Çarşamba, Kasım 12, 2025
Son Haber
  • Yazarlar
  • Manşetler
  • Son Haber Tv
  • Künye
No Result
View All Result
  • Yazarlar
  • Manşetler
  • Son Haber Tv
  • Künye
No Result
View All Result
Son Haber
No Result
View All Result
Home Manşet Haberler

Anlamak ve Değişmek

Altan Açıkdilli by Altan Açıkdilli
13/08/2025
in Manşet Haberler, Yazarlar
A A
1
Anlamak ve Değişmek
0
SHARES
473
VIEWS
Share on FacebookShare on TwitterShare on Whatsapp Send Mail

“Zekanın ölçüsü, değişebilme yeteneğidir”
Albert Einstein

 

Peyami Safa, Nazım Hikmet’in ısrarı ve cesaretlendirmesiyle, psikoloji konusunda ve yazarın değil, olayı kahramanın gözünden anlatan ilk roman olması nedeniyle, ülke edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden biri olan, 9. Hariciye Koğuşu romanını yazar ve kitabı da Nazım Hikmet’e ithaf eder. Nazım’la (henüz) bağları o denli güçlüdür ki kitabın baş karakterlerinden biri olan, hayat dolu kadına da Nazım’ın ilk eşinin adı olan, Nüzhet ismini verir. İşte aralarındaki bağ bu denli güçlüdür o zamanlar. Yani Sefa, sonradan sefahat peşinde koşup, tüm değerlerimize saldırmadan önce.

Romanda Nüzhet (kahramanın aşık olduğu kadın), “Suçlamak, anlamaktan daha kolaydır. Çünkü anlarsan, değişmen gerek” der. Zaten giriş paragrafının tersine, bizim yazımızın konusu da bu sözün anlamlılığı çerçevesinde ilerleyecek.

Gerçekten de insanlar yaşamlarını örerken, pek çok yargı içine girerler. Girdikleri bu yargı süreçleri ise olayları ve olguları etraflıca analiz etmek yerine, önceden edindikleri bilgilere ve olası yeniden edineceği bilgilerin uygunluğu ile karşılaştırmak yerine, o an kafasındaki düşünceye uygun olup olmadığına göre karar vermeyi tercih ederler.

Ani refleks gerektiren koşullarda, önceden edinilmiş yargılarla karar vermek, şüphesiz her zaman yanlış bir şey olmayabilir. Ancak olayları ve olguları analiz etmek ve buna göre düşünceler oluşturabilmek için doğru soruları sormak ise kaçınılmazdır.

Zaten doğru bir düşünceyle, olguları incelediğimizde görürüz ki cevaplar, sorulardan önce ortaya çıkmaktadır. Burada önemli olan, cevaplara ulaşabilmek için doğru soruları sorma konusunda gösterebileceğimiz ön yargılardan ve genel kabullerden, bir kopuşu sağlayabilmektir.

Albert Einstein “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur.” der. Aynı ön yargı bizim davranışlarımızı değiştirmemizin, olayları kavramamızın da önünde bir engel teşkil eder.

Bu anlamıyla baktığımızda, örneğin Sokrates, soru sorma yöntemiyle, çelişkilere yol açanları eleyerek ilerler. Daha geçerli hipotezler oluşturmak için hipotez çürütme yöntemi olan, olgunun zihnimizde yol açtığı çelişkileri netleştirir.

Bu anlamda Sokrates, cevabı biliniyor sanılan soruları tekrar etmekten çekinmez. Hatta öylesine ki soruların cevabını bildiğini düşünen bir kimse, Sokrates’in sorduğu ve cevabını bildiğini sandığı soruları kolayca cevapladıkça, başka bir anlam ve içeriğe doğru bir yolculuğa girdiğini fark etmese de kendi cevapladığı sorularda, bambaşka hatta daha önce bilmediği yanıtların içinde bulur kendini.

Bu soru sorma yöntemine günümüzde Sokratik yöntem dense de Sokrates’in yaşadığı dönemde bu yöntem; Maiotik yöntem olarak, yani soru sorarak bilgiyi açığa çıkarma yöntemi olarak adlandırıyordu. Bunun nedeni de ilk olarak Menon adında bir köleye geometri teoremi çözdürmek için kullanmış olması diye düşünülüyor.

Şüphesiz Sokrates’in kullandığı diyalektikten çok daha gelişmiş bir yöntem var elimizde. O da diyalektik ve tarihsel materyalizm.

Artık olguları ve olayları elimizdeki bu yöntemi kullanarak çok daha doğru bir biçimde çözümleyebiliriz. Peki bunu yeterince kullanabiliyor muyuz?

Belki bazen.

Herakleitos, değişmeyen tek şey değişimdir diyordu, akar suya girdikten sonraki o eski kendisinin şimdiki kendisi olmadığını kavradığında. Hatta bir adım daha giderek suyun da eski su olmadığı diyalektik felsefesini müjdeliyordu bizlere.

Peki bizler? Hala aynı derede mi yıkandığımızı sanıyoruz, o derenin ise aynı dere mi olduğunu düşünüyoruz hala? Ya da aynı “ben” miyiz hala o suyun başındakiyle ve sudan çıkan kişiyle?

İnsan zihni, kendini haklı çıkartmak için belli bir fikre bağlanır ve beynimiz ona aykırı her bilgiyi filtreler, görmezden gelir ya da çarpıtır. Buna “onaylama yanlılığı” (confirmation bias) denir. Doğrunun tek sahibi olmak yanılsaması içine giren birey, karşısındakini anlamayı bırakır ve kendi düşüncesini tek doğru olarak görmeye başlar. Ve farklı görüşleri bir tehdit olarak görmeye başlar. İşte bu durum bizleri, anlamak yerine suçlamak eylemine yöneltir. Girdiğimiz ilişkilerde, kendi görüşümüz dışındaki görüşleri anlamak yerine, o görüşü hatta o görüşün sahibini suçlamaya başlarız. Çünkü suçlamak kolay, anlamak ise bizden değişmemizi beklediğinden dolayı zordur.

Yeri gelmişken belirtelim, bu tip bakış açısına sahip bireyde, tuhaf bir özgüven de vardır. Oysa bilmeliyiz ki gerçek özgüven, “ben hep haklıyım” demek değil, “yanıldığında bunu kabul edebilmektir”

Bizler maalesef, az soru soran bir toplumun çocuklarıyız ve istesek de istemesek de üç aşağı beş yukarı, toplumsal bilincin toplamının bir sonucuyuz. Yani toplumsal ortalamanın, bizlerinde üzerinde etkisi kaçınılmaz.

Doğru soruları sormak ise sadece bilgi değil, aynı zamanda cesaret işidir. Hele ki bu soruları sormak için ön yargılardan arınmış olmak daha da büyük bir cesaret ister.

Bu noktada, hemen peşin olarak söyleyebiliriz ki kendisi ile yüzleşmeyi bilmeyen, öz eleştiri yapmasını bilmeyen bir insanın, doğru soruları sorma şansı da maalesef yoktur. Çünkü her soru, içinde taşıdığı cevabın niteliği açısından, insanın daha önce doğru olarak bildiği şeyleri, yanlış çıkarma potansiyeli taşımaktadır.

Bu açıdan baktığımızda doğru soru sormak için filozof olmak yetmez. Aynı zamanda devrimci bir kişiliğe de sahip olmak; bize soruları daha cesaretli, daha çekincesiz, sormanın yollarını açacağı gibi, cevaplarına karşı da daha korkusuz olmamızı sağlayacaktır. Yani sorduğumuz sorunun cevabından korkuyorsak, o soruyu da sormayız. Eğer Kopernik ve Galileo, dünyanın ve güneşin; yuvarlak olduğu ve güneşin merkezde olduğunu, dünyanın da güneşin etrafında döndüğü, cevabından korksalardı, bırakın bilimi, şüphesiz ontoloji için bile olsa, gereken soruları soramazlardı.

Doğru soruları sormak, bizleri bu soruların ortaya çıkarttığı yeni (korkmayacağımız) cevaplara karşı yeni bir tutum almaya yönlendirecektir. Bu ön yargılardan arınmış yeni yargılarımız, uzayın boşluğunda, bir hiçliğe doğru yol alan fikirler değil, aksine, bizleri bu yeni fikirler çerçevesinde tutum takınmak zorunda bırakan, yeni bir durum oluşturacaktır.

Bu yeni durum değişimdir. Değişim ise bahaneler ve gerekçeler üretmekle değil, aksine karşımızdakini, olguyu, olayı ve insanı anlamayla başlayacaktır.

Anlamak, daha önce başka bir yazımda da belirttiğim gibi, kabul etmek değildir. Yani bir konuda suçlama yapmak veya karşılığında kabul etmek gibi bir ikilem değil burada sözünü ettiğimiz şey.

Biz anlamaktan söz ederken, durumu, olayı, olguyu ve hatta kişiyi ve tutumu etraflıca kavramaktan söz ediyoruz burada. Bu kavrayış bize, olguları ve kişilerin eylemlerinin kökenlerini, kavrama yetisi verecektir. Ve bu yeti de sonuç olarak olayı, olguyu ya da sorunu çözmemizin olanaklarını sunacaktır yine bize.

İşte böyle bir durum oluştuğunda, aklımızın aydınlığında anladığımız gerçeklik doğrultusunda bir tutum almak da bize değişim olarak yansıyacaktır.

Oysa insan bazen kendini olayların merkezine koyarak tutum geliştirir. Bu geliştirmiş olduğu tutum kendisi için iyi olan ile kötü olan ayırım sınırlılığını geçemez. Böylesi bir durumda ise tüm sürece, ön yargılarla bakacağı açıktır.

Doğal yaşam dürtüsü, kendi varlığı (burada insanın düşüncesi de bir var olma durumudur) tehdit altındaysa, derhal tepki verecektir. Bu tepki ise genellikle, karşısında kendi düşünsel ve eylemsel varlığını tehdit eden şeye karşı bir suçlama, olumsuzlama ve reddediş içerecektir.

Doğru yöntemle ise anlamlanma artacak ve bu yeni anlamanın yol açtığı anlamlandırma, insana yeni bir tutum alma görevi yükleyecektir. Bu da değişimdir.

Değişim, sanıldığı gibi basit bir kararla oluşacak bir şey değildir. Yeterli kavrayış ve bunun doğruluğuna inanarak, yeterli kararlılık ve eylemlilik ortaya konulmuyorsa, değişimin gerekliliğinin bilgisine sahip olsak da bu bizim değişebileceğimiz anlamına gelmeyecektir.

Değişmenin zorunluluğunu kavramak, değişmek için yeterli arzuyu oluşturmak ve bunun için gereken özveriyi göstermek ve yine bu değişimin bizden istediği eylemliliği ortaya koymak, değişimin bizlerden beklediği görevlerin başında gelmektedir. Değişimin zor, zorlu ve acı verici bir süreci kapsayacağını hepimiz biliyoruzdur zaten.

Eğer televizyon dizilerinden ibaret bir hayat yaşayacaksak, şüphesiz bu tarz bir değişime de ihtiyacımız olmayacaktır. Ama hayatımızı, hatta hayatları ve hatta dünyanın gidişatını değiştirmek gibi bir görevi, kendi önümüze ödev olarak koyacaksak; bu durumda değişim, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor demektir.

Başkalarının eksikliği bizi fazla yapmaz…

Başkalarının kötülüğü bizi iyi yapmaz…

Başkalarının cahilliği bizi bilgili yapmaz…

Tıpkı, başkalarının yanlışlarının bizi doğru yapmayacağı gibi.

Bizler doğruyu ve erdemi başkalarının eksikliğine göre değil, kendi ideolojimizin yaşamsal hedeflerinin, gerekliliklerine göre oluşturmak zorundayız.

Bu hayatı dönüştürme kabiliyetimiz, kendimizi dönüştürmekle başlayacaktır.

O yüzden tekrar etmekte zarar görmüyorum…

“Suçlamak, anlamaktan daha kolaydır. Çünkü anlarsan, değişmen gerek”

“Halk çok cahil, işçi sınıfı bilinçsiz, halklar kendi anadiline sahip çıkmıyor” vb. sızlanmalar, bizim bazı kesimler için bir tespit değil, suçlama halini almış bulunuyor. Saptama kendini suçlama olarak ortaya koyduğunda ise bir anlama ve değiştirme çabası değil, eylemsizliğe kılıf uydurma gerekçesi haline dönüşüyor.

Öyle ya nasıl olsa; halk çok cahil, işçi sınıfı da anlamıyor, Halklar da bırakın kendi anadilleri ile ilgili talepleri, anadilini çocuğuna bile öğretmiyor. O zaman bunlar için çabalamaya ne gerek var?

Peki o zaman şöyle soralım, ne yapalım?.. Devrimi yapmak için bu arkadaşlara, Latin Amerika’dan bir halk mı ithal edelim?

Oysa doğru sorular sorulduğunda ise bu burun bükücü, eylemliliğe ve dönüşüme kapalı tutum, çok daha ileri bir noktada, kendine mücadele alanı yaratabilecektir.

Örneğin, bu halk cahilse, nasıl oluyor da burnumuzun dibinde aynı benzer bir halkla, Kürt özgürlük hareketi bunca mesafe alabiliyor?

İşçiler anlamıyorsa, bugünkünden çok daha az bilgi ve olanaklara sahipken, İşçi sınıfı 15-16 Haziran gibi, Tekel direnişi gibi, Tariş gibi direnişler örgütleyebiliyor? Hatta bırakın geçmişi, Polonez direnişini yapan da aynı “anlamayan” işçi sınıfı değil miydi?

En son Taksim 1 Mayıs’ında, alanları dolduran ve kürsüden kendi anadillerinde “Yaşasın 1 Mayıs” diyenlere eşlik eden, milyonun üstünde insan, aynı işçi sınıfı ve halklar değil miydi?

Gazi’de, Gezi’de ve hatta dün 19 Mart eylemlerinde, sokağa dökülenler halk değil miydi? Yoksa genç olunca onları halktan saymıyor muyuz?

Değişmek; değişmek için derdi olan insan için gereklidir. Sosyal medyada bugün beni kaç kişi beğenmiş diye sayı sayan narsistlerin değil.

Suçlayarak değişimden kaçanların da değil.

Ne diyordu Karl Marx “İnsan tarihin öznesidir. Değişir ve değiştirir.” Bu tespit hala geçerliliğini koruyor.

Tabii ki yukarıda yazdığım siyaset ile ilgili kısım, aynı zamanda bir örgütlü mücadelenin de gerekliliğini kapsamaktır. Bu anlamda pek çoğumuz bunun zorunluluğunu ve gerekliliğini bilsek de çeşitli nedenlerle içinde bulunmayabiliriz. (Ki içinde olsak da olmasak da bunun nedenlerini de bir anlamaya, sorgulamaya tabi tutmak lazım.) Fakat bu durum, yine de bizleri sorgulamaktan geri bırakmamalıdır. Bulunduğumuz her alanda, her kolektifte, her düşünsel çalışmada, her tartışmada bu bizler için doğruya ulaşmanın anahtarı olarak kullanılabilir.

Üstelik bu değişme ihtiyacı bizim için sadece siyasal alanda gerekli bir ihtiyaç olmakla sınırlı değildir. İnsan yaşamın her alanında bu değişimin eksikliğini kendisinde hissedebilmelidir.

Eğer dostumuzu, sevgilimizi, çocuğumuzu ya da kendimizi anlayamıyorsak, değişim bize çok uzak kalan bir önerme olmaktan öteye gidemeyecektir. En kolay yolu seçip, ilişkide olduğumuz insanları suçlayarak ne anlayabiliriz ne de değişebiliriz. Ve aslında değişmediğimiz için ne yazık ki değiştiremeyiz de. İlişkilerimiz karşılıklı bir suçlama sarmalı içerisinde, yıpratarak, ötekileştirerek ve daha da kötüsü değersizleştirerek, kendini ve karşındakini tüketen bir yıpratma, hatta yok etme sürecine girer.

Değişmek; amacını gerçekleştirmek için serden vaz geçenlerin işidir. Bilgisini kendini önemli bir insan olarak pazarlayan megalomanların değil.

Anlamayarak değişimin önünde engel olanların da değil.

Değişmek; hayattan kendisi için istediğini, bir başkası için de isteyenler için gereklidir. Her şeyi sadece kendisinin mutluluğu için kendine hak gören bencillerin değil.

Burun bükerek görevden kaçanların da değil.

Yani değişmek; daha yaşanır dünyalar kurabilmek için hem bizim işimizdir hem de görevimizdir diyebiliriz sonuç olarak.

Ve başladığımız gibi yine Albert Einstein’ın bir sözüyle bitirelim…

“Yarattığımız dünya, düşüncelerimizin bir sürecidir. Düşüncelerimizi değiştirmeden (dünyayı) değiştiremeyiz.”

 

Tags: Altan Açıkdilli
Previous Post

Manisa Soma’da orman yangınına müdahale sürüyor: İki gözaltı

Next Post

TENHALARI SEVMEYİZ BİZ

Next Post
TENHALARI SEVMEYİZ BİZ

TENHALARI SEVMEYİZ BİZ

Comments 1

  1. Suat says:
    3 ay ago

    Teşekkürler, Tebrikler

    Yanıtla

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Güncel Haberler

Meteoroloji’den 14 il için sarı kod: Kuvvetli yağış, sel ve fırtına bekleniyor
Manşet Haberler

Meteoroloji’den 14 il için sarı kod: Kuvvetli yağış, sel ve fırtına bekleniyor

12/11/2025
Gündelik Hayatın Eleştirisi ve Devrimi
Manşet Haberler

Gündelik Hayatın Eleştirisi ve Devrimi

12/11/2025
İslamabad’da adliye önünde intihar saldırısı: 12 ölü, 27 yaralı
Dünya

İslamabad’da adliye önünde intihar saldırısı: 12 ölü, 27 yaralı

12/11/2025
“KASABANIN DEVRİMİ*” ya da OY BULANCAK BULANCAK
Günlerden Sızan

“KASABANIN DEVRİMİ*” ya da OY BULANCAK BULANCAK

12/11/2025
İBB iddianamesi 237 gün sonra açıklandı: İmamoğlu’na 2.430 yıla kadar hapis istemi
Manşet Haberler

İBB iddianamesi 237 gün sonra açıklandı: İmamoğlu’na 2.430 yıla kadar hapis istemi

12/11/2025

Arşivler

  • Yazarlar
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Reklam
  • İletişim
  • Söyleşi / Podcast
  • Kitap Önerileri
  • Öykü
  • Manşetler
  • Dosyalar
  • Arşiv

© 2024 Sonhaber / Bağımsız, doğru , gerçek habercilik

No Result
View All Result
  • ANA SAYFA
  • İSVİÇRE
  • TÜRKİYE
  • DÜNYA
    • AVRUPA
    • ORTADOĞU
    • ASYA
    • AMERİKA
    • AFRİKA
  • YAZARLAR
  • POLİTİKA
  • EKONOMİ
  • SÖYLEŞİ
  • YAŞAM
    • EĞİTİM
    • SAĞLIK
    • KADIN
    • LGBT
    • EMEK DÜNYASI
    • Podcast / Röportaj
  • SANAT
  • BİLİM
  • EKOLOJİ
  • FORUM
  • Languages

© 2024 Sonhaber / Bağımsız, doğru , gerçek habercilik