Bir dönemin görselleri
Herkesin bir umudu, bir beklentisi, bir hedefi ve o hedef uğruna mücadelesi vardır. Birileri çok para kazanıp huzurla değil ama keyifle, birileri de beklentisini karşılayıp para olmasa da olur diyen ve zorluklar içinde de olsa huzuru yakalamış olarak sürdürür yaşamını. Kimi geç gelip erken gider, kimiyse kazık çakmışçasına kalır yeryüzünde (buraya yine bir ama girecek, bağışlayın), ama kötü anılır. Göğ ekin biçilmiş gibi erken gidenler kalanların simgesi olarak yaşar, hem de sonsuza dek.
Dünyanın ’68 Kuşağı diye adlandırdığı, bizde de saygı ve hüzünle bir arada anılanlar unutulmuyor. İşte, Deniz Gezmiş; kim hatırlıyor savcısını, kalem kıran yargıcını; yaşıyor gönlümüzde, umutlarımızda. İşte Mahir Çayan ve onlarcası… İşte İbrahim Kaypakkaya… Öl(dürül)mesinin üstünden yarım asır geçti, iki kuşak demek, ama hâlâ unutulmadı.
Belgeselci yazar Emrah Cilasun, “adını anmaktan bile korkuyorlar” diyor derlediği “İbocular” albümünü anlatırken. Uzun yıllara yayılan bir çaba bu; herkesin korktuğu, kimsenin umursamadığı, aman elimden çıksın da diye attığı efemera, resim, belge ve fotoğrafları toplamak, onları düzenlemek, kronolojik sıraya sokmak, hangi belgenin nereden ve hangi şartlardan geçerek geldiğini belirlemek, hatta ek bilgiler eklemek kolay olmasa gerektir.
Tarihsel Adalet İçin Bellek Müzesi’nin “12 Eylül: Geçmiş Bugündür” sergisindeki eksikleri görünce (bir kez daha yinelemek gerekir: herkes elindeki bilgi ve belgeyi o müzeye vermeli ki, belleğimiz kalıcı olsun, zenginleşsin ve ileriki yıllarda unutulmaya terk edilmesin) Ayrışım Yayınları’ndan çıkan, referans kitap olarak tanımlayabileceğimiz, koleksiyon değeri olan “İbocular” üzerine de yazmak ihtiyacı doğdu.
Doğrusu, belleği olmayan bir toplum olduğumuzu kabul etmeliyiz, baştan. Doğru düzgün ne müzemiz var hatta ne de heykelimiz bile. Sosyal medyadan görmüşsünüzdür, alabildiğine kötü, insanı kendisinden iten heykeller yapıldı kentleri tanıtmak için. Rize’de çay, Kütahya’da çini, Diyarbakır’da karpuz ya da başka bir yerleşim merkezinde mısır, afyon çiçeği… “Heykeli dikilecek insan” deriz de hiçbir yetkili önayak olmaz.
Kaypakkaya…
’68 Kuşağındandı, 1973 yılında, Diyarbakır’da “ser verdi, sır vermedi”, cesedi babasına çuval içinde teslim edildi. “Somut şartların somut tahlili” diye lügatin orta yerinden laf edenlerin aksine Türkiye coğrafyasını, insanını, ekonomisini ve kültürel düzeyini iyi saptamış, somut öneriler sunan biriydi. 25 yaşında bir genç –hepimiz genç olduk, söyler misiniz, o yaşta kaç kişi ölümü de göze alıp teori üretti- öyle etkili, öyle doğru ve gerçekleri olanca çıplaklığıyla anlatıyordu ki, çevresine toplandı yüzlerce insan.
Yükselen antifaşist mücadele içerisinde hemen her grup gibi “İbocular” da serpilip gelişti, çoğaldı. 12 Eylül sonrasında da sadece Türkiye’nin değil dünyanın dört bir yanına taşıdılar İbo fotoğrafını, düşüncesini.
Yol gösteren ışık…
İbrahim Kaypakkaya’yı anlatan “Kırmızı Gül Buz İçinde” belgeselinde köyü ve mezarı yoktu; nedenini sormuştum Cilasun’a, “Gittik Çorum’a, hatta köyün girişindeki (mezarlığın önündeki) Ulusoy Dinlenme Tesislerinde günlerce fırsat bekledik. Polis ve asker izin vermedi. Zaten köye giriş çıkış denetleniyordu. Mezarının girişinde jandarma karakolu vardı; geleni geçeni sorguluyordu. Köye tepelerin ardından ulaşmaya çalıştık, uzaktan birkaç çekim yapabildik, ama o kadar işte” diye anlatmıştı.
Şimdi, “İbocular” albümü, -içerdiği 12 Mart öncesinden, 12 Eylül’ün karanlığından günümüze kadar- afiş, bildiri, mektup, gazete kesiği ve diğer belgelerle hem “Kırmızı Gül Buz İçinde” belgeselinin eksiğini tamamlıyor hem de bir döneme ışık tutuyor. Aradan geçen 50 yılda, çok şey değişti, ama mücadele gerekliliği, kitlelere ulaşma amacı hiç değişmedi. Anlatanlara kulak verin…
İbocular (50. Yılında Kaypakkaya’nın Ölümsüz Anısına)
Derleyen Emrah Cilasun
Albüm
Ayrışım Yayınları
2023, 399 s.