Beni yakından tanıyanlar bilirler. Ben Facebook dışında hiçbir sosyal medya paylaşımını kullanmam. Bunun elbette kendimce nedenleri var. Kullandığım tek sosyal medya platformu Facebook’da da ‘’yolculuğa çıkıyorum’’ başlıklı bir söylemde bulunarak, aktifliğimi askıya almıştım.
Almıştım çünkü, deyim yerindeyse gerçek anlamda bir ‘’umutsuzluk ve tükenmişlik!’’ psikolojisine yenik düşmeden var olan enerjimi yarınlar için kullanmak üzere rezervde tutmak istiyordum. (Bu psikolojiyi birkaç kez yaşamış, son enerjimi en doğru yerde kullanarak tutunabilmiştim yaşama. Faşistlerin bir saldırısında aldığım darbelerin etkisiyle girdiğim komadan uyanışım veya Polisteki işkencede duyumsadıklarım örneğin, ve sonrası canımın canını kaybettiğim bir bombalı saldırının ardından yaşadıklarımın ruhumda yarattığı yıkıntılar)
Sonhaber.ch gazetesinin yayın kurulu ne düşünür bilemem ama bu yazı ile birlikte ‘’ben’’ özne merkezli bir yazı dizisine başlayarak, özellikle son yıllarda kafamı meşgul eden konuları burada sizler ile konuşmak istiyorum. (Elbette bu karşılıklı bir sohbet olmayacak ama siz okuyucuların yazdıklarım konusunda düşüncelerini ben sanki bir sohbetmiş gibi algılayacak ve olası eleştiri ve sorulara burada yanıt vermeye çalışacağım için ‘’konuşmak istiyorum’’ dedim)
‘’İlk konu hangisi olsun?’’ diye kendime sorarak başlamak isterken elbette güncel olan önceliği aldı.
Malum bildiğiniz gibi zamanın (ki; seksenli yıllar) politik bir göçmeni olarak yaşadığım ömrümün yarısından fazlasını İsviçre’de geçirdim. Ve halen çifte vatandaş olarak İsviçre’de yaşamıma devam etmekteyim. Geldiğim günden beri bu ülkede neler yaşadım, neler ile uğraştım ve politik duruşum neydi vs hepsi hakkında süreç içinde sizlere ele aldığım konular içinde zaten bilgi vermiş olacağım.
Güncel olan konuya geleyim şimdi.
Sonhaber.ch nın kurucusu ve yayın kurulu sorumlularından sevgili Veysel arkadaşımın davetlisi olarak bir misafirimiz vardı Türkiye’den. (Bu yazıyı yazarken kendisinin ismini burada yazıp yazamayacağımı kendisine sorma olanağım olmadığı için ismini yazmak istemiyorum.) Ama kendisinin bir 78 li olabileceğini yazmamda mahsur yok. Güzel bir insan. Yaşamını devrimci mücadeleye adamış ve Devrimci mücadele için hapislere düşmüş yoldaşlarının hukuksal savunucusu olmuş bir ağabey. Ama yanlış anlamayın sakın, o bir ‘’Abi!’’ değil. Yani benim için bir ağabey yaş farkımız gereği. Yoksa kendisine ‘’Abi’’ denilmesini bir statü ve güç! olarak algılayan biri hiç değil. Olması gerektiği gibi doğal kişilik özellikleri ile bir Devrimci yani.
Bir dağ gezmesi planlamışlardı hafta sonu için. Misafirimiz Ağabey Alpleri görmek istemiş Veysel den. Bana da katılıp katılamayacağımı sorduklarında ‘’neden olmasın, üstelik bayağı da iyi olur’’ demiş ve hafta sonu kendilerini ziyaret etmek istediğim genç bir çiftin yaşamına dokunuşa onları da eklemek istemiştim. Sonuçta mülteci kampında kalan Türkiye’li genç bir çiftin de katılımını sağlayarak dağ gezimizi gerçekleştirdik. (Bu arada bu gezimizin tüm sorumluluğunu yüklenen sevgili Fisun kardeşime ayrıca teşekkür etmem gerek, gelecek gezinin tüm sorumluluğunu benim yüklenmeme fırsat bırakmasını kendisinden rica ederek)
Aylar sonra yeniden yaşama dair aslında ne kadar çok söyleyebileceklerimizin olduğunu ayrımsadım bu gezide. Ne kadar çok sevinçler, ne kadar çok özlemler, ne kadar çok dostça dokunuşlar, ne kadar çok geçmiş ve ne kadar çok gelecek özlemleri!
Bir şey dışında her şey vardı sanki. Eksik olan pratik olarak Sol! yanımız dışında…
‘’gençleri bulunca ihtiyarların hükmü kalmadı galiba!’’ diye bir serzenişte bulundu ağabey dönüş yolunda kahvelerimizi yudumlarken.
Bir an ne yanıt verebileceğimin şaşkınlığını atamadım üzerimden. Ardından ‘’Evet biz ihtiyarladık artık, söz söyleme hakkı gençlerin’’ dedim ama o an utandım ve mahcuptum biraz. Çünkü bulmuşum ya! gençleri, sadece onları dinliyor ve onlara anlatıyorum düşüncelerimi.
Açlıklarımız ve özlemlerimiz aynılaşmıyor işte. Sen Anadolu’nun insan zengini! toprağında ben se Alplerin soğuk rüzgarlarında. Her ne kadar dilimiz ve duygularımız aynıysa da yaşadıklarımızdan öğrendiklerimizin farklılığı var doğamızda.
Sen birkaç yıl sonra sonuçlanacak davalarının ardından Silivri’nin soğununu duyumsayacağın parmaklıkları düşünürken ben mülteci olmanın insan yaşamındaki travmaları ile nasıl mücadele edile bilinir ve ben ne yapabilirim bu konuda kaygısını taşımaktayım yüreğimde.
Silivri’nin soğu mu ağırdır yoksa vicdanın taşıması gereken yükten kaçınması mı?
Sorum kaçkınlara! saldıran (ki; belki bunu birçoğu hak ediyor da) ülkemin kendince mücadeleci Devrimci!’lerine.
Burnundan kıl aldırmayan, cahil küstahlığının! ötesinde küstahlaşmış, en küçük bir eleştiriyi bile kabullenmeyi bırakalım bir yana, eleştiri yapanı anında nerdeyse mücadele kaçkını ve hatta mücadele haini ilan edebilen solculara sözüm.
Yani şu anda ülkemin genel soluna sözüm.
Buralara geldiğinizde, hani söyleşilerde falan misafirimiz olursunuz ya!
Gözlemlerim hep. Ülkemin anlı şanlı solcu önderlerinin! Aslında ne denli popülist! Politikaların kurbanı olduklarınızı.
‘’bari yazayım’’ dedim başlıkta.
Evet artık yazacağım.
Çünkü bir sürecin bitmesi ve ülkemdeki Devrimci mücadelenin önündeki en önemli engellerin kalkması için yazacağım.
NOT: gelecek konu başlıkları.
‘’Avrupadaki mülteci devrimciler ve karşılıklı bakış tarzları’’
‘’Avrupa’da yaşayan Türkiye’li devrimcilerin asli görevleri’’
‘’Avrupadaki Türkiye’lilerin gericiliğinin nesnel nedenleri’’
‘’Kirlenme, Avrupa demokrasisi ve Devrimcilik!’’
‘’Vicdani yük mü? Yoksa Silivri mi?’’
Vs…