Cihan Şan
Ali Hacıalioğlu kimdir?
1966 Rize-Ardeşen doğumlu. İlk ve Lise eğitimini Ardeşen de tamamladı. 1989 da Yıldız Üniversitesi Mimarlık Fakültesinden mezun oldu. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Açık öğretim fakültesi Sosyoloji bölümünü bitirdi.
Gençlik yıllarından itibaren toplumsal olaylara duyarlılık gösterdi. İmarlar odası olmak üzere birçok demokratik kitle örgütü içerisinde çalışmalar yaptı. Toplum yararına/Mimarlık yaşamı boyunca bağlı kalarak meslek pratiği içinde bulundu. Tekirdağ’da yaşamını sürdürmektedir.
Neden Sifteri…?
Sifteri kitabı sözlü anlatı ve gelenekle yaşatılan Lazlardaki atmacacılık tutkusunun yazılı bir kaynağa dönüştürülmesi çabasıdır. Doğa/İnsan ilişkisini harikulade bir şekilde anlatan kitap “kendi öznesi yok olan bir kültürün yaşama şansı olanaksızdır” sözüyle vahşi doğadaki atmacaların yaşamları üzerinden bizi eski kadim bir kültürle buluşturuyor.
Kitabın yazarı Ali Hacıalioğlu ile bu özne ve kadim kültür üzerine söyleştik.
Cihan Şan: Ali Hocam Merhaba. Söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkürler.
Ali Hacıalioğlu: Ben teşekkür ederim.
Cihan Şan: Konuya kitabınız “Sifteri” ile başlamak istiyorum, “Sifteri” ne demek? Bize neyi ifade ediyor? Ayrıca kitabın oluşum sürecinden bahseder misiniz?
Ali Hacıalioğlu: “Sifteri” Lazca’da atmaca demektir, yani atmacanın Lazcası “sifteri”dir. Atmacacılık kültürüne aşina olmayanlar için sadece yırtıcı bir kuşu ifade eder. Fazlasıyla atik ve gösterişli olması sebebiyle de sembolik olarak bazı tüketim mallarının adlandırılmasında da kullanıldığını görülür. Ancak atmacacılık kültürünü yaşayanlar için çok ama çok şey ifade eder. Atmaca tutkusu olanlar Onu ailenin birer ferdi olarak görür. Atmaca sevgisi, mevsimi geldiğinde tüm uğraşlarınızın, hobilerinizin önceliği konumundadır. Bu kültürde, güzelliği ve karakteri beğenilmiş, camiada genel kabul görmüş bir atmacayı kolunuzda oturtmanız, sahibine ayrıca da prestij katar.
Kitabın oluşum sürecini şöyle açıklayabilirim. Ülkemizde atmacacılık kültürünü geleneksel olarak Lazlar yaşatmaktadır. Fi tarihinden günümüze bu kültürün aktarımı sözlü öğreti ve ritüellerle gerçekleşmiştir. Atmacacılık tutkusu genelde çocukluk yaşlarında kazanılır. Yazılı kaynak ülkemizde yok denebilir. Birkaç makale ve KTÜ ile Atmacacılar derneğinin ortaklaşa yayınladıkları bir kitapçık dışında hiçbir yazılı kaynak bulunmamaktadır. Yıllar öncesinden eksikliğini hissettiğim bu sözlü öğretinin yazılı bir kaynağa dönüşmesini amaçlamaktaydım. Pandeminin getirdiği zamansal yalnızlığı ve boşluğu fırsat bilerek bu sözlü geleneği yazmağa karar verdim ve “Sifteri” kitabı çıktı.
Cihan Şan: Konu Lazcadan açılmışken birazda Lazlardan ve Lazcadan bahseder misiniz?
Ali Hacıalioğlu: “Lazca” Lazların anadilidir. Lazlar; ülkemizde Rize’nin Pazar, Ardeşen, Fındıklı ilçeleri ile Artvin’in Arhavi, Hopa ve kısmen de Borçka ilçelerinde yaşayan yerli etnik bir topluluktur. Gürcistan sınırları içinde, Batum’da da Lazlar yaşamaktadır. Lazca 33 harften oluşan kendine özgü dil yapısı olan kökeni megrelce’ye dayanan ve dünyada kaybolma tehlikesi yaşayan dillerden biridir. Atmacacılık kültüründeki birçok adlandırma, sıfat ve deyimlerde Lazcadır. Bu açıdan Sifteri kitabı atmacacılık kültürü anlamında Lazca dilinin yaşatılmasına da katkı sunmuştur.
Cihan Şan: Kitabınızın girişinde “öznesi yok olan bir kültürün yaşama şansı olanaksızdır” demişsiniz. Atmaca avcılığını modern bir söylemle “Performans sanatları” kapsamında değerlendirebilir miyiz? Atmaca avcılığı nasıl bir şey?
Ali Hacıalioğlu: Atmacacılığın maddi temelinin, bölge halkının beslenme ihtiyacından kaynaklandığını düşünmekteyim. Günümüzde her ne kadar hobiye dönüşmüş olsa da 70-80 yıl öncesine kadar atmacayla yakalanan bıldırcınlar yolunarak temizlendikten sonra tuzlanarak toprak küplerde saklanır ve bütün kış boyunca temel besin kaynağı olarak tüketilirdi. Artık günümüzde doğal hayatın tahribata uğramış olması ve bıldırcın neslindeki aşırı azalma böylesi bir geleneğin sürdürülmesini olanaksız kılmıştır. Günümüzde büyük ölçüde hobiye ve tutkuya dönüşmüş olan bu gelenek, atmacanın fiziksel yapısı ve karakterinin yanı sıra atmacacının bilgi beceri ve performansına bağlı olarak çok farklı sonuçlar elde edilebilmektedir. Eğitim sürecinin sonunda ilgililerince takdir gören atmacayı yetiştirmek ve bu beceriyi sergilemek, bu kültürün “performans sanatları” içinde değerlendirilmesi için yeterlidir.
Cihan Şan: Fakat bu incelik isteyen bir iş ve süreç değil mi?
Ali Hacıalioğlu: Kesinlikle evet… Gerek atmacanın yakalanması gerekse besleme aşamalarında yapılan hatalar ve yanlışlıklar ölümle sonuçlanır ve neslin sürekliliğine zarar verir. “Öznesi yok olan bir kültürün yaşaması olanaksızdır” derken, bu yok oluşa dikkat çekmek ve sorumluluk duygusu içinde sürdürülebilir bir atmacacılığa dikkat çekmek istedim.
Cihan Şan: Nasıl?
Ali Hacıalioğlu: Aslında atmaca avcılığını iki temel kategoriye ayırmak gerekir. Birincisi atmacanın kendisinin yakalanmasıdır. Bu kültürde, ağırlıklı bu uğraşta olanlara “tentacı” denir. Atmaca yakalamak da çok meşakkatli bir iştir. Birkaç farklı av tekniği olmakla birlikte bölgede yaygın olarak yürütülen gelenek tentacılıktır. Atmacaların göç yolları üzerinde bulunan denize dikey yamaç ve dağlarda “çerge” yada “tenta” denilen avcının kendisini gizleyeceği, genelde ağaç dalları kullanılarak yapılan kamuflaj mekanları oluşturulur. Hemen önünde de “sindom” yada “nefer” denilen ağlar gerilir. Ağın arkasında 1,5-2 metrelik çubuklara yörede “ceceğen” denen “kızılsırtlı örümcek kuşu” bağlanır. Kuşun gözleri özel aparatlarla sadece çubuğu ve yemini göreceği şekilde kapatılır. Buradaki amaç kuşun atmacayı görmesini engellemektir. Çünkü atmacayı görürse çubuk üzerinde “oynamak” dediğimiz çubuğa bağlı uçuşları asla yapmaz ve kendisinin fark edildiğini hisseden atmaca da kuşa gelmez. Avını uçarak arayan atmaca kendisinden habersiz olan kuşa bütün hızıyla gelir ve ağa çarparak yakalanır. Burada kızılsırtlı örümcek kuşunun yakalanmasına da değinmek gerekir. Böcekçil olan bu kuşların en temel besin kaynağı “danaburnu” denen toprak böceğidir. Köpüklü su yardımıyla topraktaki yuvasından çıkartılan danaburunları özel yapılmış kafes tuzaklara konarak örümcek kuşunun gelmesi beklenir ve yakalanır. Bu kuşlarında asgari 3-5 günlük eğitim süreçleri vardır. Her yakalanan kuş aynı randımanı vermez. Görsel açıdan renkleri de önem arz eder. Kısacası atmaca avcılığı “danaburnu” ile başlayan “ciceğen” ile devam eden ve atmacanın yakalanması ile son bulan bir zincirleme av geleneğidir. İkinci kategori ise yakalanan vahşi ve “acemi” atmacanın eğitilerek bıldırcın avlanması aşamasıdır. Bu kısımda atmaca aslında bir tüfek gibi av aracına dönüşmüştür. Merkez av komisyonu da mevzuat düzenlemelerinde atmacaya “kuş tüfeği” tutumunda davranmaktadır.
Cihan Şan: Yine kitapta “Xaşlak” denilen bir kavram var. (Lazca) siz bunu heyecan ve tutku olarak tanımlamışsınız!.. Atmaca sahibine prestij katar… Bu işin tutkunları nasıl insanlar?
Ali Hacıalioğlu: Kitabımdaki Lazca çevirilerde en çok zorlandığım bu kelime oldu. Taktir edersiniz ki her dilin bir kültürü vardır. Bazen çevirileri anlamıyla ifade etmek için bir kelime değil bir cümle hatta bazen bir paragraf gerekebilir. İşte “Xaşlak”ta böyle bir ifade. Atmacaya ve atmacacılığa olan aşırı sevgi ve tutkuyu ifade ediyor. Atamcacı, mevsimi geldiğinde (Ağustos, Eylül, Ekim) tüm hobilerinden, zevklerinden hatta aşkından vazgeçip kendini atmacaya adar. İşte bu durumu ifade eden kelimedir “Xaşlak”. Genelde çocukluk yaşlarında başlar ve genetik bir özellik de taşır diyebilirim. Örneğin dededen toruna bu genler taşındığı gibi bazen de kardeşlerden biri çok tutkulu iken diğerinin hiç ilgisi de olmayabilir. Atmacacıların nasıl insanlar olduğuna gelince de şunu söyleyebilirim. 9 ay boyunca sezonu özlemle bekleyip sezon açıldığında da her şeyi unutup kendilerini atmacacılığa adayan insanlardır.
Cihan Şan: Mesela yine kitapta atmacacılık kültürünün Karadeniz’in diğer etnik kültürlerinde; Artvin, Rize, Trabzon gibi illerde yaşayanlar pek ilgi duymamışlar. Neden bu gelenek Lazlarda var?
Ali Hacıalioğlu: Aslında kitapta bu konuyu uzunca açıklamaya çalıştım. Bölgenin ekosistemi içinde coğrafyanın, topografyanın ve iklimin önemli bir rolü var. Ayrıca atmacacılığa “küçük gruplar sosyolojisi” bağlamında baktığımızda da bu uğraşın ciddi bir sosyal yanını görürüz. Her ne kadar bireysel bir uğraş gibi görünse de sürdürülebilir olmasının asıl sebebi bu sosyal yapının Lazlar tarafından hala yaşatılıyor olmasıdır. Osmanlı imparatorluğu döneminde saray çevresinde doğancılık, şahincilik ve atmacacılığın yapıldığını tarihsel belgelerde görüyoruz. Ancak günümüzde sadece bu kültürü Lazlar yaşatıyor.
Cihan Şan: Fakat şöyle bir durum da var, “doğanın/tabiatın” tahrip edilmesi. Atmacalar ve onların av sahaları ayrıca ekolojik sistem bozuluyor. Doğa/insan ve Ekosistem? Durum nedir?
Ne dersiniz?
Ali Hacıalioğlu: Doğal yaşam alanlarımızın hızla ve büyük oranda tahrip edildiği gerçeği tabi ki doğal yaşamı da etkiliyor. Bu uğraş doğal ortamda olur. Kentsel doku doğal yaşamı yok ediyor. Ayrıca tarımsal ilaçlar, bıldırcın ve benzeri türlerin en büyük düşmanı. Örneğin Trakya’ya özgü olan çil kekliği’nin soyu tükendi. Tek sebebi tarım ilaçları. Bıldırcının da soyu tehlike sınırlarında. Özetle ekosistemin bozulması, canlı tür ve sayılarını olumsuz etkiliyor. Ve bunun baş sorumlusu da İnsan.
Cihan Şan: Atmaca nasıl bir kuş “kişisel özellikleri/huyu nelerdir? Nasıl eğitiliyor? Bu ustalık gerektiren bir iş değil mi? Ayrıca sanırım atmacacılık bir takım işi? Köpeksiz olmaz mı bu iş? Ne dersiniz?
Ali Hacıalioğlu: Nasıl ki her insan diğerinden farklıdır, atmacalar içinde aynısını söyleyebiliriz. Gerek görselliği gerekse huyları birbirinden farklılık arz eder. Tüy renkleri, şekilleri ve bir takım görsel özellikleri onların özelen adlandırılmalarını sağlar. Örneğin atmacaya kedi köpekte olduğu gibi ad konulmaz. Onun göğüs tüyleri, sırtı, kuyruk altı tüylerindeki desenlere, renklere ve desenlerin şekillerine göre adlar alırlar. Ve bu adla tariflenirler. Açık kara, sarı, boz kızılı vb. Birde karakter özellikleri vardır. Bazı atmacalar suyu çok sever, her fırsatta yüzmek ister, bazıları da ayda bir bazen iki ayda bir yüzer. Bazı atmacalar köpekten korkar ve asla köpek varken avlanmaz. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın köpeğe alıştıramazsınız. Bazıları da köpeği hiç önemsemez ve hatta özellikle yemlenme sırasında kediye köpeğe saldırır. Eğitilmeleri esasta insana alıştırılmalarıdır. İnsanı kendi doğasının bir parçası olarak görmeğe başladığında aslında doğal davranışlarını sergilemeğe başlar. Ve onun doğasındaki kuşu yakalama özelliğinden de bizler yararlanmış oluruz. Tabii ki bu eğitim aşamasının bir çok özelliği ve bilgi birikimine gereksinimi vardır. Herkesin yapabileceği bir iş değildir. Öğrenim aşaması dahi yıllara dair bir süreçtir. Kitabımda “köpeksiz atmacacılık olmaz” diye yazdım. Av köpeği atmacacının atmaca dışındaki en önemli partneridir. Köpeğe olan ihtiyaç bıldırcının özelliğinden kaynaklanır. Bıldırcın yer kuşu olup doğada kendini çok iyi gizler. O denli kendini kamufle edebilir ki yeni kesilmiş bir çim bahçesinde bile onu fark edemezsiniz. Ayrıca çok fazlada tarlada gezinen bir kuştur. Tehlikeyi fark ettiğinde yani kolunuzdaki atmacayı gördüğünde asla uçmaz ve kendini saklar. Onu, kokusunun izini takip ederek bulacak olan kuş köpeğidir. Köpek izini takip ederek yanına kadar yaklaşır ve “ferma” dediğimiz pozisyona geçer. Köpeğin vücut dili aslında bıldırcın kokusu aldığında anlaşılır. Bu aşamada atmacacının heyecanı başlamış ve köpeğin fermasıyla tavan yapmıştır. Köpeğe yakalanmamak için bıldırcının tek çaresi uçmaktır. Uçtuğunda da maalesef arkasından onu yakalamak için kovalayan atmaca olacaktır.
Cihan Şan: Sizden kısa da olsa bir anı/tecrübenizi dinlemek isterim. Bir atmacayla vahşi bir doğaya açılmak nasıl bir duygu?
Ali Hacıalioğlu: “Vahşi Doğa” ifadesi asla bana göre değil. Birçokları için “Vahşi” görülen doğa benim huzur bulduğum mekanlardır. Atmaca avı için gittiğim Karadeniz’in yüksek dağlarında, bıldırcın avlamak için bulunduğum meralarda geçirdiğim zamanlar, kendimle en çok barışık olduğum ve huzur bulduğum zamanlardır. Bırakın bir bina görmeyi bir elektrik direği bile mutluluğuma gölge düşürür. Eğer doğada bir vahşi arıyorsak önce insana bakmak lazım. Atmacacılıkla ilgili bir çok anım var tabii ki. Kitabımın son bölümünü bu tutkuyu anlatabilmek için kendi özelimden anılarıma ayırdım. Her bir atmacacının yaşamı da anılarla doludur. Size beni çok üzen bir anımı anlatayım. Atmacacılıkta “nazara” çok inanılır. Anlatacağım hikaye, benim hala nazar konusunda kuşkularımın sürmesine sebep olmuştur. Lise çağlarındayım. Bir çok atmacacının taktirini kazanmış çok güzel ve aşırı hızlı bir atmacam var. O yıllarda havanın açık olduğu yani geçit bıldırcınlarının gelmediği günlerde atmacacılar olarak geniş ve düz alanlarda buluşur ve atmacalarımızı yarıştırırdık. Her bir atmacacı atmacasını salma pozisyonunda eline alır ve önceden yakalanmış olan bıldırcını havaya uçurur, bıldırcın belli bir uzaklığa vardıktan sonra atmaca arkasından salınarak bıldırcını yakalaması izlenirdi. En uzaktaki bıldırcını en kısa sürede yakalayan atmaca herkesin taktirini kazanır, etkinlik yarış niteliğinde değilse de o atmaca birinci seçilirdi. Bazen de bir bıldırcına iki yada üç atmaca aynı anda salınıp ilk yakalayan birinci gelirdi. Ancak bu yöntemi fazlaca uygulamazdık. Çünkü riskliydi. Atmacayı ilk yakalayan atmacanın ayağındaki bıldırcının ağırlığı sebebiyle hızı azalacağından arkasından gelen atmacanın onları pençelemesi söz konusu olabilir ve bu olumsuzluk ağır yaralanmaya yada ölüme sebebiyet verebilirdi. Yine böylesi bir etkinlikte bende atmacamla birlikte bulunmaktaydım. Bir çok salımdan sonra sıra bana gelmişti. Benden önce bıldırcınlara verilen mesafelerin üstünde bir menzilden sonra atmacamı saldım. Atmacamın o bıldırcını yakalayacağını kimse beklemiyordu. Ancak beklenen olmadı ve atmacam yüksek bir performansla bıldırcını yakaladı. Atmacamı tekrar koluma alıp döndüğümde kalabalığın içinden yaşlıca biri, ki atmacacılar arasında “nazarcı” olarak bilindiğini sonradan öğrendim, atmacama çok ilgi gösterdi. Koluna aldı, kilosunu kontrol etti ve övgülerle bahsetti. Etkinlik sona erip evime dönerken yolda çok değer verdiğim ve her zaman saygı ve rahmetle andığım komşumuz atmacacı “Remzi Dayı” ile karşılaştım. Nerden geldiğimi sordu, bende yaşadığım tüm günü detaylarıyla anlattım. Sözünü ettiğim “Nazarcı”nın orda olup olmadığını sordu. Bende orda olduğunu ve atmacamla da çok ilgilendiğini anlattım. Hiç unutmam “Oğlum bu atmaca sabaha kadar yaşamaz, keşke göstermeseydin” demez mi? Benim içime bir kurt düştü. Atmacamı besledim, dikkatlice tüneğine bağladım, geçe üç kez uyanıp yaşıyor mu diye kontrol ettim. Ve sabah tekrar uyandığımda sağlıklı olduğunu görünce çok mutlu oldum. Atmacamı koluma alıp beslemek için mutfağa gittim. Ayak bağını değiştirmeyi düşünürken son derece uysal olan atmacan bir an uçarak elimden sıyrıldı ve mutfaktaki küçücük aynaya çarparak mutfak tezgahının üstüne düştü. Annem yanımdaydı. Ağzını açıp kapayarak adeta elimde hayatını kaybetti. Yani o sabah atmacam öldü. Çok ama çok üzülmüştüm. Hala anılarımda bütün canlılığını koru bu vaka.
Cihan Şan: Söyleşiyi özetlersek gelenekler/doğa/insan bu günkü modern yaşamı kıyaslarsanız biz ne durumdayız? Doğadan ve onun geleneklerinden fazlaca koptuk değil mi?
Ali Hacıalioğlu: Kesinlikle, artık tüm yaşamımız yapaylıkla dolu ve mutluluğu bu yapay nesnelerin tüketiminde arıyoruz ve sonuç ortada. Hiç kimse mutlu değil. Doğadan uzaklaşmak sanıldığının aksine insanı “kendi olmaktan” uzaklaştırır. İlişkiler sunileşir ve çıkar odaklı olur. Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma duyguları körelir. Özetle insan; insan kalabalığı içinde yalnızlaşır aslında. Modern yaşamı bu açıdan sorgulamalıyız. Moderniteyi doğal yaşamın içinde yeniden kurgulamalıyız.
Cihan Şan: Son olarak gençlere/okuyucularımıza bilgi ve tecrübe aktarımı olarak ne demek istersiniz?
Ali Hacıalioğlu: Doğayı ve doğal yaşamı mutlaka keşfedin.
Cihan Şan: Söyleşi için teşekkürler.
Ali Hacıalioğlu: Bana bu imkanı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla…
Son.
Emeğine yüreğine sağlık sevgili Ali bu kıymetli eserini alıp kitaplıgımdaki İskenderun Tzitaşi,den Mektuplar (Kızıl Lazistan Laz okulları Soviyet Dönemi) Kitabının yanına koymak isterim okuru bol olsun sağlık mutluluk dolu bir yaşam dileğimle Hüseyin doğan