Ellerimde kırmızı renkli Gerbera çiçekleri, koltuğumun altında da bir paket Belçika çikolatası ile zili çalıyorum. Bir metre on santimetrelik boyu, biri diğerinden daha kısa olan bacakları ve vücuduna oranla epeyce büyük kafasıyla Huriye Abla açıyor kapıyı.
Esmer, her şeye rağmen güleç yüzlü bir kadın Huriye Abla. Yalnız derdinden dem vururken yüz ifadesi, dondurması elinden alınmış bir çocuk gibi mahzunlaşır. O vakit ona kızmak ne mümkün?
Yanımda da İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesinden arkadaşım Afife Nazlı var. Buradan çıkınca ortak proje ödevimiz için civar köylerden birine geçeceğiz. Onun için yanımda getirdim onu da.
İkimizi de içeriye davet ediyor Huriye Abla. Yerde, krem tonlarındaki saçaklı, puf halının üzerinde üç yaşındaki oğlu Mithat yatıyor. Pek de sevimli bir çocuk. Türlü omurga rahatsızlıkları var ama… Bacakları kısa olduğu için vücudunu taşımaya gücü yetmediğinden yürümeye başlayamadı henüz. Kafası da annesi ve babası gibi vücuduna oranla epeyce büyük.
Çiçeği ve çikolatayı eline verip öpüyorum Huriye Ablayı. “Bu da arkadaşım Afife Nazlı…” diye tanıtıyorum.
“Hoş geldiniz! “ diye yine sıcacık bir merasimle koltuğa buyur ediyor bizi.
“Geçmiş olsun Huriye Abla, nasıl gidiyor Mithat’ın tedavisi, bir gelişme var mı?” diye soruyorum. Huriye Abla’nın az önceki güleç yüzü asılıyor ve çocuksu, masum ifadesine bürünüveriyor.
“Eh, daha öyle büyük bir gelişme yok. Kas tedavisi görüyor işte, henüz yürüyemiyor çocuğum. Yerde böyle yürüyeceğim diye debelenip duruyor. Ama naparsınız, Rabbimden gelene çare var mı? Bu da bizim imtihanımız. Ahh, ah dua ediyorum her gün umarım tez zamanda iyileşecek çocuğum.”
Huriye Abla bu sözleri söyler söylemez, Afife Nazlı’yı süzüyorum. O da sert mizaçlı, sarışın, yeşil gözlü, elma yanaklı bir kızcağız. Giyimi, yürüyüşü, oturuşu, kalkışıyla tam bir Cumhuriyet Kadını.
Gözlerinden ateşler saçarak bakıyor Huriye Abla’ya. Bunu görebiliyorum. “Umarım bir an önce iyileşir Huriye Abla, sen nasıl oldun, ağrıların ne durumda?” diye soruyorum.
“Ağrılarım aynı Zeynep ya… Çekiyorum işte. Her hafta fizik tedaviye gidiyorum. İlaçlarla falan idare ediyorum, ölmüyorum, ama yaşıyorum da denir mi bilmem.”
“Ah, Huriye Ablam geçmiş olsun. Tez vakitte şifanı bulursun umarım.” diyorum.
Afife Nazlı, yerde debelenen Mithat’tan gözlerini ayırmıyor. Mithat, yürüyemedikçe basıyor çığlığı.
“Eşiniz de sizin gibi mi?” diye soruyor Afife Nazlı, Huriye Abla’ya. “Yani herhangi bir engeli var mı?”
“Var, maalesef o da cüce benim gibi, elleri ve kollarında da orantısız büyüme var.”
“E, abla kusura bakma da o zaman neden yaptınız bu çocukcağızı, bunun böyle olacağını bilmiyor muydunuz?” diye köpürüyor Afife Nazlı. Korktuğum başıma gelmek üzere.
“Biliyorduk bilmesine de evlat aşkı işte, doğunca elimizden geleni yaparız diye düşündük. Şimdi de çok iyi bakıyoruz. Hiçbir şeyini eksik etmemeye çalışıyoruz. Bu da Rabbimizin bize bir imtihanı işte.”
“Benciliz, kendi duygularımızı tatmin etmek için dünyaya acı çekecek bir varlık getirdik demiyorsunuz da rabbimizin bize imtihanı işte diyorsunuz. Nerede bir akıl yoksunluğu, bencillik, kendi cehaletlerinizin sonucu varsa orada rabbinizin imtihanı var! Kendinizi bunlarla avutunca daha güzel bir yer oluyor mu dünya?”
Dehşet dolu gözlerle Afife Nazlı’ya bakıyorum… “Eeeee, hadi biz kalkalım istersen Nazlıcığım, köye geç kalacağız.”
Huriye Abla bizi beş karış olmuş suratıyla uğurluyor. Kendimizi sokağa atar atmaz “Napıyorsun, Nazlı? Ben seni yanımda beni insanlara karşı mahcup et, diye mi getirdim?” diye soruyorum.
“Ne yapmışım Zeynep? Doğruları söylemek suç mu oldu?”
“Suç değil de her doğru her yerde söylenmez işte. Kadının derdi, üzüntüsü zaten kendisine yetiyor bir de sen haşladın kadını.”
“İyi olur.” diyor Nazlı, öfkesi mağrur ve de kararlı. “Derdi, üzüntüsü bu kadar büyükse kendi sorunu. Onu sonuçlarını bildiği halde dünyaya acılarına ortak olacak bir can daha getirmeden önce düşünecekti. Bir alışmışlar ona buna imtihan demeye. Gerçekleri yüzlerine yüzlerine vuracaksın ki, ayılacaklar. Benden bu durumlara karşı anlayış bekleme, Zeynep. Dünya ne çekiyorsa aklını kullanmak konusunda tembel, eğitimsiz, cahil, bilinçsiz, düşünmeyen insanlardan çekiyor. Bu kadın ve kocası dünyaya bir ömür acı çekeceklerini bildikleri bir can getirdiler. Bile bile sağlam birine arabayla çarparsan ve o kişi sakat kalırsa yaptığın suçtur, kötülüktür. Dünyaya sakat doğacağını bildiğin bir can getirmenin bundan ne farkı var? Bu kötülük değil mi?”
“Haklısın, ama işte yapmışlar bir kere. Ayrıca onların kararları, onların çocukları.”
“Tamam, katiller de cinayet işliyorlar, onlara da karışmayalım. Ne de olsa onların kararları, onların kurbanları…”
“Seni anlıyorum, ama olana çare yok ki.”
“Olana tepki göstermeden olacakların önüne geçemeyiz Zeynep. Olacaklar da oldukları gün olan olmuş olacaklar. Sizin ağzınıza da yine aynı paradoksal cümle dolanıp duracak. Olana çare yok ki! Hıh!”
“Haklısın!” deyip susuyorum. Afife Nazlı, tüm gün Mithat’ın annesi ve babası yüzünden ömür boyu mahkum olacağı ağrılı ve kısıtlı hayatından bahsedip duruyor.
Akılsızlık, bilinçsizlik, dikkatsizlik, eğitimsizlik, bencillik, empati yoksunluğu, kendi ihmal ve eksiklerinden doğan olumsuzlukları kadere bağlamak ve Tanrı’nın imtihanı olarak görmek bazı toplumların tek ve en büyük sorunu idi.
Denizli’nin Karakurt köyünü dolaşıyoruz, Halk Edebiyatı Dersi, proje ödevimiz için köylülerle sohbet ederek, sözlü edebiyat geleneğinden kalma masal ve hikâyeleri derliyoruz. Bu arada da Afife Nazlı, Huriye Abla meselesini bir türlü kapatmıyor.
“Biliyor musun Zeynep, bu kadar masalı dinleyince benim de aklıma bir masal geldi. Gezintimiz esnasında uydurdum kafamdan. Sabahki meseleyle ilgili kıssadan hisse veriyor. Anlatmamı ister misin?”
“Anlat bakalım.” diyorum gülümseyerek.
“Bir zamanlar ormanın birinde kurnaz bir terzi yaşarmış.” diyerek başlıyor anlatmaya.
“Bu terzi gece uyurken kürklü hayvanların kürklerini çalar, gündüz olunca ben diktim diyerek, kürklerini onlara geri armağan edermiş. Böylece hayvanların saygısını, sevgisini ve minnetini kazanırmış. Bu hayvanların aklına da hiçbir zaman gece birimiz nöbete duralım da kürklerimizi çalanın kim olduğunu öğrenelim demek gelmezmiş. Öyle ya, nasıl olsa kürkleri çalınsa bile gündüz olunca terzinin onlara yenisini verdiğine inandıklarından rahatlarını bozmaz, gece olunca fosur fosur uyumaya devam ederlermiş. Bu düzen de ormanda böyle gelmiş böyle gidermiş.”
“Güzel masalmış, sende yetenek var.” diyorum alkışlayarak.
“Eh, peki ne anladın buradan, onu söyle bakalım. Bir edebiyatçı olarak bu masalın vermek istediği kıssadan hisseyi en doğru şekilde çıkarmak da sana yaraşır.”
“Hayvanların akıllarını kullanmak ve soruna çözüm aramak yerine mevcut düzene ayak uydurup ilerisini gerisini sorgulamadıklarını, bu yüzden de sorunu yaratan şeyle sorunu çözermiş gibi görünen şeyin gerçekte aynı kaynak olduğunu fark edemediklerini çıkardım. Yani tıpkı inançlar gibi. Burada terzi inançları temsil ediyor. Kürklü hayvanlar da onlara inananları temsil ediyor. Sorunları yaratan büyük ölçüde inançlar. İnanan insanlar akıllarını kullanmaya gerek duymuyorlar. Akıllarını kullanmadıkları için ortaya çıkan sorunlara imtihan diyor, bu sorunları da yine inançlarına sığınarak aşmaya çalışıyorlar. Hâlbuki sorunun kaynağı inançları. Yani terzi. Ama sorunu aşmak için sığındıkları şey de inançları. Yani yine terzi.”
“Çok doğru!” diyerek alkış tutuyor, Afife Nazlı çıkarımıma. “Ah, Zeynep ah! Gerçekten bir ah çekiyorum artık derinden. Yirmi birinci yüz yılın ilk çeyreğine geldik. Ama hala daha bir şeyi tam olarak bulamadık. Akıl! Söylesene bana nerede bu akıl?”
“İnsanların kullanmayı ısrarla reddettikleri bir yerde Nazlı.” diyorum. “İnsanların kullanmayı ısrarla reddettikleri bir yerde…”