“Ekmeği olmayan insanın ahlakı da olmaz”- Bertolt Brecht
Kumaş fabrikaları… Haliç sırtlarında kurulu sanayi büyük bir işçi göçünü tetikledi. Reşat Enis, Osman karakterinin tanıklığıyla emek sömürüsünün ana aktörlerini, işçilere kurtlu kaşar satan bakkalı, işe yetişmek için yağmur çamur demeden yollara düşen emekçileri mağdur etmek için çalışan bekçinin fabrika saatini geri alarak yarım yevmiyelerine el koyan hırsızlığını, gözler önüne serer. Sınıfın zorlu çalışma koşulları, ekmeği için didinen ve bu arada geçirdiği iş kazası sonucu sakatlanan babanın yerini çocuğunun almasıyla tasvir edilir.
Yedek işsizler ordusu ise işçileri daha fazla sömürmek isteyen patronların işçilere karşı kullandığı bir kozdur. Reşat Enis bu durumu yapıtında, Zonguldak’ta adı komüniste çıkan ustabaşının dilinden “işsiz amele patronun elinde eze eze kullandığı işçiye karşı bir tehdit vasıtasıdır” sözleriyle betimler.
Romanın baş karakteri Osman, babasını kaybettiği için bir zengin konağına gönderilir. Zengin konağındaki burjuva ilişkiler ağı, doymak bilmez iştahıyla ve cinsel doyumsuzluklarının bütün çirkinlikleriyle yansır. Osman okumak için sığındığı bu evde, zengin çocuğunu eğlendirmek zorundadır. Her şeye katlanmak zorunda kalan Osman, bir iftirayla konaktan ayrılmak zorunda kalır. Okulu da bırakarak Zonguldak’a dönen Osman’ın çocukluk öyküsü, mecburiyetlerden kaynaklanan bir yaşam çizgisinin özeti gibidir…
Osman’ın eşi Yıldız, bir hukuk bürosunda sekreter olarak atıldığı iş hayatından patronunun kendisine yönelmesiyle, ayrılmak zorunda kalır. Eşinin fabrikalardaki kadınların yoksulluk nedeniyle fuhuşa sürüklenmesi sebebiyle fabrikada çalışmasını istemeyen Osman, bu tutumuyla eşini korumaya çalışır. Romandaki dramatik olay örgüsü Yıldız’ın hamile olduğu haberini eşi Osman’a vermesiyle gelişir. Osman ve eşi Yıldız önce çok sevinseler de, sevinç Osman’ın aldığı maaşın kıt kanaat geçinmelerine yetmesi nedeniyle, sevinç yerini kedere bırakır. Çocuğun yaratacağı masraf, kederin nedenidir… Derinleşen yoksulluk ve işçi çocuklarının sahipsizliğine tanık olan Osman, işçi çocuklarının üzerine düşüncelerinde haksız değildir. Romanda bu durum “işçi için çocuk yapmak, sefaleti arttırır.” sözleriyle tanımladır. Sefaletin ve sömürünün katmerlendiği yaşam koşulları düşünüldüğünde ve çocuk bakımının yükünü destekleyen kurumların yokluğu düşünüldüğünde bu durum bir gerçeğe işaret etmektedir.
Yıldız evine misafirliğe gelen amcasının kızı Nurten adlı anlattıklarından burjuva kadının sömürücü sınıfların parıltılı ve cezbedici hayatına tanık olur. Yıldız, Nurten’in hamile olduğunu öğrenmesiyle verdiği tepkinin etkisinde kalır. İki kadın arasındaki karşıtlık, her ne kadar sömürü ilişkilerinden bağımsız olmasa da, Yıldız’ın hayal ettiği aşk, Coşkun’un evlndiğini öğrenmesiyle yerini hüzne bırakır.
Kumaş fabrikasındaki kaza ya da iş cinayeti, fabrikanın kötü çalışma koşullarının, kurulan berbat güvencesiz çalışma rejiminin bir ürünüdür. Haberi alıp fabrikaya koşan Yıldız, eşi Osman’ın kazadan ağır yaralı olarak kurtulduğunu öğrenir. Kaza mahallindeki burjuvaların kazayı ve olanları değil, klasik müziği tartışmaları ezen sınıflarla ezilen sınılar arasındaki yabancılaşmanın ta kendisidir. Canının derdindeki işçiler, itfaiyenin yardımıyla göçen fabrikanın enkazından çıkarılırken, beş ölü işçiden ikisinin işçi Mehmetle onun çocuk yaşındaki kızı olduğunu öğreniriz.
Kazayı atlatan Osman, kataraktkromatik (geçici körlük) ile sakat kalır. Kaza romandaki dramatik çaıtşma ve aynı zamanda kırılma noktasıdır. Yıldız, eşinin çalışamayacak durumu düşmesi nedeniyle açlığa sürüklenir. İş için yaptığı başvurulardan da olumlu yanıt alamaz. Yıldız’ı hayat karşısında savunmasız bırakan şeylerin hepsi, sırayla gerçekleşir. Ev sahibi evinden atar, Yıldız evsiz ve İstanbul yağmuru altında pişen yemeklerin buharını gördüğü lokantalarda kendi açlığını hisseder. Yağmurdan kaçınmak için sığındığı saçaklar, sokaklar otel kapılarında derdini anlatmak için bekler. Bütün bu koşullar mesleksizliğin ve kimsesizliğin varacağı yer fuhuşa sürüklenmektir. Yıldız istemeden de olsa sürüklendiği içine düştüğü sefalet yüzünden, fahişe olur. Kapitalist toplum, eleğini sallarken, hiçbir güvencesi olmayan kadınlar sömürünün ilk muhattabı olurlar. Reşat Enis, romanında gerçekçiliği esas aldığından koşulların belirleyiciliğini şu sözlerle aktarır okurlarına: “Parayla fuhuş, Asyanın bilmem neresinde, önce bir dini merasim şeklinde başlamış. Kadınlar aşk ilahesinin mabedinde erkeklerle sevişir ve aldıkları parayı mabedin hazinesine bırakırlarmış. İlk zamanların sosyal telakkileri, fuhuşu her kadın için bir vazife sayarmış… Bugünün kapitalist telakkisi de, kadının elinin emeğine etinin gelirini katmasını bir vazife sayıyordu. Aç köpekler gibi bir kıyıda gebermemek için, orospuluk etmek lazımdı. Kadın yaşamak kaygısı ile, vücudunu satarken, patron, onun kıstığı gündeliklerini kazanç hanesine geçiriyordu. Ve, dün mabedin hazinesi uğrunda kendini veren kadın, bugün patronun hazinesini doldurmak için kaltaklaşıyordu.”
Ağır çalışma koşullarına eşlik eden sömürü, gece-gündüz demeden bütün gün ayakta durarak çalışmak zorunda bırakılan işçileri tükenme noktasına sürükler. Kumaş dokuma tezgahları başında uyuya kalan Yıldız, kontrolöre yakalanır. İşçilerin sakallı lakabını taktıkları kontrolör, üretimin kesintisiz devamı için işçilerin üzerinde terör estiren biridir. Yıldız, ücretinin arttırılmasını istediği patronundan, buna karşılık kendisiyle yatması istemesini reddeder. Yıldız’ın patronuna verdiği red cevabı, gündeliğinin biraz daha düşürülmesiyle cezaya dönüşür. Aşırı üretim baskısı, yarı aç yarı tok çalışmak zorunda bırakılan ve bunlar yüzünden bitkin düşen Yıldız’ın bayılmasına neden olur.
Sömürüyü derinleştiren bir diğer olay işçilere ücretleri karşılığında nakit para ödemek yerine marka verilmesidir. Marka ile fabrikanın kantininden birbirinden kötü gıda ürünleri ve giysilik kumaş almak zorunda bırakılan işçilerin ücretlerinin dörtte bir hakkı da gasp edilir.
Fuhuş bir karabasan gibi fabrikayı sardığında, iffetini korumakla işsiz kalmak arasında kalan işçilerden Zahide, fabrikada “nöbete” bırakılır. Nöbet, zorla fuhuşa sürüklenmek anlamına gelmektedir. Zahide, bedenini patronuna sunmak zorunda bırakılarak derin bir bunalımın pençesine atılır. Zahide’yi intihara sürükleyen bu sömürü, ulusal çapta yol parası adı verilen zorunlu bir çalışma rejimiyle derinlik kazanır. 2. Dünya savaşı yıllarında devlet tarafından zorunlu çalışmaya tabi tutulan erkekler, bu mecburi çalıştırmadan yol parası vererek kurtuluyorlardı. Osman’ın evine gelen polis, yol parası vermediği için Osman’ın tutuklanacağını bildirir. Yıldız kör eşi Osman’ı kurtarmak için karakola gittiğinde, intihar eden iş arkadaşı Zahide’yi teşhis eder. Romanda dramatik olay örgüsünün ikinci aşaması böylece şekillenir. Kıt kanaat geçinebilen Yıldız, Osman’ı hapse götürecek olan yol parasını ödeyemeyeceği için patronun ahlaksız teklifini kabul etmek zorunda kalır ve onun metresi olur…
Romanda Hafız Murtaza karakteriyle dinsel düşünüşün dönüşmesi ve yozlaşmanın haberini veren sahnelerin iç içe geçmesi tesadüf değil. Hafız Kuran okumak için gittiği bir zengin konağında onu konağa davet eden kadınla sevişmesi ve cinsel ilişkiden belsoğukluğu kapmasıyla biçimlenen süreç, Hafız Murtaza’nın cehaletinin de etkisiyle giderek daha fazla yozlaşmasına neden olur. Kontrolden çıkan Hafız, pek çok kadınla ilişkiye girer. Romanda bu durumu “hocalar ve papalar her çağda ahlaksızlığın en büyük rehberleri olarak görülür” cümleleriyle açıklayan Reşat Enis, dinsel düşüncenin yarattığı iradesizlik ve sorumsuzluğun insanı neye benzetebileceğini gösterir. Hafız Murtaza’nın yaşadığı dejenerasyon, Batılılaşmanın yarattığı kısmi ve yüzeysel modernleşmenin etkisiyle, kılık kıyafet değişimine paralel olarak karakter değişimini de etkiler. Hafız Murtaza, Ankara’nın politik ortamında düşürdüğü kadınları zenginlere peşkeş çeken bir kadın satıcısıdır artık… Sarık ve cüppe yerini, smokin ve silindir şapkaya bırakırken, kapitalist toplumun yarattığı dejenerasyon, eşitsizlik ve çürüme yoksullaştırılan kadınların fuhuşa sürüklenmesinin kapılarını açar. Hafız Murtaza işte o kapının bekçilerinden biridir…
Reşat Enis, Ankara’nın politik ortamını ve burjuva siyasetinin çürümüşlüğünü “Vagon restoranda kafa kafaya kalın enseli, iri göbekli adamlar, Sakarya kıyılarında bir boyunduruktan kurtuluş uğruna kanlarını akıtanların hatırasını bayağılıklarıyla kirletmekten çekinmezler. Bankalardaki dolu kasalarına yenilerini katmak, apartmanlarının yanıbaşlarına daha yükseklerini dikmek için binbir dalavere düşünür, binbir dolap kurarlar. Bunların arasında küçük bir aracılık rolüyle, milyonluk insanlara sık rastlanır” cümleleriyle tasvir eder. Burjuva siyaseti ve zenginleşmenin kaldıracı olarak yağma ve talan Cumhuriyet kurulduktan sonra tıpkı Osmanlı gibi yeni mideci bürokrat bir politikacı tipi yaratmıştır. Kapitalist toplumda soygun ve yağma işçileri de içine alacak biçimde genişler. İnşaat işçilerinin yanlarında yemek için getirdikleri ekmeğin içine burgulu çivileri saklayıp çalmaları bir inşaat mühendisinin tanıklığıyla yansıtılır.
Reşat Enis trenin birinci ve ikinci mevkilerini burjuva toplumun genel çizgileriyle verirken, ilk iki mevkidekilerin sömürüsüne maruz ve muhattap olanları 3. mevkide resmeder. 3. mevki yolcularını “Yataklı vagon yolcusu ne kadar kapitalist ve birinci ve ikinci mevkide seyahat eder ne derece burjuva ise, üçüncü sınıf kompartımanda olanlar o derecede komünisttirler” sözcükleriyle tanımlar. Kapitalist toplumu uzlaşmaz çelişkilerin ana kaynağı olan sömürü açısından ve sınıfları tren kompartımanlarıyla tanımlayan bu dil, gerçekçiliğin edebiyat toplum ve sınıfsal bakış perspektifinden kurgular. Reşat Enis’in kalıcı bir yazar olmasının görünürü sebeplerinden biri de onun materyalist ve sınıfsal bakış açısını sanatının içindeki yadsınamaz varlığıdır.
Müzehher ile Yıldız’ın diyaloğunda burjuvazinin sefahat düşkünlüğünün, sınır tanımaz hedonizminin ve bunun birey üzerindeki tahribatı gözler önüne serilir. Müzehher babası Hafız Murtaza’nın fuhuş ticaretinin sermayesine dönüşürken, fuhuş ticaretinin Ankara’daki nüfuzlu kişilerin himayesinde yürütüldüğü ortaya çıkar. Kapitalist Cumhuriyet, 2. Dünya savaşı eşiğinde çürürken, kadınların fuhuş tutsağı olması Ankara bürokrasisinin sessiz onayı ve desteğiyle büyümektedir. Yoksulluğun arttığı savaş ekonomisinin ve Milli Korunma Kanunu’nun devreye girdiği dönem, tek parti dikta rejiminin Nazi Almanyasına öykündüğü dönemdir…
Yıldız’ın burjuva toplumun iki yüzlü ahlakıyla yüzleştiği roman sahneleri, fahişe olması nedeniyle aşağılanması, buna karşın evlilik dışı pek çok ilişki yaşayan burjuvaların bu durumu küçük burjuva ahlakıyla normalleştirmesindeki iki yüzlülük; romandaki küçük burjuva ahlakının eleştirisidir. Reşat Enis, eleştirel düşüncesinin yüksek verimine yapıtın bu sahneleriyle erişir.
Yıldız’ın İstanbul’da bıraktığı oğlu Engin’e duyduğu özlemi ve hasreti, sokaklarda oyun oynayan çocuklarla gidermesi, romandaki dramatik etkiyi derinleştirir. Yıldız’da depreşen evlat sevgisi ve bunu telafi çabası, fahişelerdeki derin insan sevgisinin tezahürüdür. Koşulların dayatması sonucu evladından uzak düşen Yıldız, bakımını üstlenemediği oğlunun hasretini ve kefaretini hiç tanımadığı bir kız çocuğunun bakımını üstlenerek telafi eder.
Reşat Enis, eğitim sistemindeki yozlaşmayı da doktor Nusret’in “yok artık bize de ekmek kalmadı. Yarım lira vizite için en yüksek apartmanları bir solukta tırmanıyorum; tıknefesler gibi soluklanıyorum. Dün elliden fazla mezun vermeyen tıp fakültesini, bugün neredeyse 500 kişi bitirecek. Adım başına bir doktor günde yarım lirayı bulamayanları, mesleğini değiştirenleri de unutmayalım” sözleriye betimler. Üniversitelerin sürekli diplomalı işsiz yaratması olgusu, diplomanın ve eğitimin değersizleşmesi olgusuyla birleşir. Kapitalizmin işsizlik ve bir yedek işsizler ordusu olduğu gerçeği, böylece bir kere daha ispatlanır.
Ferit ile Yıldız’ın fuhuş üzerine yürüttüğü tartışma, giderek kapitalist toplumda sömürünün bir başka haline dönüşen ve kadını köleleştiren ve kadınların üzerinde eril tahakkümün ta kendisi olan fuhuşun kökenlerine bir bakış açısı sunar. Reşat Enis, usta romancılığını, diyalojik perspektifle kurguladığu bu roman sahnelerinde gösterir ve kadın bedeninin pazara sunulmasında devletin oynadığı kilit rolü şu cümlelerle betimler: “Evet.. evet… Vesikalı kadını, bu cemiyet içinde en sıkı talimatnamelerin bir seddiçin korkunçluğu ile etrafını kuşatmaya “haraç” vermeye mahkum bir esir gibidir. Sanırsınız ki, pazara çıkardığı dişiliğinin gelirinden bir kısmını, “kazanç vergisi” diye elinden alan devlet, orospuyu, bu küçük vergi menbaını kaçırmamak kaygısındadır.”
Yıldız’ın hayat yolculuğu, bir hayat kadını olarak karşılaştığı insanlar ve olaylar çürümekte olan kapitalizmin ilişki ağlarına tanıklığı ile yeni boyutlar kazanır. Eskişehir tren istasyonundan trene binen bir kaymakam ile diyaloğunda mütegallibeyi (zorba burjuva) tanırız. “Bilemezsiniz insan ki, iki yüzlü acem kılıcı onu nitelemek için biçilmiş kaftandır. Hükümetten yana olur, halkı yaralar. Çoğu defa haktan, suret-i haktan- görünerek hükümeti zarara sokar. Onun düşüncesi kesesini doldurmaktır. Köylü ve esnaf onun elinde esir gibidir. O rençbere yüksek faizlerle verdiği krediyi gözden kaçıracak kadar da zekidir. Altınlarının şıkırtısıyla hükümet memurunu nüfuzu altına almıştır; ram etmiştir. Mütegallibe cehaletin sembolüdür! Mütegallibe rezaletin sembolüdür!”
Asalak burjuvazinin romanda tasvir edildiği haliyle ortaya çıkışı, üretimden kopuk rantiye ile her şeye hükmedebilen bir bir çürümeye sebebiyet vermesi arasındaki ilişki, belki de Türk edebiyatında ilk defa bu netlikle işlenir.
Köydeki ağalı düzen, borçlandırma, kumar ve fuhuş yoluyla ele geçirdiği hükümet unsurlarını, kendi yağma ve sömürü düzenine ortak eder. Tam kanunsuzluk ve baskı rejimi, köylünün emeğinin sömürüsü ve üst yapıda ağaların vekil olmasıyla, eğitim sistemini çökertmek için mecliste aldığı gerici tutumla birleşerek burjuva cumhuriyetin sınıfsal özünü oluşturur.
Romanda dramatik olay örgüsünün zirvesini, Yıldız’ın İstanbul’a dönüşü ve bu esnada, duygularını dile getirdiği bölümdür. Yıldız büyük bir hasret duyduğu oğlu Engin’i ve eşi Osman’ı görebilmek umuduyla yola çıkar. Yıldız’ı duygu-mantık ikilemine sokan şey ise bir hayat kadını olarak yaptığı işin vücuduna bıraktığı izlerin kendini ele vermesidir. Yıldız’ın bu ikilemi, tren istasyonunda oğlu Engin ve eşi Osman’ı gördüğü roman sahnesine kadar devam eder. Sonunda Yıldız utancına yenik düşer ve onu garda bekleyen ailesinin yanına gidemeden başka bir kapıdan trenden iner. Yıldız, kendisine ait olmaması gereken bir utancın etkisiyle aldığı bu karar, aslında oğlunu ve eşini kötü sözlerden korumak içindir.
İnsan emeğinin dizginsiz sömürüsü, Zonguldak maden ocağındaki madenci Selim’in öyküsüyle verilir. Üretim baskısı ile gün ışığına hasret emekçilerin ağır çalışma koşulları madenci deyimiyle kör nefes yani grizu nedeniyle nefes alamaz ve maden ocağında grizu patlaması gerçekleşir. Grizu patlaması ile gelen ateş nefes ile en ilkel çalışma koşullarının dayatıldığı bir yerdir maden… Grizu patlaması sonucu 200’den fazla maden emekçisinin iş cinayetinde katledilmesi, sömürü düzeninin eninde sonunda insan hayatını ortadan kaldıracak kadar bir düzeye ulaşabileceğinin haberini verir.
Reşat Enis, madenci Kaya karakteri ile madenin derinliklerinde dehlizlerde, can güvenliğinden yoksun, kırbaçlı ustabaşının tehdidi altında emek sömürüsünü anlatır. Sömürü tecrübeli madencilerin en tehlikeli iş kolunda çalışmak zorunda kalan madencilere verdiği tavsiyelerle ekmek mücadelesi bir hayatta kalma mücadelesine dönüşür. Madende patlatılan dinamit, su baskınına neden olur. Sömürü düzeninin devamı işçilere boş inanlar aşılanmasıyla mümkündür. Madende işçileri korkutmak ve işten kaytarmalarına engel olmak için uydurulan hayalet efsanesinin işlevi budur. Kapitalistin emek sömürüsünü derinleştirmesi ve tam itaati sağlaması, biraz da işçilerin bu en geri bilinç seviyesine oynamasıyla mümkündür.