasında yaşadılar. 2013’te milyonlar sokağa dökülüp düzeni sarstığında “bu sosyalist devrime hizmet eden bir hareket değil, parti önderliğinde gelişmiyor, dolayısıyla bu küçük burjuva bir hareket ve bir tezgahtır” yorumunu yapan Kemal Okuyan ve ekibi TKP üyelerinin bu harekete katılmasını yasakladılar. Ama o partideki dürüst ve basiretli sosyalistler tüm enerjileri ile Gezi’ye katıldılar; çünkü sosyalist devrimin siyasal ordusu, kendiliğinden dahi olsa gericiliğe karşı halkı kapsayan kitlesel hareketlere katılmak, onun içinde tüm enerjimiz ile yer almak ve ona, emekçileri bir sonraki safhaya taşıyacak gerçekçi hedefler koymakla mümkündür (Gezi’de bu hedef AKP iktidarının yıkılmasıydı; hala da öyledir). Mevcut politik gündemi ve kitlelerin bu konudaki tepki ve hedeflerini göz önüne almayan, salt partinin büyümesi ve yönetmesi etrafında gelişecek bir “sosyalist devrim” anlayışı, kelimenin tam anlamıyla “çevrim dışı” (offline) bir devrimciliktir, komiktir, sağcılıktır, Gezi örneğindeki Okuyan ekibinin tavrı gibi traji-komik noktalara götürür.
Bugün AKP diktatörlüğünün ciddi bir kriz yaşadığı şu günlerde, CHP’nin belirleyiciliğinde dahi olsa oluşan halk hareketine tüm gücümüzle katılmak bir görevdir, sosyalistler de bunu yapmaktadır. Ancak Saraçhane ve Maltepe (ve devamı da gelecek) mitinglerde “kimliğimizi vurgulama” adına sadece sosyalist sloganlar (Yaşasın sosyalizm! Sosyalist Türkiye, Kahrolsun Burjuvazi…vs) atmak bizi sadece o hareketin demokrat tabanına yabancılaştırmakla kalmaz, önümüzdeki ana halka olan “AKP’nin yıkılması” hedefini de (“ilerideki güzel günler” adına) bulanıklaştırır. Sosyalist mücadele sadece gelecekteki nihai hedefi habire vurgulamak değil, kitleleri buna giden yolda bir sonraki adıma, seviyeye taşıyacak ara hedefleri tanımlamak ve gerçekleştirmekten geçer. Bunu anlamayanlar sosyalist siyasetten bahsetmeyi bırakmalıdır.
MYK’DA BÖLÜNME: ÇOĞUNLUK VE AZINLIK
Silier çok sayıda belge ile beslediği çalışmasında, TPTC’nin yazılması sürecinde TİP MYK’sında giderek kristalize olan bir ayrılığı ve bir saflaşmayı aktarmaktadır. Bir tarafta Orhan Silier, Gündüz Mutluay, Yalçın Cerit, Yavuz Ünal, Mehmet Aközer, İbrahim Sönmez, Yavuz Çizmeci gibi MYK ve BK üyelerinden oluşan bir “azınlık”, öte tarafta ise başta Nihat Sargın olmak üzere Can Açıkgöz, Osman Sakalsız ve diğer üyelerden oluşan bir “çoğunluk”. Behice Boran ise bu resim karşısında önce sessiz ve tarafsız kalmış, sonra net olarak “çoğunluk” ile birlikte tavır almıştır.
Bugün, gerek o dönemki yaşanmışlığın kafamızda kalan bilgilerini, gerekse Silier’in kitabında sunduğu belgesel bilgileri bir araya getirdiğimizde bu bölünmeye ilişki şu yorumu yapmak mümkündür:
-
“Bu bölünme, ideolojik veya politik ilkeler-hedefler etrafında bir bölünme değildi. Her iki “taraf” da a) 3 partinin (TİP, TSİP, TKP) tek bir Komünist özne olarak birleşmesini b) tüm anti-faşist güçlerin ortak cephesini c) yakın hedef olarak bir anti-faşist devrimci-demokratik iktidarı hedefliyordu. Daha sonra bu bölünme keskinleşip 3. Kongreye giden süreçte MYK adına 2 adet farklı kongre raporu çıktığında, bizler tabandaki militanlar olarak bu iki metin arasındaki farkı (satır aralarında dahi) bulamadık. Bu raporların öyküsüne de aşağıda bir ara değineceğiz.
-
O zaman bu bölünme “kişisel” miydi? Bu da oldukça yüzeysel ve yanlış bir yorum olacaktır. Sorun esas olarak o güne kadar parti yönetiminde birikmiş gerilimlerin, bastırılmış tartışmaların 1979 seçim yenilgisi ve ortaya apaçık çıkan siyasal başarısızlık resmi karşısında (tıpkı tabanda olduğu gibi) patlaması ve parlamasıdır. MYK içinde partide köklü bir yenilenme isteyen kadrolar seslerini yükseltmiş, sert eleştiriler yapılmış, partideki statükonun o güne kadar savunucusu ve sorumlusu olan kadrolar susmak ve geri adım atmak durumda kalmıştır. Bunun sonucu, o güne kadar lafı bile edilemeyen açılımlar (birleşme, anti-faşist iktidar gibi) MYK içinde sonra azınlık olacak unsurların baskısıyla kabul ettirilmiştir. Silier kitabında TPTC tezlerinin çoğunluk tarafından “gönülsüzce” kabul edildiğini iddia etmektedir15, bu iddia, tartışmalar öncesi MYK’daki ideolojik-politik statüko göz önüne alındığında makul gözükmektedir.
-
Bu süreçte, birlikte benimsenen ideolojik-politik tezler ne olursa olsun, onu uygulaması beklenen kadrolar arasında karşılıklı güvensizlik kendini belli etmeye başlamış, bir yandan o güne kadar TİP yönetimindeki statükoyu oluşturan kadrolara karşı kendini belli eden bir güvensizlik, öte yandan o statükoyu kurmuş kadroların kendi emeklerinin (ve etkilerinin) inkâr edilmesine karşı kendilerini koruma refleksi ayrışmayı ve gruplaşmayı tırmandırmıştır. Bir noktadan sonra tartışma TPTC tezleri ve bunların nasıl uygulanacağına ilişkin değil, “TİP’in bilimsel sosyalist niteliğinin tartışma konusu yapılması”, “eleştirilerin inkarcılık noktasına varması” gibi muğlak noktalara kilitlenmiş, bu kilitlenme de parti için beklenen atılımın oluşmasını engellemiştir.
-
Bu ayrışma “yenilenme isteyen kadrolar” ile “tutucu, muhafazakâr” kadroların ayrışması mıdır? Silier, ayrışmayı bu şekilde sunmaktadır; kanımca bu iddia ancak kısmen doğrudur. Birincisi, gençlikte (hem Genç Öncü, hem de partideki genç kadrolar) arasında devrimci bir yenilenmeden yana büyük bir eğilim ve potansiyel vardı; ancak Silier’in “devrimci muhalefet” adını verdiği azınlık eğilimi bunu tümüyle yanına almayı başaramadı. Burada 2 adım, daha doğrusu 2 hata belirleyici olmuştur. Birincisi, genç üyelerin o dönem (tıpkı azınlık ekibindeki Orhan Silier ve Yalçın Cerit için olduğu gibi) büyük saygı duyduğu ve ciddi bir yenilenmeden yana olduğunu bildiğimiz Umur Coşkun ve Abdurrahman Atalay gibi kadrolar bu azınlık tarafından kazanılamamıştır. Ancak ikinci bir hata burada daha da belirleyici olmuştur.
-
Bu hata, İstanbul İl kongresine giden süreçte, Eminönü ilçe kongresindeki gelişmelerdir. Bu kongrede, hem yıllar boyu Eminönü ilçe örgütünün başkanlığını yapmış, hem de Genç Öncü’nün yalnız İstanbul örgütünde değil tüm Türkiye organizasyonunda saygın bir lider ve yönetici olan Ziya Sifoğlu yoldaşımız garip bir kulis oyunuyla kongre delegeliğinden düşürülmüştür. Bu kombinasyonda, o ilçede kayıtlı olan azınlık yanlısı bir MYK üyesinin ve ona yakın kadroların dahli açıkça anlaşılmış, bu durum (ben dahil) birçok genç üyede şok etkisi yaratmıştır. Azınlığın yaklaşımlarına (ve kimi isimlerine) daha fazla sempati duymamıza rağmen bu gelişme resmi değiştirmiş, Çoğunluk ekibi bu gelişmeyi “partinin varlığını korumak isteyenlerle ona karşı garip hesapları olan bir ekibin çatışması” olarak lanse etmeyi ve bizlere kabul ettirmeyi başarmıştır. Bu lanse edilen resim doğru olmayabilir, ancak bu gelişmeler bu yanlış resmi meşru kılmıştır. Sonuçta gençliğin büyük kısmı (MYK’ya yönelik eleştirilerimiz olmasına rağmen ve bunları saklı tutmak kaydıyla) Çoğunluk yanında saf tutmuştur. Silier bu durumu “İstanbul İl kongresinde Sağ (Çoğunluk), kendini Sol ile kılıfladı”16 şeklinde ifade etmektedir ve doğrudur. Ancak kanımca o dönemde “Sol”u yanına almamak, Azınlık muhalefetinin de temel hatası olmuştur.
-
Buna rağmen, Silier başta olmak üzere azınlıkta yer alan yöneticilerimize karşı yoldaşça bir saygı ve demokratik işleyişte haklarını tanıma tavrı hepimizde varlığını sürdürmüştür. Ta 12 Eylül 1980’e kadar.
-
MYK’dan gelen 2 rapor: Bunun öyküsünü Silier ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Önce Azınlık grubu ayrıntılı bir politik rapor hazırlamış, daha sonra rapor hazırlamak için “ek süre isteyen” Çoğunluk, bir süre sonra Azınlık raporunun içinden belirli fikir ve ifadeleri aynen alarak benzer bir rapor hazırlamıştır. Yukarda da belirttiğimiz gibi, bu 2 rapor arasında hiçbir anlamlı siyasal-stratejik-taktiksel ayrım yoktur; ve Silier’in iddiası doğruysa, Çoğunluk, Azınlık raporu ile aynı politik tezleri savunarak “meselenin politik bir ayrım değil, partinin varlığını koruyanlarla onu inkâr edenler (ya da “onu başka bir örgütün kuyruğuna takmak isteyenler”)” arasında olduğu görüşünü hâkim kılmak istemiştir. Meselenin özü ise, 75-79 arası süreç sonunda ortaya çıkan başarısızlığın yükünü taşıyan ve yıpranmış olan kadroların, kendi güçlerini koruma ve sürdürme mücadelesidir.
-
Tasfiye: MYK’da tırmanan gerilim sonunda Azınlık içinde yer alan ve aslında bazıları (Silier gibi) görevlerinde başarılı olan MYK kadroları MYK ve BK’daki görevlerinden alınmıştır. Yukarda da belirttik: Daha anlamlı bir politik ayrılığı içeren Sosyalist İktidar grubunun ayrılması dahi kaçınılmaz değildi ve daha iyi yönetilebilirdi. Buna karşılık, hiçbir politik-stratejik farklılık içermeyen 1979 Çoğunluk-Azınlık çatışması sonucu Azınlık kadrolarının tümünün görevlerinden alınması açıkça haksız bir tasfiye olmuştur.
12 EYLÜL VE SONRASI
12 Eylül 1980 darbesinin akabinde parti MYK’sı bir bildiri yayınlayarak “bu darbenin faşist bir darbe olduğunu” ilan etmiş, tüm üyeleri “partiye ve sınıfa güvenmeye, partiye sahip çıkmaya” çağırmıştır. Bu doğru ve alınması gereken tavırdı. Buna karşılık darbe partiyi kongreyi yapamadan yakaladığı için, oluşmakta olan kaosu durdurmak amacıyla “Azınlık grubunun tüm üyelerinin parti ile ilişkilerinin “dondurulduğu” ilan edilmiştir. “Üyeliğin dondurulması” şeklinde bir işleyiş ne tüzükte tanımlıydı, ne de daha önce pratikte gündeme gelmişti; bu tamamen olayların gelişimi karşısında alınmış anlık ve tanımsız bir çözümdü. İllegal döneme hazırlıksız giren TİP, bu eksikliğin acısını bu ve bunun gibi çok sayıda tanımsız, sübjektif, anı kurtarmaya yarayan ve giderek keyfileşme tehlikesini taşıyan uygulama ile yaşayacaktı.
Silier kitabında 80 sonrası Avrupa’da kendisinin ve diğer Azınlık üyelerinin faaliyetlerini aktarmaktadır. Sürekli olarak parti çalışmasına katılmak ve katkı sunmak isteyen Silier bu çabalarının (bir ara Avrupa’da basılan TİP yanlısı illegal yayın organı “Tek Cephe”ye yazı dahi yazmıştır) negatif bir tavırla karşılandığı ve parti kapılarının kendisine kapatıldığını iletmektedir. Diğer Azınlık mensupları da benzer bir tavırla karşılaşınca, çoğu Avrupa’nın siyasi mültecilik ortamında farklı arayışlara ve tavırlara girmiş, Azınlık grubu bütünlüğünü yitirmiş, partiye geçmişte ciddi katkıları olmuş bu yöneticilerin emeğinden yararlanma olanağı yaratılmayınca bu emek heba olup gitmiştir. Silier’i “dağılma süreci” kavramını kullanmaya iten gerçeklik de muhtemelen budur.
Bu noktada, artık parti içinde belirleyici olmaktan çıkan Azınlık-Çoğunluk çatışmasının ötesinde 1980 sonrasında partinin yaşadığı sürece odaklanmakta yarar vardır.
1980 SONRASI ÜLKE İÇİNDE TİP’İN DURUMU
1980 faşist darbesinden itibaren yöneticileri arasında olduğum İstanbul gençlik örgütü, Türkiye sorumlusu olan yoldaşa bağlı çalışmaya başlamıştı. O dönemde tespit ettiğimiz eksiklik ve dile getirdiğimiz ihtiyaç şuydu:
-
Darbe öncesi partide süren tartışmalar ve seçim başarısızlığından itibaren partiyi saran ölü toprağı sonucunda 12 Eylül darbesi partiyi çok elverişsiz bir durumda yakalamıştır. Örgütte büyük bir dağınıklık vardır, ilişkiler kopuktur, kısa zamanda güçlü bir toparlanmaya gidilmesi gerekir.
-
Partinin temel belgeleri olan program ve tüzük işlevsizdir. Partinin “demokratikleşmeden” bahseden 1975 programı geçersizdir; öte yandan 1975 tüzüğü bir yasal parti tüzüğüdür. Yeni dönemde siyasi ilkeleri ve çalışma prensiplerini toparlayan temel belgelere ihtiyaç vardır.
-
Prensip olarak bir kongre toparlanması ihtiyaçtır. Ancak mevcut koşulların ağırlığı göz önüne alınarak bu temel belgeler yetkili kurullar tarafından en kısa zamanda oluşturulmalı, partiye iletilmeli, ve örgütsel toparlanma bunlardan hareketle gerçekleşmelidir.
Bu talepler karşısında aldığımız cevap, “şu anda Birlik sürecinin sürdüğü, hiçbir şeyin birliğin önüne konulamayacağı” şeklinde oldu. Gerçekten Birlik, kısa zamanda ve pratik bir şekilde hallolunacak durumda olsaydı “TİP adına ayrı bir program ve tüzük”te ısrar edilmeyebilirdi. Sonuçta kısa zamanda çıkacak ortak bir Program ve Tüzük, ihtiyacımızı pekâlâ karşılardı. Ancak zaman geçtikçe Birlik’in o kadar kısa zamanda imdadımıza yetişmeyeceği ortaya çıktı, ve bizler, TİP’liler olarak pusulası olmayan gemiciler gibi mücadele etmek durumunda olduğumuzu anladık. Vaat edilen “Birlik”in 1988 yılında gerçekleştiği göz önüne alınırsa, bu birliği beklemenin ne denli gerçeklikten uzak bir yaklaşım olduğu anlaşılacaktır.
TKP İLE BİRLİK SÜRECİ
Yukarda da belirttiğimiz gibi 1980 sonrası TİP içinde olan hiç kimse (ben ve yakın çevrem dahil) TKP ile örgütsel birleşmeye karşı değildi ve 1975-77 arası TİP-TKP çatışmasının olumsuz anıları bizler için önemli olmaktan çıkmıştı. Ancak gene de TKP yönetiminin geçmişte “ulusal burjuvazi” ve CHP’yi “ulusal burjuvazinin ilerici kanadı” olduğu yönündeki tespitleri bizlerde az da olsa bir kuşkunun izlerini bırakmıştı. 12 Eylül sonrası kimi olgular, bu kuşkuları ne yazık ki daha da artırdı:
-
12 Eylül darbesini TİP, “faşist bir darbe” olarak nitelemesine karşın TKP yönetimi önce (uzun bir süre) “Cuntaya ayrımlı yaklaşmak” gerekir diyerek onu “askersel darbe” olarak niteledi17 ve “faşist” nitelemesini kullanmadı (aynı tavrı o dönem “Kurtuluş” hareketi de başta yapmıştır). Burada sorun sadece bir isimlendirme sorunu olarak gözükse dahi, politik olarak başka muğlaklıkların, bulanıkların da olduğu anlaşıldı. Nitekim darbenin hemen ertesinde TKP yönetimi (Atılım veya “TKP’nin Sesi” üzerinden) “MHP yanlısı bir darbeye dikkat!” çağrısı yaptı. Bu yaklaşıma göre “kötünün de kötüsü gelebilirdi”. Olabilecek en kötü şeyin geldiği bir ortamda bu tür tespitlerin ne denli kafa karıştırıcı olduğu ortadadır.
-
Bir diğer “arıza” aşağıdaki resimde somutlaşmaktadır:
Nisan 1981 yılında Avrupa’da TKP yanlısı bir ekip tarafından çıkarılan bir gazetede (“Kurtuluş Sosyalist Dergi” ekibinin yayın organıyla karıştırılmamalıdır) gördüğümüz bu resim ve makale, herhangi bir tartışmaya dahi gerek göstermeyecek bir utanç belgesi idi; hala da öyledir. Bizim için de o dönem (ve hala!) geçerli olan “Sovyetler Birliği’ne saygı duyma ve onu savunma”dan farklı olarak “Sovyetler Birliği politikası ile yüzde yüz uyum” gösterme adına kimilerinin ne kadar ileri gidebileceğini ve ne kadar alçalabileceğini gösteren bu belge, elbette o dönem hapiste ve dışarda cesurca mücadele eden TKP üyelerine genelleştirilemez; ancak yönetimde ne denli tehlikeli ve uzlaşmacı eğilimlerin var olabileceğini o dönem bizlere hissettiren bir belge oldu. Bu “uyum” hastalığının Gorbaçov ile birlikte nerelere varacağını hep birlikte yaşayacaktık.
-
1984’te TKP uzun bir çalışmanın ardından ünlü “Mustafa Suphi Tezleri”ni yayınladı. Bu belge 12 Eylül faşizmine karşı (bizim de 1979’dan itibaren savunduğumuz) anti-faşist bir demokratik iktidar”ın çerçevesini oluşturan bir dizi demokratik dönüşümü içeriyordu ve oldukça ayrıntılıydı. Ancak bu tezler dikkatle incelendiğinde “iki küçük (!) detayın” yer almadığını fark ettik: NATO’dan çıkma ve tekellerin gücünü kırma bu programda yoktu! NATO destekli bir faşist cuntanın başta olduğu, ve bu cuntanın tekellerin ekonomik programını bire bir uyguladığı bir ortamda bu dönüşümleri içermeyen bir “demokratik iktidar”ın mantığı neydi? Mantık aslında açıktı: O dönem cunta ile zıtlaşmaya giren Demirel ve AP gibi (“liberal” olarak nitelenen) güçleri de yanımıza alma niyeti, “devrimci-demokratik iktidar” programını sulandırmış, onu burjuvazinin belirleyici olduğu sığ ve Türkiye somutunda asla gerçekleşmeyecek bir “demokrasiye geçiş” programına indirgemişti. Böylece, daha sonra ne denli azgın birer gerici güç olduğunu somut olarak yaşayacağımız ve göreceğimiz Türk Sağının “sivil” temsilcisi Demirel ve AP’yi “anti-faşist cephe”ye katmakla kalmadık; aynı zamanda sosyalist devrimle bütünleşik bir aşama olan demokratik iktidara bir “üçüncü aşama” daha eklemiş olduk! Devrim yapmaya niyetiniz olmadığında aşamaların mantar gibi çoğalması kaçınılmazdır. Üstüne üstlük, NATO ve tekelleri es geçen bu yaklaşımın, “NATO’ya Hayır” kampanyasında Yılmaz Derebaşı’nı şehit veren TİP üyelerinin, ve K.Türkler’in cenazesine yalandan çelenk yollayan tekellerin örgütü (ve Türkler’in gerçek katili) MESS’in çelengini parçalayan TKP’li işçilerin ruhuna ne denli uygun olduğu da ortadaydı. Ancak Türkiye’de TİP’i temsil eden siyasi sorumluların da benzer bir mantığı savunduklarını görmeye, hissetmeye başladık.
-
TKP’nin TİP’e bakışı: O dönem TKP’nin gerek yönetiminde, gerekse tabanda TİP’le eşit bir zeminde ve karşılıklı saygı temelinde bir birleşme yanlısı kadrolar elbette vardı. Ancak Silier’in kitabında aktardığı kimi belgeler, bu konudaki bazı “farklılıkları” da ortaya koymaktadır. Silier’in ilettiği ve iki partinin MK’ları arasındaki yazışmaları içeren bazı belgelerde ilginç “düzeltmeler” dikkati çekmektedir. TKP MK’dan TİP’e yollanan bir mektupta TİP’e yönelik “yoldaşlar” ifadesinin üstü (mektuba son şeklini veren “birileri” tarafından) defalarca çizilmiş, onun yerine “arkadaşlar” ifadesi kullanılmıştır.18 Basit bir kelime seçimi gibi gözüken bu sorunun kaynağı bellidir: “Yoldaş” komünistlerin birbirine hitap ederken kullandığı bir sözdür; bunun TİP’e yönelik olarak kullanılmasının bilinçli bir şekilde reddedilmesinin anlamı açıktır: “TKP komünisttir, TİP ise legal sosyalist bir partidir, eşitimiz değildir, onlar “yoldaş” değil, sadece “arkadaş” olabilirler.” Burada iki çarpıklık vardır: Birincisi, diğer birleşeni kendi “eşiti” olarak görmeyen bir yaklaşımla bir birliğin olamayacağı, bu yaklaşımı savunan (tüm TKP yönetimi değil, oradaki bazı unsurlar) için bu birlik”in sadece TİP’i “yutma” ya da onu “kendi “kuyruğuna takma” olarak algılandığı açıktır. TİP üyelerini 1977’de işten attıran ahlaksız makyavelist tavır belli ki bu unsurlarda hala sürmektedir. İkincisi ise bu megaloman tavrın kofluğudur. “Ne de olsa biz illegaliz” diye kendini dev aynasında gören bu yaklaşım sahiplerine, statü olarak illegal olmanın TKP’nin başını göğe erdirmediğini, devletin darbeleri karşısında tüm diğer legal ve illegal sol örgütlerden daha başarılı bir performans göstermediklerini, TKP’ye yönelik “Kırmızı Fener Operasyonu” ile bu partinin de örgütsel yapısının dağıldığını, en az diğerleri kadar hem yiğitçe direnen, hem de teslim olan ve itirafçılığa varan unsurların çıktığını, tüm sol ile hemen hemen aynı örgütsel başarısızlığı ve çöküşü yaşadığı gerçeğini hatırlatmalı, bu gerçek suratlarına çarpılmalıdır. Bu ruh hastası megalomaninin TBKP sürecinin bitiminden sonra dahi TKP adına “kürekçi, kayıkçı, yelkenci” türü unsurlarda hala sürdüğüne gülerek şahit olduk.
-
Tüm bu gelişmelerden 40 yıl sonra bugün dahi kimi eski TKP yönetici kadrolarından şu yaklaşımı duyuyoruz: “O dönemde TİP’in illegal yapıya geçmesine gerek yoktu. Biz illegaldik; ama TİP buna uygun değildi. Doğru yaklaşım, TİP’ten birkaç yetkin yöneticiyi TKP’ye (İllegal yapıya) almak, kalan tüm TİP örgütünün bu illegal yapıya bağlı olarak yasal parti olarak çalışmasını sağlamak idi” Bu yaklaşımın ne kadar gerçek dışı olduğunu açıkça ortaya koymamız gerekir. Türkiye’de yasal bir sosyalist bir parti kurmak, (bir ajan olan ve devlet tarafından hep önü açılan Perinçek’in küçük kukla partisini saymazsak), 1991’de Sosyalist Birlik Partisi (SBP), 1992’de de Sosyalist Türkiye Partisinin (STP) kuruluşuna kadar mümkün değildi, gündeme dahi gelmedi (80’lerde Erdal İnönü’nün SHP’sine yapılan baskıları da hatırlayalım). Yasal bir sosyalist parti kurmanın hukuki hiçbir zeminin olmadığı bir ortamda “TİP de yasal parti olarak çalışsın” demek, TİP üye ve kadrolarını atalete, eylemsizliğe mahkûm etmekten başka bir şey değildi. TİP üyeleri siyaset yapacaklar, mücadele edeceklerse bunu 1991’e kadar illegal olarak yapmak durumundaydı, bunun gereği de (zorlukları ne olursa olsun) illegal bir yapıyı (yasal derneklerde çalışan illegal üyeler, bu üyelerin yapacağı illegal birim toplantıları, illegal bir yayın, onu destekleyen bir yayın ağı…vs) kurup geliştirmekti. “Niyet okuma” yapmak istemeyiz, ancak bu sözde “çözüm”, gücü o sıra oldukça azalmış olan TİP’i TKP olarak “yutmanın” yöntemi olarak gözükmektedir ve TKP yönetiminin geçmişteki makyavelizminin bir uzantısı izlenimini vermektedir.
Bu süreç, aşağıda da aktaracağımız gelişmelerle birlikte gitgide olumsuz ve çarpık eğilimlerin belirleyici olduğu bir noktaya evrildi.
“GENÇ PARTİZAN” GRUBUNUN AYRILMASI
Bu noktada, benim de içinde bulunduğum birçok genç TİP üyesinin ayrılma sürecine değinmek, tıpkı Silier’in yaptığı gibi, tarihe bir tanıklık etme görevi olarak önümüzde durmaktadır. Ancak şunu belirtelim: Her ayrılık sancılıdır, gergindir, üzücüdür ve bir tür yaradır. Bu süreci anlatırken mümkün olduğu kadar kişisel eleştiri, kişileri suçlama yaklaşımından uzak durmaya ve süreci politik ilkeler ve gerçekler üzerinden tarif etmeye çalışmalıyız, ve bunu yapacağız. Amaç, 44 yıl önceki bir gelişmeyi mümkün olduğu kadar soğukkanlı, duygusallıktan uzak bir şekilde aktarıp genç kuşakların yorum yapmasını ve ders çıkarmasını sağlamak olmalıdır. Ayrılmaya giden sürecin köşe taşları şunlar oldu:
-
Sürekli vurguladığımız gibi, 80 sonrası partide büyük bir dağınıklık vardı; kadro ve üyelerle bağ kurulmuyor, fiili bir likidasyon gelişiyordu. Her şeyi birliğe erteleme tavrının yanlışlığının ötesinde, mevcut Türkiye sorumlusunu ve organizasyonunu da pratikte başarılı bulmuyorduk.
-
Her şeyin kilit noktası haline getirilmiş olan “birlik” sürecinde, yukarda dile getirdiğimiz belirsizlikler (özellikle “liberallerle ittifak” perspektifi karşısında getirdiğimiz eleştiriler) tatmin edici cevaplarla karşılanmıyordu. 12 Eylül’ü yıkacak “anti-faşist iktidar” hedefinden aynı şeyi anlayıp anlamadığımız dahi belli değildi (TKP ve TİP’in sağ eğilimli unsurlarının bundan ne anladığını daha sonra anlayacaktık)
-
Baskı, işkence ve idamların tam gaz devam ettiği bir dönemde, faşist cuntanın lideri Kenan Evren sert protestolarla karşılaşacağı kesin olan hiçbir Avrupa başkentine, buraların burjuva hükümetleri tarafından dahi davet edilmezken, ilk yurt dışı daveti sosyalist Bulgaristan’dan almış, burada (devletin emriyle sokağa dökülen) halk tarafından alkışlanmış, kendisine Bulgaristan Halk Cumhuriyeti lideri Todor Jivkov tarafından “Koca Balkan Nişanı” takılmıştı (bizzat bu ziyaret esnasında 3 devrimcinin İzmir’de idam edildiğini hatırlatalım). Sosyalist bir ülkenin bu tavrının yanlış olduğunu, bunu hiçbir “barış” politikası adına mazur gösterilemeyeceğini söylediğimizde “proletarya enternasyonalizmi gereği bu politikaya uyum gösterilmesi gerektiği” gibi sığ cevaplarla karşılaştık (ayrıldıktan sonra ayrılan bizler için “anti-sovyetik bir ekip” denilecekti)
-
Bütün bu gelişmelerin içinde (Silier’in de kitabında perde arkasını aktardığı) Doğan Özgüden’in başında olduğu Demokrasi İçin Birlik (DİB) grubunun tasfiyesi haberi geldi ve bu haber de bizde şok etkisi yarattı. Doğan Özgüden o sıralarda olduğu gibi ta bugüne kadar asla yüz yüze temas kurmamış olmamıza rağmen doğru bulduğumuz ve saygı duyduğumuz bir politik figürdü (hala da öyledir). O sıralar 1961-71 döneminden beri TİP’in çizgisini yürekten savunduğu gibi, ta bugüne kadar birçok konuda (Kürt meselesi, Ermeni meselesi, CHP’nin konumu, Kemalizm’in eleştirisi, Avrupa’nın emperyalist politikaları…,) her zaman doğruları savunduğunu gördüğümüz Doğan Özgüden ve ekibinin partiden atılmasının hiçbir açıklaması yoktu. Silier, bunun perde arkasında Özgüden’in TKP’yi (son derece haklı nedenlerle) eleştirdiği ve Silier gibi azınlıkta olan yönetici kadrolara karşı takınılan tasfiyeci tavra ortak olmak istemediği için tasfiye edildiğini aktarmaktadır. TİP’e Avrupa’da ciddi bir destek sunan DİB ekibin tasfiyesinin partinin gücüne büyük darbe vuracağı açıktı.
-
DİB ekibin tasfiyesiyle birlikte yurt dışında Boran yoldaşımızın yaptığı bir açıklama, ipleri koparan son darbe oldu. 1981 sonu yaptığı açıklamada şunlar deniliyordu:
“Cuntaya karşı olmak, Cuntaya karşı mücadelede eylem birliği, cephe birliği için ilk şartsa da yeterli şart değildir. Maocularla, Sovyetler Birliği’ni, sosyalist ülkeler topluluğunu revizyonizm vb. ile suçlayanlarla, sınıfsal mücadelenin yerine bireysel terörizmi koyanlarla birlik olunmadığı gibi, Türkiye işçi sınıfının politik partisi olan TİP’in organlarının yetkilerini tanımayan, kendi hizipçi çıkarları için parti birliğinin kuyusunu kazanlarla da birlik olunamaz. Çünkü bu sıraladığımız tüm unsurlar faşist cuntaya karşı birleşik örgütlü mücadeleyi … zayıflatıcı, baltalayıcı rol oynarlar.”19
O dönem olduğu gibi bugün de büyük sevgi ve saygıyla bağlı olduğumuz Behice Boran’ın bu sözlerinin sadece yanlış olduğunu değil, aynı zamanda partinin resmi siyasi çizgisinin de açıkça inkârı ve ihlali olduğunu söylemek zorundayız. 1977’de çıkan “Örgütlü Birleşik Güç Yenilmez” broşüründen itibaren anti-faşist mücadelede SSCB’yi “revizyonist” diye eleştiren, ancak anti-faşist mücadelede tartışılmaz bir öneme sahip Devrimci Yol, Devrimci Sol, Kurtuluş, Acil, MLSPB ve diğer akımlarla, partinin de bilgi ve onayıyla hep birlikte ve omuz omuza mücadele edegelmiştik. Dahası, anti-sovyetik sloganları dayatmadıkları özel momentlerde, pratiğin içinde Halkın Kurtuluşu gibi samimi anti-faşist gruplarla dahi yan yana gelebiliyorduk. Boran yoldaşın bu sözleri hangi (bilmediğimiz) gerekçelerle ve hangi halet-i ruhiye içinde söylediğini bilemiyoruz. Ancak anti-faşist cepheyi TİP-TSİP-TKP ile sınırlayan Boran‘ın bu sözlerinin politik ilkelerimizde bir tür likidasyon ve muazzam bir kafa karışıklığı yarattığı ortadadır.
Sonuçta 1981 yılında yukarda aktardığımız tüm gelişmeleri alt alta koyduğumuzda, Türkiye’de mücadele eden genç kadrolar olarak karşımıza açıkça çıkan resim şuydu: Parti kontrol edilemeyen bir dağınıklık içindedir, birlik sürecinin nereye gittiği belli değildir, birtakım partili ekipler anlaşılmayan sebeplerle tasfiyeye tabi tutulmakta, partinin en yetkili ağzından partinin 6 yıllık temel çalışma ilkeleri ret ve inkâr edilmektedir, sonuçta parti belirsizliğe ve erimeye doğru gitmektedir. Partiye, mücadeleye sahip çıkmak şarttır; bunu da tüm bu somut olgulara tatmin edici bir cevap vermeyen Parti önderliği ile yapmak imkânsız hale gelmektedir. Bu tespitlerle 1981 sonuna doğru benim de içinde bulunduğum grup yoldaşla TİP’ten ayrılarak önce “Genç Partizan” grubunu, daha sonra da illegal planda “Komünist”, sonra yasal planda da “İktidar Yolu” ve “Fabrika” dergileriyle devam edecek olan bir siyasi oluşum yaratarak yolumuza devam ettik.
Sonrasında “Fabrika” oluşumu olarak tek başımıza Türkiye solunu ve işçi sınıfını sürükleyen bir başarı öyküsü belki yaratamadık (o sıralar kimse yaratamadı); ancak siyasi gündemin her alanında, Kürt meselesinden Büyük Madenci grevine, Kuruçeşme sürecinden gençlik mücadelelerine ve sendika ve oda örgütlenmelerine kadar her alanda var olan, tavır koyan, taraf olmayı ve katkı yapmayı başaran bir yapı olduk, çok sayıda (bugün çoğu hala mücadeleye devam eden) kadro yarattık. 2017’de de bir kısmımız yeni kurulan Türkiye İşçi Partisine, bir kısmımız da Kürt hareketi ile birlikte Türkiye sosyalistlerinin mücadelesini örgütleyen HDK oluşumuna katılarak sosyalizm mücadelesine emek vermeye devam ediyoruz.
Bugünden baktığımızda, tıpkı önceki ayrılıklar için sorduğumuz soruyu kendimiz için de sormak zorundayız: Bu ayrılık engellenebilir miydi? TİP’ten 1981’de ayrılan genç kadrolar olarak ayrılmak yerine TİP içinde kalarak eleştirilerimizi o zeminde yapıp partiyi daha sağlıklı bir noktaya çekebilir miydik? Ayrıldığımız sıra TİP MYK üyesi olan bir abimizin “Yazık oldu. O gençleri mutlaka partide tutmalıydık” dediğini sonradan öğrendik. Ne yazık ki bu sorunun cevabı da diğer durumlar için verilen cevabın aynısıdır: O dönemde mevcut ve egemen “parti”, “parti birliği”, “yekpare yapı” anlayışı, içindeki farklılıklar ile birlikte var olan ve büyüyen parti kavramından son derece uzaktı. Sadece Azınlık grubunda yer alan parti liderlerini değil, Doğan Özgüden gibi yıllardır TİP’e destek veren önemli bir kadroyu dahi bir kalemde dışlayabilen bir yönetimin, farklı ve sol vurgular yapan bir gençlik grubuna hiçbir şans tanımayacağı ortadaydı. Öte yandan bugünden açık olarak görünen şudur ki, 1981’de ayrıldığımız sırada başladığını hissettiğimiz sağa kaymadan TBKP’ye kadar olan süreçte, ortaya çıkacak (ve aşağıda değineceğimiz) çok daha yıkıcı deformasyonlarla aynı örgüt içinde kalmamız zaten mümkün olamazdı. Bu, aşağıda aktaracağımız olgular ışığında daha net anlaşılacaktır.
TBKP’YE GİDEN SÜREÇ
Ayrıldıktan sonra TİP içinde oluşan gelişmeleri sadece dışardan izleme şansımız oldu (ilginç ayrıntıları Silier kitabında aktarmaktadır). TİP, başta yayına hazırlanmasına bizim de katkıda bulunduğumuz ve düzgün bir içerikle çıkan “Yarın” dergisi ile bir kitle bağı kurmayı başardı; ancak partinin gerek ideolojik hattındaki evrim, gerekse merkezdeki kadro durumu tehlike sinyallerini daha da artırmaya başlamıştı. Bu süreci hem ideolojik, hem de pratik boyutta ele alalım:
Öncelikle 1985’te Gorbaçov’un SBKP liderliğine gelmesiyle birlikte tüm dünya solunda bir “Gorbaçov rüzgârı” esmeye başlamıştı. Ancak herkes bu rüzgârda kendi umduklarını görmeye çalıştı, kendine uygun düşen unsurları seçti. Bizim grubumuz da, tıpkı o dönem temasta olduğumuz “Gelenek” çevresi gibi, bu süreçten daha güçlü, yenilenmiş ve dünyada sosyalizm mücadelesine daha güçlü katkı koyacak bir SSCB beklerken (bu beklentinin geçersizliği kısa zamanda anlaşıldı), o dönemki TİP-TKP yönetimi, bu rüzgârın en sağ ve bulanık öğelerini seçti ve ona yapıştı. “Dünya barışı her şeyin üstündedir”, “barış görevinin önüne hiçbir şey konulamaz” “emperyalizmin militarizm ve savaş olmadan var olması mümkündür” gibi sözde tezler, sadece bu merkezin yayınlarında yer almakla kalmıyor, aynı zamanda biz ayrıldıktan sonra TİP’te kalan ve teması sürdürdüğümüz genç arkadaşlarımızdan da sık sık duyuyorduk. Bu ekibin 1990 yılında “program komisyonu” adı altında bir programa temel olacak görüşleri şekillendirirken hazırladığı “anket soruları”, bu oluşumda egemen olmaya başlayan sosyalizm mantığını yeterince yansıtıyordu:
-
Program liberal demokrasiden farkını nasıl temellendirecek, liberal demokrasiyle ortak yanlar arayacak mıdır?
-
Parti şiddete nasıl yaklaşacak?
-
Emperyalist olarak nitelenen gelişmiş kapitalist ülkelerle geri kalmış ülkeler arasındaki ilişkiler bugün eskiden olduğu gibi zor ya da şiddet olgusunu içermekte midir?
-
Türkiye sosyalist hareketinin geleneksel NATO’dan çıkma talebi bugün geçerliliğini yitirdi mi?
-
“Devrimci” amaçlar için de olsa, şiddet bir tarz olarak kullanılabilir mi?
-
Anti-tekel talepler ileri sürmeden çalışanlar yararına ekonomik iyileşmeler ummanın, bunu inandırıcı bir programla ifade etmenin yolu nedir? 20
Sovyetler Birliği’ne saygı duymak ve onu savunmakla Sovyet siyasi liderliğine (ne söylediklerinden bağımsız olarak) her hal ve koşulda yaltaklanmanın farkı burada daha somut ve çarpıcı biçimde ortaya çıkmıştı. Gorbaçov sağcılığı, ondan çok önce de sağ eğilimlere teşne olan bir ekibin elinde açık bir inkarcılığa ve ideolojik likidasyona dönüşüyordu.
İşin pratikteki boyutunda ise garip gelişmelere şahit oluyorduk. Yukarda “MYK çoğunluğu” olarak aktardığımız yöneticilerimiz TBKP’ye giden bu birleşme sürecinde genel olarak birlikle yer aldılar; ancak asla hepsi aynı aktiflikte sürece katılmadı. Bazıları bu süreçte son derece aktif ve ısrarlıyken önemli bir kısmının pasif bir destek sunduğu, kenarda sessiz kalarak ve sürece “karşı çıkmayarak” onay verdikleri de bugün bilinmektedir. Daha ilginci ve kafa karıştırıcı olanı, özellikle Avrupa’da birtakım “nevzuhur”, yani yeni ortaya çıkan (daha doğrusu fırlayan) TİP “kadrolarının” varlığıdır. O dönem Yasemin Çongar adlı (sonradan karanlık ve şaibeli bir tip olduğu anlaşılan) bir gazeteci kadın sürekli Behice Boran’ın çevresinde boy gösteriyor, hatta (kimi aklı evveller tarafından) kendisi için “geleceğin Boran’ı” yakıştırmaları yapılıyordu. 1975-80 arası ülkede kan, ter ve gözyaşı içinde (çoğunluk-azınlık fark etmez; hep birlikte) TİP’i sırtlarken adını dahi duymadığımız, varlığından kimsenin haberdar dahi olmadığı Ataman Aksöyek gibi tiplerin, TİP adına fikir bildirmesine, onun temsilcisi gibi davranmasına, onun adına (TİP’in çok önemli bir figürüymüşçesine) ahkam kesmelerine şahit olduk. Kendi tabanının en diri unsurlarını dışlayan, MYK’sının önemli bir kısmını ve Avrupa’daki değerli yandaşlarını tasfiye eden TİP yönetimi, bu garip ve ne olduğu belirsiz isimlerle devam etmeye kendini mahkûm etmişti. Bu kadrosal fakirleşmenin en somut örneği ise perdenin kapanışında, TİP’in kendi varlığına (TBKP’yi kurmak için) son verdiği son kongre raporunda ortaya çıkacaktı.
TİP’in 1988’deki son kongresinin raporu bugün TÜSTAV’dan edinilebilir ve mutlaka okunmalıdır, okunduğunda görülecek olan şudur. Bırakalım TİP’in Merkez Komitesinin, hatta bırakalım herhangi bir il kurulunun, Genç Öncü’nin herhangi bir şube kongresinin dahi raporu, bu “rapor”dan çok daha dolu, politik açıdan ayrıntılı ve olgundur. Bir partinin kendi varlığına (daha büyük bir birlik için) son verdiği bir kongrenin raporunda olması gereken tarihsel değerlendirme, analizler, yeni perspektifler, işçi sınıfına bırakılan mirasın tanımlanması gibi ögelerin hiçbirini içermeyen, sığ, yüzeysel, acemi, amatör, resmen bir akşamda oturup çiziktirilmiş izlenimini veren bu rapor müsveddesi, varılan noktanın en somut ifadesiydi. Bir dönem kitap kalınlığında çıkan ve her biri bir kitap kadar öğretici olan TİP kongre raporlarından varılan nokta buydu. Bu seviye düşüşü göz önüne alındığında, Silier’in “dağılma” deyimine veryansın eden, ortalığı kırıp döken tüm arkadaşlar tam bu noktada şu sorulara dürüstçe cevap vermelidir: “Dağılmayan” parti bu muydu?” ya da “Ortada bir parti kalmış mıydı?”
TBKP ve sonrası bizim yazımızın kapsamı dışındadır, üstelik yeterince tartışılmıştır, oluşan gelişmeler de bu trajedinin dışında kalmakla ne denli haklı olduğumuzu göstermiştir. TİP ve TKP’de yönetim seviyesinde görev almış, işçi sınıfı mücadelesinde önemli tecrübelere sahip ve saygı duyulan kadrolar sonunda Cem Boyner’in YDH partisine girecek kadar pusulayı şaşırmıştır. Sorun kişilere ilişkin değil, bir siyasi çizgideki düşüşün en değerli kadroları dahi nasıl yanlış noktalara sürüklediğidir. Görülmesi gereken budur.
İKİNCİ TİP’TEN BUGÜNE: SOSYALİST ÖRGÜTLENMELER İÇİN PRATİK TECRÜBE VE ÖNERİLER
Yazımızı bitirmeden önce Silier’in oldukça kapsamlı çalışmasında yer alan ve benim de (hem o dönem hem de bugün) katıldığım bazı pratik işleyiş önerilerini burada aktarmamızda yarar vardır. Bunları iletmediğimiz takdirde geçmişin tecrübelerinden yararlanmak görevini tam olarak yerine getirmiş olmayacağımız açıktır. Silier’in işaret ettiği, benim de kendi ifadelerimle yeniden formüle etmeye çalışacağım bu pratik işleyişe yönelik tecrübe ve dersler nelerdir?
-
İç işleyişte takibin önemi: Parti yönetimi örgüte yönelik genel bir politika (kampanya, taktik, eylem önerisi…) ilan edip bunun hayata geçirilmesini beklemek, ummak, bunların başarıyla uygulanacağını varsaymak, kısaca “başarı haberleri beklemek” ile yetinemez.21 Bu önerilen adımın gerçekleşmesini parti merkezi, kendi hiyerarşik işleyişi içinde en alt birime kadar takip etmek, ölçmek, uyarmak, eleştirmek, resmin bütününü yukarda sürekli görüp takip etmek, ve bu adımın en etkin bir şekilde hayat geçmesini en yukarıdan başlayarak zorlamak zorundadır. Partiyi insan vücuduna benzer bir organizma olarak görürsek, beynin kendisine bağlı sinir sistemi ile vücudu parmak uçlarına kadar takip ettiğini, hem verdiği komutların gerçekleşmesini sağladığı, hem de oralardan sürekli bilgi aldığı görülmedir. Sinirlerin ulaşmadığı, bilgi almadığı ve kontrol etmediği vücut parçası yok hükmündedir, ölü demektir. Beynin “takip etmediği”, yani bilgi almadığı ve komutlarını icra ettirmediği vücut parçalarının artması, vücudu bir bütün olarak önce hantallığa, giderek felce sürükler.
-
Örgütlenmenin mantığı: “Kamuoyunu etkilemek” ya da “üye sayısını artırmak” her parti için anlamlı ve doğru faaliyetlerdir; ancak bunlar kendi başlarına birer amaç, birer asli hedef değildir. Asıl olan kitleler içinde örgütlü mevziler inşa etmek, bu mevziler ile kitleleri harekete geçirme yeteneğini geliştirmektir. “Kamuoyunu etkileme” (popüler politika) da bu temel ve asli yeteneğe hizmet etmek için vardır; üye kazanmak da bu yeteneği kazanmanın bir sonucu ve aracı olarak kavranmalıdır. 22
-
İdeolojik çalışma ile yönetsel faaliyetteki kopukluğun yarattığı tehlike: 23 İdeolojik-teorik çalışma partideki (amiyane deyimle) “yazar-çizer” kadrolara terk edilip pratik faaliyeti bilfiil yöneten örgütçüler bu çalışmanın dışında yer alırsa, bu kopukluğun bir süre sonra “ayrı dünyalar” yaratması kaçınılmazdır. En alt birimlerde dahi partinin teorisi ve politikası bir düzenli faaliyet olarak tartışılmalı, merkezde ise örgüt yöneticisi kadrolar teorik-ideolojik çalışmaya vakit ayırmalı ve ona katılmalıdır.
-
Bürolar: Silier ikinci TİP’te de merkez büro çalışmalarında oluşan verimsizliğe değinmektedir 24. Benim de katıldığım önerisi şudur: Tüm bürolar 6 aylık ve 1 yıllık çalışma planları çıkarmalı, ve ayda bir Genel Sekreter ile (bu planları takip etme temelinde) toplanmalıdır.
-
Kongre raporları: Silier, ikinci TİP’te gözlediği, ancak tüm Türkiye solunda geçerli olan kongre ve konferans raporlarındaki bir olguya dikkat çekmekte ve bir uyarıda bulunmaktadır25. Genellikle kongre raporlarının girişinde oldukça uzun dünya ve Türkiye tahlilleri yer almaktadır. Bunlar (benim gözlemimce %80 oranında) katılımcılar tarafından ya okunmamakta, ya da okunduğu zaman da onların zihinsel enerjilerini gereksiz yere emerek kongrenin odaklanması gereken asli sorulara konsantre olmayı engellemektedir. Dünyada ve Türkiye’de bizim o kongremizde alacağımız kararlara direkt yansıması olacak değişiklikler varsa, elbette bunlar kısa ve net olarak (bize yansımalarıyla birlikte) ortaya konulmalıdır. Parti kendi temel belgelerinde yaptığı dünya ve Türkiye tahlil ve tespitlerini esas almalı, sadece o kongre özelinde fark yaratacak bir değişiklik olmuşsa bunu belirtmeli, ancak bunun dışında “dünya kapitalizminde yeni trendler…vs” üzerine sayfalar süren bilgi gösterilerinden kaçınmalı, asıl o kongrenin çözmesini beklediği politik ve pratik sorunlara odaklanmalıdır.
-
Merkez-taban ilişkisi: 26 Hiyerarşik yapıya sahip tüm organizasyonlarda olduğu gibi işçi sınıfı partilerinde de merkez ve taban kopukluğu en ciddi tehlikedir, bunun muhtemel sonuçları malumdur, anlatmak sayfalar sürebilir. Bunu önlemenin pratik adımlarından biri olarak Silier MK üyelerinin en az 3 ayda bir il ve ilçelere denetleme ve yönlendirme için gitmesini önermektedir.
SONUÇ YERİNE
1961’de kurulan birinci TİP, tarihsel TKP’den devraldığı Behice Boran, Nihat Sargın, Mehmet Ali Aybar gibi kadrolarla sosyalist bir çizgiye oturdu; aynı zamanda 1951 tevkifatıyla sönüyor gibi olan, ancak bir kor gibi içten içe yanmaya devam eden TKP’nin tarihsel birikimini önce bir aleve, sonra tüm Türkiye’yi saran bir yangına dönüştürdü. Türkiye soluna bugün damgasını vuran tüm oluşumlar birinci TİP’ten, yaygın deyimle “TİP’in paltosundan” çıktı. Onun devamı olan ikinci TİP, yazımızda da aktardığımız mücadelesiyle, kattığı değerlerle ve bize aktardığı tecrübelerle tarihte yerini aldı. Bugün bu mücadeleyi sırtlamak, TİP’in bayrağını ileriye götürmek bir görevdir.
2017’de kurulan yeni TİP bu göreve adaydır ve şimdiye kadarki mücadelesiyle bu bayrağı başarıyla taşımaktadır. Bu yeni oluşumun “TİP” adını alması birçok eski arkadaşımızda “isim çalma”, “isim kapma uyanıklığı” olarak algılandı. Yeni kurulan TİP, birinci ve ikinci TİP’in değerlerine yabancı, zıt ve çarpık bir çizgi izleseydi, bu suçlamalar bir anlam ve haklılık taşıyabilirdi. Ancak yeni TİP sadece Behice Boran’a ve TİP’in sembollerine değil, bu değerlere de inançla, başarıyla sahip çıkmaktadır. Yeni TİP, halktan kopuk bir Marksist tarikat gibi değil, tıpkı birinci TİP gibi halkın diliyle, onun en yakıcı sorunlarını onun kavradığı dille ele alan ve emekçilerin yüreğinde giderek büyüyen bir yer tutan bir çizgi yakalamıştır. Yeni TİP, tıpkı birinci ve ikinci TİP gibi, emek ve sınıf çizgisini başa koymakta, tüm mücadele alanlarını, kadın, çevre, ulusal sorun gibi konuları emek ekseninde ele almayı ve geliştirmeyi temel ilke edinmiş durumdadır. Yeni TİP, tıpkı birinci TİP gibi, halkın en yakıcı sorunlarında anında inisiyatif almakta, sokağa çıkmakta ve mücadelede en aktif şekilde yerini almaya çalışmaktadır. Yeni TİP, Kürt halkıyla dayanışma ve onun özgürlük mücadelesine destek verme görevine sahip çıkmakta, örgütsel bağımsızlığını koruyarak ve yoldaşça eleştiri hakkını saklı tutarak Kürt Özgürlük Hareketi ile bağ kurmakta, Türkiye solundaki kimi Kürt düşmanı tavırlara prim vermemektedir. Yeni TİP, (Kürt hareketinin %7’lik barajı aşmada sağladığı desteği unutmaksızın), tamamıyla kendi bileğinin hakkıyla kazandığı 4 milletvekilliği ile, başta da tutsak yoldaşımız sevgili Can Atalay ile birlikte, parlamentoda tüm emekçilere ve demokratlara güven veren bir sesi yükseltmeyi başarmış durumdadır.
Benim de parçası olduğum yeni TİP’in elbette eksikleri vardır; yeni bir harekettir ve yepyeni bir şeyi hayata geçirmeye çalışmaktadır. Eleştiriler yapılabilir, yapılmaktadır ve yeni TİP bu eleştirilere kulağını tıkamamakta, diğer sosyalist gruplar ile de (kendini onların gündemiyle sınırlamaksızın) ilişkisini sürdürmektedir. Ancak en değerli olan olgu şudur: Yeni TİP (bu sefer ikinci TİP’ten farklı olarak) her türlü tasfiyeciliği reddetmekte, katılımcılığı, şeffaflığı, çok sesliliği içinde taşıyan ve yaşatan bir parti olmaya çalışmaktadır. Çok değişik geleneklerden HTKP’den, 80 öncesi TKP ve TİP’ten, Devrimci Yol’dan, ÖDP’den, Maocu hareketten, Troçkist gelenekten ve CHP’den gelen birikimli kadrolar bugün TİP’te merkez yöneticisi seviyesinde görev almaktadır. TİP elbette bir “Nuh’un gemisi” değildir, bu farklı geleneklerden gelen kadrolar, ortak bir sosyalist program ve disiplin çerçevesinde birlikte hareket etmekte, politika üretmekte, hiç kimsenin sesi “disiplin” adına susturulmamakta, herkes kendi görüşlerini dile getirdikten sonra alınan karara uyma olgunluğunu göstermektedir. Son birkaç yılda vuku bulan ayrılmalar, tamamıyla ayrılan arkadaşların kendi inisiyatifleriyle gerçekleşmiş olup bu ayrılıklarda merkezin herhangi bir “tasfiye”sinin izinin zerresini dahi bulmak mümkün değildir. TİP, genel başkanından ilçe kurullarına kadar bu yeni ruhu ve çalışma anlayışını hayata geçirmeye kararlı olduğunu ifade etmektedir. Bu zor bir iştir, 21.yüzyıl sosyalist hareketlerinde giderek gerekliliği ortaya çıkan, ancak parçası olduğumuz KP’ ler tarihinde ve geleneğinde ne yazık ki benzeri olmayan bir işleyiş ve tarzdır; gene genel başkanından sıradan yöneticilere kadar binlerce militanın ortak çabasıyla birlikte inşa edilmek durumundadır.
2017’de yeni bir parti kurulduğunda “TİP” adını almak oldukça iddialı bir adımdı ve bir anlamda “ateşten gömleği giymek” idi. O günden bugüne bu gömleği başarıyla taşıyan TİP’in bundan sonra da aynı başarıyı sürdüreceğine inanıyor, TİP’in tarihsel mirasına saygı duyan tüm arkadaşlarımı bu partiye şu veya bu şekilde destek olmaya çağırıyorum.
1 “TİP’İn Dağılmasının 1979-80 Aşaması: Belgeler-Tanıklıklar”, Orhan Silier, Sosyal Tarih Yayınları, 2021, İstanbul
2 A.g.e. s.115
3 A.g.e. s.211
4 MDD’nin saldırıları konusunda Mahir Çayan’ın Çankaya ilçeye yaptığı “baskın” hatırlardadır. TİP’in tasfiyeleri konusunda da Silier şu haklı tespiti yapmaktadır: “MDD hareketinin …. gençlik içinde hızla etkinlik kazanması TİP yönetimini paniğe sürükledi…. Sınırlı da olsa temelleri kurulmuş bir demokratik tartışma ve ilişki sisteminin yerini yüzlerce kişiyi gözünü kırpmadan feda eden disiplin kurulları aldı” (A.g.e, s.503)
5 A.g.e.s.75
6 A.g.e. s.81
7 A.g.e. s.80. Silier Aybar sorununda DİSK’İn kısmen Aybar’ı desteklediğini hatırlatmaktadır
8 Bu bilgi Maden İş’te bu çalışma için de yer alan ve sonradan faşistler tarafından katledilecek olan sevgili ağabeyim Ali İhsan Özgür tarafından 1976 yılında sözlü olarak verilmişti.
9 Bu bilgi bana geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz inançlı bir TKP militanı olan Ali Lütfü Yüğnük tarafından 2014 yılında aktarılmıştır.
10 A.g.e. s.224
11 A.g.e. s.92
12 “Sosyalizm ve Örgüt Sorunu”, Sinan Dervişoğlu, https://yaziportal.org/2024/05/24/sosyalizm-ve-orgut-sorunu/
13 A.g.e. s.151
14 A.g.e. s.79
15A.g.e. s.364
16 A.g.e. s.309
17 A.g.e. s.77
18 A.g.e. s.429
19 A.g.e. s.445
20 “100 Soruda Alafranga Sosyalizmin Otopsisi” Dr.Sedat ,Özkol Uğur Yayınları, 1990
21 “TİP’in Dağılmasının 1979-80 Aşaması: Belgeler-Tanıklıklar”, Orhan Silier, Sosyal Tarih Yayınları, 2021, İstanbul. s 91
22 A.g.e. s.114 ve s.152
23 A.g.e. s.150
24 A.g.e. s.161
25 A.g.e. s.247