Almanya-Türkiye kökensel ilişkileri ve demokrasi üzerine

HomeManşet Haberler

Almanya-Türkiye kökensel ilişkileri ve demokrasi üzerine

Veysel Tekin

Federal Almanya’dan Türkiye’ye ihraç edilen her mermi, yapılan her yatırım siyasi bir sorun olarak gündeme giriyor. “Yetti artık!” diyenlerin sayısı da azımsanmayacak düzeyde çoğalıyor.

Mevcut rahatsızlığın dile getirilişi ise ortak bir retorikte ortaya çıkıyor: Türkiye’de yoğun insan hakları ihlalleri yaşanırken söz konusu ülkeye silah ihraç etmek, bir haksızlığa peşinen ortak olmayı kabul etmektir.

Peki, doğru mu?

Yani, insan hakları ihlalleri ile malum olan Türkiye’nin dizginlenemez bu şöhreti karşısında Berlin’in varsıl tutumu, tüm bu olumsuzlukların sonuçlarından  “çok rahatsız olduğu” şeklinde bir çıkarıma bizi nasıl götürebilir?

 Kuşkulu!

Bir önceki makalemde, Türk-Alman tarihi ilişkilerini periyodik olarak işleyeceğim bir Almanya dosyası ile okurların karşısına çıkmıştım.

Türkiye’nin altında ezildiği kamburu durumundaki ve aktüel durumda yolun sonuna gelindiği görülen Türkçü İslamcı sistemin arka planını irdelemiştim. Bu arkaik ideolojinin, ABD ve Almanya’nın desteğiyle 12 Eylül 1980 neo-liberal faşist darbesiyle formatlanmaya başlandığı ve AKP’nin doğuşunu simgeleyen 3 Kasım 2002 sandıklı darbeyle de perçinlendiğini ifade ettim ki zaten bu bilindik bir aksiyomdur. Erken Cumhuriyet dönemi milat olmak üzere hiçbir zaman demokrasiyi kurumsallaştırma niyeti hiç olmamış aksine etnik, dinci ve faşist baskıyı demokrasiye yeğ tutmuş totaliter bir yönetim anlayışının serencamına değinerek yazımı noktalamıştım.

Bilhassa da son dönem kararnameleri ile iyice perçinlenen para-militer örgütlenmeler ve bunun “doğal” bir sonucu olarak artan insan hakları ihlalleri gerek yasama için gerekse de toplumsal/muhalefete yol verilmeyecek şekilde yürüyor. Hal böyleyken de iktidar partisi ve Erdoğan açısından ise kazanılamayacak bir secim olasılığı ise “Sıfır”dır.

Covid- 19 nedeniyle iyice tavan yapan ekonomik kriz ile birlikte uluslararası politikada giderek uğranılan izolasyon ve “yaptırım” baskılarının da etkisiyle Erdoğan yönetimindeki Türk-islami rejim son salvolarını yapmakta. Avrupa’daki ülkücü derneklerin faaliyetlerinin yasaklanması buna uygun düşen bir örnektir.

Bu son salvoların, kötü sürprizleri de ihtimal dışı bırakmamak kaydıyla, nasıl sonuçlanacağı ise ülkedeki iddia sahibi demokrasi güçlerinin cesaretle uygun hamleler gerçekleştirmeleri ile mümkündür. Ne yazık ki ufukta umut verici bir durum da görülmemektedir.

Bir nevi siyam ikizleri görünümündeki Almanya& Türkiye ilişkileri, artan tepkiler ve eksen kaymaları denemelerinin de sonuna gelmiş durumda.

İkinci Reich ile kurulan Alman İmparatorluğu Osmanlı/ Türkiye ilişkileri, 1’inci ve 2’nci Dünya Savaşları’nda bile hiç sekteye uğramamış Lebensraum doktrinine sahiptir. Her iki ülkenin de hayallerini süsleyen büyük sömürgecilik planları paralel yürümüş ve her iki ülke istisnasız bir şekilde birbirlerini desteklemiştir.

AB’nin Türkiye karşıtı her yaptırım kararında Almanya yaptırımları ya yumuşatmış ya da erteletme yoluna gitmiştir. Örneğin; Aralık 2020’deki AB zirvesinde alınan kararların, Mart 2021’e ertelenmesi sadece ABD’deki başkanlık seçimini kazanan Biden yönetimi ile açıklanamaz.

Alman Dışişleri Bakanı Maas- Çavuşoğlu ortak basın açıklamasında Maas`a yöneltilen Türkiye’deki insan hakları ve hukuk ihlalleriyle ile ilgili soruya karşın Maas’ın verdiği, “ Ben iç politika konularına girmem!” cevabı manidar olmakla birlikte kökleri geçmişe dayanan “yapıcı ve onarıcı” Almanya-Türkiye ilişkilerinin anlaşılması açısından da ipucu niteliğindedir.

En son olarak ta 25 Ocak 2021 itibariyle AB Dışişleri Bakanları, Türkiye’ye yönelik Aralık ayındaki liderler zirvesinde kararlaştırılan yaptırımları rafa kaldırma kararı almış durumda. Yani her koşulda Almanya Türkiye`nin rejimsel özelliğine bakmaksızın yanında olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, toplantı sonrasında yaptığı açıklamada, “Olumlu gelişmeler kaydedildiğini gördüğümüz için Türkiye’ye karşı bugün yaptırım kararı almadık” demiş durumda.

Almanya 1900’lü yıllardan itibaren Türkiye gericiliğinin bataryasıdır. Milli Görüş ve İslamcı gruplar, İslamcı AKP iktidarı, maddi ve manevi kaynaklarını Federal Almanya’dan rahatlıkla aldılar. Bonn, İslamcı çizgilere her daim destek verdi, islamcı gericiliğe kapıları açık tuttu. Türkiye’deki aydınlanmacı sol-sosyalist düşünce ve hareketler sadece Washington’u rahatsız etmekle kalmıyor Bonn’da da fazlasıyla rahatsızlık uyandırıyordu.

Bunun için de 1976’daki Bildenberg Toplantısı’nda ABD ile birlikte 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin temelleri atılmıştı.

Alman tekellerinin çıkarları tehlikedeydi ve bu yüzden Türkiye üzerinden kendi çıkarlarını korumaya çalıştılar. 12 Eylül hükümetlerine hiçbir engel çıkarmadılar, tabii kamuoyu önünde demokrasi çağrılarını yinelemeyi ve işkence suçlamalarını sürdürdüler ama gerçek işleyiş destek içerikliydi. Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki, üstelik demokrasi iddiası olan bir ülke olarak, isteseydi, faşist bir darbeyi geri çevirecek silahları elbette ki vardı.

Fakat sermaye dediğimiz şey ve onun siyasi temsilcileri, olaylara başka türlü bakar: Kâr düzeni sürmelidir, yönetimde kim olursa olsun… Dolayısıyla sözde Alman Sosyal Demokrat Partiler/ Yeşiller vs. olmak üzere bunlardan medet ummak tam olarak sol bir körlük halidir. Dönemsel olarak yüksek perdeden Türkiye’yi eleştirmelerine inanılmamalıdır.

Aynı zamanda da Almanya için Türkiye gerek AB içinde ve gerekse de Ortadoğu/ Asya çıkarları için de koçbaşı olarak kullandığı bir araç olagelmiştir. Tabi ki bu aşk karşılıksız türden bir ilişki değildir. Neo-Osmanlı hayallerine Almanya’nın görünmez adam misali desteklemesi dikkatli gözlerden kaçmamıştır. Bu sebepledir ki eğer Türkiye`de demokratik bir yönetim kurulacaksa bunun Almanya`ya rağmen olması bir zorunluluktur.  Demokrasi güçlerinin ABD’nin yanına Almanya emperyalizmini de koyarak “kahrolsun!” demeleri, yanı sıra da mücadele perspektiflerini de bu minvalde kurmaları gerekir.

Rojova başta olmak üzere ülke içinde(Hendek savaşlarında)  kullanılan Alman silahlarının Almanya tarafından teşhir olundukları için geri çekmeleri, sonrasında ise bu silahların Rojava işgalinde Türkiye’nin kullanması uluslar arası nitelikte bir suçtur, suça iştiraktir.

Türkiye’ye satılan Alman tankı Leopard 2’nin Suriye Milli Ordusu’nun eline geçtiği iddialarına (23 kasim 2019) yönelik Alman hükümeti “elimizde bulgu yok” yanıtını veriyordu.

 

Ve daha da ileri giderek sadece

Almanya Türkiye’ye geçtiğimiz yıl da 242 milyon 800 bin Euro değerinde silah satmış, bu da Almanya’nın toplam 770,8 milyon Euro tutarındaki yıllık silah ihracatının yaklaşık üçte birine tekabül etmişti. Ankara böylelikle geçen yıl Alman savunma sanayi ürünlerinin açık ara bir numaralı alıcısı olmuştu. Bu sene de, Suriye harekâtı nedeniyle silah satışının kısıtlanması kararına rağmen Türkiye, büyük ihtimalle, yine ilk sırayı kimseye kaptırmayacaktır. Yani söz konusu Türkiye olduğunda Alman Devlet politikası Türk iktidar siyaseti karşıtı olan, başta Kürtler olmak üzere her türlü muhalefete karşı Türk islamist politikaları desteklemektedir.

Almanya’dan Türkiye`ye silah satışları :

Türkiye’ye Leopard tanklarının ihracatı 35 yıl önce başladı. Federal hükümetin verilerine göre, 1982 ile 1993 yılları arasında Türkiye’ye 391 Leopard 1 model tank gönderildi.

Ekonomi Bakanlığı verilerine göre 2017 yılında ayrıca 1 milyon 860 bin Euroluk kızılötesi tarama cihazları, 1 milyon 850 bin Euroluk donanma gemisi teçhizatı ve 1 milyon 380 bin Euroluk askeri uçak teknolojilerine yönelik talebe onay verildi.

Ayrıca bir milyon Euro sınırı altında kalan kalemlerin ise “nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlara karşı korunma teçhizatı ve göz yaşartıcı gaz” ile askeri elektronik, ateş destek sistemleri ve ateşli silah kalemleri olduğu bilgisi verildi

 Alman hükümeti, “cephane”, “patlayıcı ve yanıcı maddeler” ve “balistik koruyucu teçhizat” kalemlerindeki siparişler konusunda ise Anayasa Mahkemesi kararına atıfla bilgi vermemişti.

Türkiye’ye silah satışından elde edilen gelir 2003 yılında 440 milyon Eurodur.

2014 yılında Türkiye’den Suriye’ye silah sevkiyatları, MİT TIR’larında Alman silahları bulunmuştur.

Ne de olsa Osmanlı’da başta ilk istihbarat kurumu Teşkîlât-ı Mahsûsa`yi/(Mit’ in kurulması,finansmanı ve yönetiminde de 1980’lere kadar etkili olmuştur.) kuran, giderek Osmanlı Genel Kurmay Başkanlığı’nı bile bilfiil yürüten/yöneten bir Almanya`dan söz ediyoruz.

1’inci Dünya savaşı öncesinde Turanizm’in otaya çıkmaya başlamasından en başta Almanya sorumludur. Gerek siyasi ve gerekse de finansman olarak Osmanlı ve Bismark doktrinin ve dolayısıyla Büyük Almanya projesinin hayata geçirilmesi halifeliğin etkisindeki Müslüman yönetimlerle mümkündü. Müslümanların ilk Cihad düşüncesiyle tanışması Almanya sayesinde olmuştur ve Almanya sadece organize etmekle kalmayarak cihatçıları gerek Matbuat,gerek ekonomik ve askeri olarak finanse etmiş/yönetmiştir.

1.Dünya Savaşı’nda Almanların hazırladıkları propaganda afişleri..

 

1898’de, Şam’da İmparator II. Wilhelm’in Selahattin-i Eyyübi’nin mezarı başındaki ünlü konuşması bahsedilen derin kökleri göstermektedir. II. Wilhelm, Sultan Abdülhamit’e gösterdiği büyük misafirperverlik nedeniyle teşekkür ederek, coşkulu bir ifadeyle, Sultan Abdülhamit’in dini önderi olduğu 300 milyon Müslüman’ın her zaman dostu olarak kalacağının sözünü veriyordu.  II. Wilhelm konuşmasında “Eğer oraya herhangi bir dinim olmadan gitmiş olsaydım, kesinlikle Müslüman olurdum,” sözleriyle halen anılmaktadır.

Alman İmparatoru Kayzer II Wilhelm “Weltpolitik”, dünyaya açılma siyasetini 19. yüzyılın son çeyreğinde uygulamaya koyduğunda dünya zaten İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşılmıştı. Denizlerin hâkimi İngiltere idi. Alman İmparatorluğu Afrika’da birkaç sömürge elde edebilmişti. Fakat hızla gelişen Alman sanayiine bu yetmezdi. Almanya’ya büyük pazar ve hammadde kaynakları lazımdı.

1.dünya savaşı yıllarından bir kartpostal: Almanya kralı, Osmanlı sultanı, Avusturya-Macaristan imparatoru

 

Almanya’nın nüfuz edebileceği en uygun alan Osmanlı İmparatorluğu idi. Alman İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu’na nüfuz edebilmek için Anadolu ve Bağdat Demiryolu imtiyazlarını, Osmanlı Ordusu’nu Prusya Ordusu tarzında yenilemeyi, silah ticaretini, borç verme yollarını ve İslamiyeti çok iyi kullandı ve kullanmaya da devam etmektedir.

Genel Almanya politikasına sadece Osmanlı/ Türkiye üzerinden bakmak yetersiz kalır. Buna bir de Almanya/Azerbaycan üzerinden de irdelemek gerekir. Azerbaycan bir nevi Türkiye’nin bir prototipidir. Azerbaycan ‘Tek Adam Rejimi’ Türkiye için de mükemmel bir örnektir. Kişiye ve zümreye ait olan ‘Ayrıcalıklı Hukuk’ ve yönetim biçimi için ideal bir donedir.

 Almanya/Azerbaycan ilişkilerine kısaca göz atmak gerekirse:

Azerbaycan-Almanya ilişkilerinin tarihi temel olarak 19. Yüzyılın başlarına tesadüf etmektedir. Bu dönem de Napolyon savaşlarından sonra büyük sayıda Alman ailesi Çar Rusyası’na göç etmiş, bunlardan yaklaşık 400 aile ise Azerbaycan`da, özellikle şimdiki Göygöl, Şemkir ve Tovuz rayonlarında yerleşen eski adı Helenendorf, Annenfeld ve Traubenfeld olan köylerine yerleşmişler. 19. yüzyıl Almanlar tarafından Azerbaycan`ın ekonomik potansiyelinin, aynı zamanda edebiyat ve kültürünün öğrenilmesi ile özetlenebilir.

Almanya’nın Azerbaycan’daki ilk yatırımcıları, bu bölge daha Transkafkasya içerisinde Rusya Çarlığı`na dâhil iken faaliyete başlamıştı. Almanlar özellikle şarapçılığın gelişimine katkı sağlamış.

Familie Hummel 1863

1.1854`de Rusya-Osmanlı savaşı döneminde telgraf iletişimine ihtiyaç yarandıktan sonra, Almanya`nın Walter ve Werner von Siemens kardeşlerinin kurduğu Siemens şirketi tarafından Kafkas telgraf hattı yapılmıştır.

(Ne gariptir ki 1856 yılında da Türkiye’de ilk telgraf sistemini kurmuştur.)

2.1863`de Simens, ilk kez Azerbaycan ekonomisine yatırım yaparak, Gedebey rayonu bakır yataklarını işletmek için fabrika kurmuş ve 20. yüzyılın başlarına kadar Kafkasya`da elde edilen toplam bakırın 2/3`nü üretmiştir. Aynı zamanda bölgede ilk Alman Konsolosluğu da kurulmuştu.

( 1902-1911 yılları arasında özellikle Avrupa sanayisi için gerekli olan simli kurşun ve ham borasit gibi madenler yabancı sermaye tarafından işlendi.

(Ökçün, 1971). Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı madenleri çoğu zaman Almanların hesabına kullanıldı. – Yer Altı Kaynakları Dergisi 18 Temmuz 2020)

3.Nobel kardeşleri 1879`da Almanya yatırımını Transkafkasya bölgesine getirmiş, “Nafta (petrol) Üretim Kurumu” kurmuştur.

4.Kaiser Wilhelm II tarafından verilen kararla demiryolu yapımı ve diğer sektörlerde Alman yatırımı 1890`da Almanya`nın Bakü Konsolosluğu faaliyete başlamıştır.

5.Almanya ile kültürel ilişkiler de geliştirilmiş, tarihi “Kitabi Dede Korkut” destanı ilk kez Alman âlimi ve oryantalisti Fridrix von Dits tarafından 1815’de Almancaya çevrilerek dünyaya tanıtılmıştır.

6.Tüm dünyaca meşhur “Ali ve Nino” eserinin yazarı olan Azerbaycanlı Gurban Sait, Sovyetlerden kurtulmak için Almanya`ya gitmiş ve eserini burada yazarak 1930`da Almanca yayınlatmıştır.

7.1918-1920 yılları arasında bağımsızlığını sürdüren AHC dönemindeAlman vatandaşlar Azerbaycan Parlamentosunda 1 millet vekili ile temsil olunmuş ve devlet idareciliği yapılarına entegre edilmişler.

8.20. Yüzyılın başlarında Bakü şehir belediye başkanlarından biri milliyetçe Alman olmuştur.

9.1941`de bu savaşa katılan SSCB’den dolayı Almanya hükümeti eskiden mülteci yapmaya mecbur kalmış insanlarla irtibata geçmiş ve hatta1942`de M.E. Resul zade ile de görüşmüştür. Mülteci olarak yaşayan Kafkasyalılar’dan oluşan “Kafkasya Ordusu’nun yapılanmasında 70 bin Azerbaycanlı’nın da katıldığı “Bozkurt”, “Aslan” gibi lejyonlar da vardı.

Resul zade Almanya`da faaliyet gösteren “Azerbaycan Ulusal Komitesi” kurmuş ve Hitler`den Azerbaycan’a savaşı kazandıktan sonra bağımsızlık sözü almak için çalışıyordu,

10.1945`te savaş bittikten ve Almanya mağlup edildikten sonra ikiye bölünmüş, buna rağmen Sovyet Azerbaycan’ı ile sosyalist Almanya arasında ilişkiler sadece kültür, turizm ve bilim alanlarında geliştirilmiş ve bu dönem de birçok Azerbaycanlı yazarların eserleri Almancaya ve tersine olarak Alman eserleri Azerbaycan caya çevrilmiştir.

11.18 Ekim 1991`de bağımsızlık kazandıktan sonra Azerbaycan

Cumhuriyeti ve Almanya Federatif Cumhuriyeti (AFC) arasında tüm alanlarda hem siyasi hem ekonomik hem de sosyal-kültürel ve güvenlik ilişkileri geliştirilmiştir. Ocak 1992`de Almanya Azerbaycan`ın bağımsızlığını ilk tanıyan Batı Avrupa ülkelerinden biri olmuş, diplomatik ilişkiler kurmuş ve bu ilişkiler günümüze dek devam etmekte. Azerbaycan da Batı Avrupa devletlerinde ilk Büyükelçiliğini Almanya`da açmıştır. Almanya’nın Güney Kafkasya bölgesindeki temel ekonomik partneri Azerbaycan olmakta ve bu temelde ikili siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirilmektedir.

12.Azerbaycan-Almanya siyasi diyalogunun temel noktalarından biri Dağlık Karabağ sorunu olmakta ve Almanya Ermenistan-Azerbaycan Dağlık Karabağ sorununun çözümü için kurulan Minsk Grubu üyelerinden biri olmuştur.

( Genel olarak bakıldığında Türkiye-Azerbaycan ve Almanya tarihi ilişkileri günümüze kadar kopmaz bir şekilde birbirine paralel gitmiştir.)

Peki, siyasal İslamcılar?

 

20nci yüzyılda, bir büyük devletin kucağından öbürüne savrulan siyasal İslamcılar, Nazileri de es geçmemişti tabi ki . Müslüman Kardeşler ’in fikir babası, bir zaman İngilizler için çalışırken Yahudilere karşı Nazilerin hizmetine giren Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni de Gerede’nin anılarında yer buluyor

Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni

“Hitler, Reichstag’a (Alman Meclisi) Nazilerin bir ağızdan söyledikleri şarkı sesleri arasında, 6 Ekim günü mağrur ve muzaffer bir eda ile girmişti. O gün orada, gözüme ilişen bir sarıklının kim olduğunu sormuş, Kudüs Müftüsü olduğunu öğrenmiştim.”

Sakalını keserek sahte pasaportla Kudüs’ten kaçan, Hitler’in “Haydar” adında gizli bir Müslüman olduğunu savunarak Nazi saflarında savaşa çağıran Hüseyni ile Gerede daha sonra da karşılaşıyor:

“Hüseyni’nin, dünyanın bu bölgesinde, politika alanında hayalperest olmaktan çok, gerçekçi bir adam olarak belirdiğini söyleyen Hitler, müftünün ince bedeni ve fare gibi haline rağmen, sarı saçlı ve mavi gözlü oluşunun, ecdadı arasında Aryen bulunduğunu gösterdiğini söylüyordu.”

Günümüzde sözde muhalefetin iktidarın çıkmazlığı karşısında Türkiye Masası söylemlerini açıktan söylemeye başlaması, muhalefetin de özünde iktidarın politikalarından çok da rahatsız olmadığını ve gerekirse Cumhur İktidarı’nı korumak için Stepne olmaya gönüllü olduklarını göstermektedir.

Almanya Tarihi aynı zamanda bir katliamlar tarihidir.

«Almanya tarihi katliamlarla dolu bir geçmişe sahiptir.

Dolayısıyla katliamlarla anılan bir ülkenin Türkiye deki Demokrasi güçlerine  verebileceği bir şey yoktur.»

  Almanların içinde olduğu katliamlar

 Untermensch veya alt insan, Naziler tarafından sık sık “Doğu’dan gelen kitleler” olarak adlandırılan, Aryan olmayan kitleleri alt insan olarak betimleyen terim. Yahudiler, Romanlar, Slavlar, Polonyalılar, Sırplar ve daha sonra da Ruslar bu tanımlama içerisine sokulmuştur.[1][2] Terim aynı zamanda Siyahlar, Mulattolar ve Fin-Asya’ya da uygulandı.[3] Nihai Çözüm ile Yahudilerin Holokost ile Polonyalı ve Romanların, ayrıca fiziksel ve zihinsel engelli insanların yok edilme planları bu fikre dayanır.[4][5][6] Generalplan Ost’a göre, Doğu-Orta Avrupa’nın Slav nüfusu kısmen Holokost’taki toplu cinayetlerle azaltılacaktı, çoğunluğu Asya’ya sürüldü ve Almanya’da köle emeği olarak kullanıldı. Bu kavram Nazi ırk politikasının önemli bir parçasıydi

Generalplan Ost (Türkçe: Genel Doğu Planı) ya da kısaca GPO, Nazi Almanyası hükümetinin planlı soykırım ve etnik temizlik amacıyla geniş ölçekte hazırladığı Orta ve Doğu Avrupa’nın Alman kolonizasyonunu içeren plan. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’nın işgal ettiği bölgelerde uygulanacaktı. Plan, savaş sırasında kısmen gerçekleşti ve dolaylı olarak ve doğrudan milyonlarca etnik Slavların açlıktan ölmesi, hastalık veya zorla çalıştırılarak imha edilmesi ile sonuçlandı. Ancak tam olarak uygulanması bakımından büyük askeri operasyonlar sırasında uygulanabilir değildi ve Nazlerin savaştan yenilgiyle çıkmasıyla tamamen uygulanamadı.

Herero ve Namaka Soykırımı ya da Namibya Soykırımı (Almanca Aufstand der Herero und Nama «Herero ve Nama Başkaldırısı»), Afrika Talanı sırasında Alman Güneybatı Afrikası’nda (günümüzdeki Namibya’da) 1904-1907 yıllarında Almanlar tarafından yerli Bantu halklarından Hererolara ve Hotanto halklarından Namalara karşı girişilen soykırım.

12 Ocak 1904’te, Samuel Maharero idaresindeki Hererolar halkı Alman sömürge idaresine isyan etti. Ağustosta, Alman generali Lothar von Trotha Waterberg Savaşında isyancıları yenerek aileleriyle birlikte bölgeden Omaheke çölüne sürdü. Ekimde ise bölgedeki bir başka halk olan Namalar da isyan ettiler. Almanlar onlara da aynı şekilde davranarak 65,000 Herero’yu (toplam nüfuslarının %80) ve 10,000 Nama’yı (toplam nüfuslarının %50) yok ettiler.

Katliamda en çok kullanılan yöntem ise asileri çöle sürerek orada susuzluktan ya da önceden zehirlenmiş içme suları ile öldürmekti. (Ermeni katliamında kullanılan yöntemler)

 Ermeni Katliamı ve Almanlar

Ermenilerin gerçek bir tehlike arzettiğini söyleyen Alman kurmaylar arasında Bronsart başı çekiyordu. Tehciri savunuyordu, tehcirin kitlesel katliamlara dönüştüğünü öğrendiğinde “Böylesi daha bile iyi, müdahale etmeyin” demişti. O ve başka bazı çok etkili Alman kurmaylar, “Türkler bu çözümü uygun gördülerse, bu bizim için de daha iyi olur” diye düşünmüşlerdi. Ayrıca Bronsart gerçek bir ırkçıydı, Osmanlı Ermenilerini Almanya’daki Yahudilere benzetiyordu. Sonraları önde gelen faşistlerden biri oldu. 1930’larda yazdığı mektuplarda Ermenilerin Yahudilerden bile beter olduğunu yazıyordu. Askerî ataşe Hans Humann da benzer fikirdeydi. Donanmanın başındaki Souchon “Ermenileri yok etmeleri Türkler açısından daha hayırlı” demişti.

Yahudi Soykırımı veya Ha Şoa (İbranice: השואה‎, lit. “felaket”), Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Almanyası döneminde, Heinrich Himmler’in liderliğindeki SS güçleri tarafından işgal edilen sınırlar içerisinde yaklaşık 6 milyon Yahudi’nin—kaynaklara göre ölü sayısı değişir—sistemli bir şekilde öldürüldükleri soykırım

Holokost’a giden süreçte şiddet ve soykırım aşama aşama gerçekleşti. Yahudilerin sivil haklarını elinden alan, en meşhuru 1935 yılındaki Nürnberg Yasaları olan, birçok yasa, Avrupa’da II. Dünya Savaşı patlak vermeden yürürlüğe girdi. Toplama kampları, mahkûmların, ya bitkinlikten ya da hastalıktan ölene kadar köle gibi çalıştırılmaları için kurulmuştu. Almanya’nın her işgal ettiği yerde paramiliter grup (Almanca: Einsatzgruppen), Yahudileri ve politik muhalifleri, toplu infazlarla öldürdü.

Dersim katliamı

Nazi Almanya’sından kimyasal silah aldığını ve Dersim bölgesinde Alevilerin katliamında kullandığını gösteriyor.

Dersim katliamında Alman Gazları

Ortaya çıkan belgeler bir kez daha göstermiştir ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1937-38-39 yılları arasında Dersim’de planlı-programlı zehirli gazları da kullanarak soykırım amaçlamış ve gerçekleştirmiştir.

Bu soykırım uygulandığında Mustafa Kemal Atatürk’ün de imzasıyla Nazi programlarının yürütüldüğü dönemin Almanya Devletinden zehirli gaz, ABD’den bu gazların kullanılması için bombardıman uçakları satın alınmıştır. (Sonhaber.ch 16 Kasım 2020)

Sonuç olarak gün be gün son şeklini almak üzere olan Cumhur ittifakı Otokratik Faşizmin karşısında olmak, aynı zamanda Alman politikalarının karşısında olmakla eş anlamlıdır. Bu sebeple Almanya’nın ikiyüzlü bir şekilde Türkiye Demokrasi güçlerine yönelik tutumu ve politikaları basta Almanya olmak üzere Avrupa kamuoyuna teşhir edilmelidir. Bu da ancak güçlü bir ‘Demokrasi Bloku’ oluşturmakla mümkündür. Aksi takdirde kimse boynunu kasabın bıçağını yalayan koyun olmaktan kurtulamaz!

veyseltekin@sonhaber.ch

Kaynaklar

  • org
  • DW 17.10.2019
  • a.acom 11.10.2018
  • Yer Altı Kaynakları Dergisi 18 Temmuz 2020)
  • sonhaber.ch 16 Kasım 2020

 

 

 

 

guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments