Herkes bu büyük ölüme ortaktır artık!
Büyük felakette yitirdiklerimizin anısına…
Her şeyim orada kaldı benim, o enkazda, o gece yarısı.
Nasıl da kötü bir karşı devrim gibiydi göğsümde uyuyan o deprem!
Sensiz yazıyorum bütün bunları işte, sensiz bakıyorum dünyaya artık, evsiz ve ocaksız dünyaya; orada oturmuşum, orada yazıyorum, santim santim çürüyerek…
Hiçbir sözü artık elimde tutamıyorum, her şey bizi yiyip bitiriyor, kendimi kendimden uzak bir ölüme yatırıyorum. “sevgilim diyor, sevgilim, bulamadım onu, diyor” Gölbaşı’nda bir enkaz!
Boğazımız düğüm düğüm oluyor, gözlerim düğüm düğüm, ellerin düğüm düğüm…
Çocuklar evlere bakıyor, küçücük çocuklar içinde bir daha oturamayacakları evlere bakıyorlar, kadınlar evlere ağlıyor bir daha dokunamayacakları evlere…
O dağ yolunu dolanıyoruz seninle, kopmuş kayalara bakıp susarak yol alıyoruz, topu topu yedi hane, birçoğu sağ değil, kurtulanlar gözleriyle bize bakıyorlar, öyle bakıyorlar ki, elleriyle bize dokunuyorlar; “biz de sandık ki herkes ölmüş bütün dünyada” diyor yaşlı bir adam, üç gün üç gece ağladık, hiçbir ses duymadık, enkaz altındaki “neredesin baba” diyen oğlumun çığlığından başka…
Dünya koptu sanki, rüyalarım koptu sanki, diyor.
Ellerimiz göğsümüzde, susuyoruz!
Bütün bunların sebebi diyor, yaşlı bir kadın, bütün bunların sebebi haramilerin saltanatı diyor, gözleri dolu dolu…
Burada bir şair kardeşim vardı diyorum, dönüp bir fil gibi ağlıyorum sonra, burada bütün şairler ölmüş diyorlar, Kamber’i soruyorum komşularına, öldü diyor uzaktan bir ses… Adıyaman ahhh adı yaman!
Gözlerimiz bir cama dayalı, susuyoruz, dolu gibi gözlerin senin, dolu gibi dökülüyor, arkadaşlarının uzaktan getirdiğin gözleri de. Baktım da o gün, dedim ki insanın gözleri zaten dilinden ayrı, ağlamak için dil bilmeye gerek var mı! Adam ellerini öpüyor senin, hiç tanımadığın bir adam İslahiye’de ellerini öpüyordu senin, aslında iyiliğin ellerini öpüyordu adam, adını sordun ben Süleyman dedim, buraya yıllar önce gelmiş bir göçer, bu halk hep göçerdi zaten…
Sonra bir devlet, olmayan o devlet, elinde bir bardak çayı bana uzatıyor, al iç üşümüşsündür, bir haftadır ben de evime gitmedim abi, belki benim de evim yıkılmıştır, diyor… bak işte devletin de evi yıkılmış, “size terörist diyorduk ya, şimdi sizin çadırlarınızda sıcak çorba içiyoruz” diyen bir insan sesi!
Ben nasıl da kendi dilimi konuşabiliyorum devletin olmadığı bir yerde şu enkazın başında…
Kaçıncı kilometredeyiz bilmiyorum, levhalar çok uzağa kopup gitmiş, senin yanında Sira, bir fasulye torbasının üstünde yazan bir sevinç markası, gülüyoruz, yeryüzünün acısına gülüyoruz, ağlamak nasıl kimliksiz ise gülmek de öyle, kimliksiz işte, açık bir market buluyoruz günler sonra, Dana bir derin dondurucunun arkasında asılı sevimli bir hayvan, biz onu kesiyoruz, arkadaşın ise kendi isminin bir hayvana verilişine gülüyor…
Gülmek dedim ya, işte gülmek nasıl da ağlamak gibi bir şeymiş, onu öğreniyoruz bir halklar korosu olup…
Kırıkhan’da bir köprüden geçip bir hastaneye uğruyoruz, saat kaç bilmiyorum, saat kaç diye soruyorum, bir sahra hastanesine giriyoruz, yanında da bizim “devlet hastanemiz!” sanki içinden hiçbir hasta geçmemiş gibi nasıl da pürü pak, hiçbir hasta uğramamış…
Parmaklarına bakıyorum da, o kadar ince ki, parmakların Rumca bakıyor, dokunsam ağlayacak gibi, nasıl da yalnız!
Hatay’a az kaldı, birazdan yol alacağız, kötü bir akşamüstü, dostlarımız, yoldaşlarımız bizi bekliyorlar, başları dimdik, biliyorum.
Yeryüzü sanki bir ölüm sofrası, sanki bir kurtuluş sofrası ve bütün inançları tanrı vurmuş…
Neredeydi Hata(y)mız…
Orhan abime gitti aklım, duydum o güzel kızını yitirmiş, herkesin bu depreme bir akrabalığı var artık, dedim içimden.
Gözlerim doluyor, Defne, güzelim Defne yolunu bulamıyorum, bağışla beni, zaten yolların o kadar eskiydi ki, duydum sen de gitmişsin ellerin bir enkazdan dışarı sarkmış, asi nehrine küsmüş sanki sevgilim, Defne
Döndük sonra, senin gözlerinle benim acım birlikte döndü.
Sonraki gün seni gönderiyorum, sen o uzak ülkeye yol alıyorsun, ben ise dönüp bulduğum o enkazdaki çizgili deftere bakıyorum, dizlerimi kırıp, elime bir kalem alıp defteri tamamlıyorum, kurtulamayan bir çocuktan bir cümleyi tamamlıyorum, “yeryüzü sizindi ya, alın işte, alın düzeltin o vakit” diyen bir vasiyete dizlerimi kırıp ağlıyorum…
Gelin hep birlikte bu çocuğun vasiyetine cevap olalım.
Mazlum Çetinkaya