Cafer Solgun Kimdir
Yazar, Dersimli bir ailenin çocuğu olarak Elazığ’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Elazığ’da tamamladı. Siyasi nedenlerle çeşitli dönemlerde uzun süre hapishanelerde kaldı. Çeşitli medya organlarında çalıştı, birçok sivil toplum girişimlerinde yer aldı. Toplumsal Olayları Araştırma ve Yüzleşme Derneği’nin başkanlığını yaptı. Kürt ve Alevi sorunu/Cumhuriyet tarihi/din ve inanç özgürlüğü ve Dersim meseleleriyle ilgili çalışmalarıyla tanındı. Araştırma-inceleme kitaplarının yanı sıra, karikatür, öykü, roman ve anı, tanıklık türünde yayınlanmış kitapları da var. Helsinki Yurttaşlık Derneğinin “Diyaneti tartışıyoruz” başlıklı çalışması için oluşturulan danışma kurulunda yer aldı (2013-2014). Aynı sivil toplum kuruluşunda araştırma/izleme/raportörlük ve danışmanlık çalışmaları yürüttü . Bir kız çocuğu babası olan yazar, İstanbul’da yaşamaya yazın/düşün çalışmalarına devam etmektedir.
Neden Devlet ve Diyanet kitabı?
Bilindiği üzere Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluşundan günümüze çeşitli dönemlerde bazen artan bazen de azalan bir ağırlıkta sürekli gündemde olan bir devlet kurumu. Anlamı din/iman/ibadet işleri olan Diyanet, Osmanlı’daki Şeyhülislam’dan esinlenerek 1924 yılında kurulmuş, neredeyse cumhuriyetle yaşıt bir kurum. 1920 yılı itibari ile Ankara’da kurulan meclis hükümeti tarafından Şeriyye ve Evkaf Vekaleti adıyla bakanlık statüsünde çalışmalar yapıyordu. 1924 yılında Genelkurmay Başkanlığı ve Tevhidi Tedrisat Kanunlarıyla birlikte bu bakanlık lağvedildi, yerine de Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. O dönemden günümüze değin faaliyetleri, fetvaları, genelgeleri, siyaset kurumu ile ilişkileri bakımından tartışılan, bazı çevrelerin eleştirdiği, bazılarının sahip çıktığı bir kurum oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı (DİB) daha yakından tanımak ve anlamak açısından konuyla ilgili ciddi çalışmaları olduğu bilinen araştırmacı yazar Cafer Solgun ile söyleştik.
Cihan Şan: Cafer hocam merhaba hoş geldiniz söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederek konuya giriş yapmak istiyorum…
“Diyanet işleri başkanlığı” bu kurum nasıl kuruldu? neyin ihtiyacıydı?
Cafer Solgun: Teşekkürler. 1924 martında cumhuriyetin kurucu iradesi 3 önemli devrim kanununu yürürlüğe koydu. Bunlardan ilki Genelkurmay Başkanlığı diğeri Tevhid-i Tedrisat Kanunu idi. Diyanet İşleri Başkanlığı, lağvedilen Şeriye ve Evkaf Vekaleti yerine ikame edildi. Bir üçlü sac ayağı söz konusu burada: Ordu, eğitim ve din… Bu, tesadüfi bir şey değil. Yeniden yapılandırılan devletin yönetim kudretini bu yapılar üzerinden şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Diyanet açısından bakılacak olursa, cumhuriyetin kurucu iradesi nezdinde din kendi haline bırakılacak bir olgu değildi. Aksine kontrol altında tutulmalı ve hatta kullanılmalıydı… Dinin “çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmanın” önünde engel olarak görüldüğünü de biliyoruz.
Cihan Şan: Neden?
Cafer Solgun: Osmanlı bakiyesi toplumda bir Sünni inancı çoğunluğu, dindarlığı, muhafazakarlığı var. Cumhuriyetin kurucu iradesinin bu durumdan hareketle bir “irtica” endişesi vardı, günümüze kadar da böyledir. Yeni reformların kabul görmesi, olası itirazların bastırılması için Diyanet üzerinden toplumun kontrol altında tutulması gerektiğini düşünüyorlardı. Diyanet’in kuruluş gerekçesi de esas olarak budur. Unutmayalım, DİB bir devlet kurumudur. Bu, “devletin ali menfaatleri” neyi gerektiriyorsa ona göre hareket eden bir kurum olmasını ifade etmektedir.
Cihan Şan: Din bir sorun muydu?
Cafer Solgun: Din meselesi sadece Türkiye’ye özgü bir konu değil. Her ülkenin kendi özgün şartları içinde şekillenen bir sorundur. Din yaratılış ya da ahlaki bir öğreti olmanın ötesinde egemen güçlerin kendi sınıfsal/ ideolojik hassasiyetlerine göre kullandıkları bir manipülasyon aracı. Bu, bizim gibi ülkelerde daha açık, net yaşanan bir durum. Tarihte dinin görüntüde gerekçe olarak lanse edildiği savaşlar vardır. İşin içinde dinsel hassasiyetler, dinsel referanslar varsa bir savaşı daha da “meşrulaştırmış” oluyorlar. O savaş böylece daha “kabul edilebilir” oluyor, insanlar savaştırılabiliyor. Ortadoğu’daki savaş ve çatışma zeminlerinde dinsel argümanların kullanılması da bu kapsamda görülebilir.
Cihan Şan: Peki bizde işler nasıl yürüyordu?
Cafer Solgun: Osmanlı tipik bir şeriat devleti değildi, daha karmaşık bir yapısı vardı. Her şeyden önce bir imparatorluktu; yani etnik, kültürel, dini bakımdan çeşitliliği vardı. Fakat tabii Osmanlı’da Şeyhülislam kurumu vardı. Padişahın siparişlerine göre fetvalar yayınlıyordu. Padişahın karar ve uygulamalarını dinen “caiz” hale getirmekle yükümlüydü. Bakın Yavuz Sultan Selim döneminde hilafetin Osmanlı’ya getirilmesi, Sünniliğin “devlet dini” haline getirilmesiyle beraber, bir “kırılma dönemi” yaşandığı söylenebilir. Çünkü o tarihten itibaren Anadolu’daki Alevi, Bektaşi, Kızılbaş toplulukları ciddi, sistematik bir baskı, katliam ve asimilasyon cenderesi içine sokuldular. Bu politikayı dinen “caiz” kılan da şeyhülislam fetvaları olmuştur. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislamı Ebu Suud’un Alevi-Kızılbaş katliamına cevaz veren fetvaları vardır ve bu fetvalarda “Alevileri öldüren cennete gider, Alevilerin malı, mülkü, kadınları ganimettir” denilmektedir.
Cihan Şan: Neden Aleviler hedefti?
Cafer Solgun: Çünkü Sünniliği devlet dini olarak kabul ettikten sonra Aleviliğin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Hıristiyan tebaaya karşı “hoşgörülü” olduğu söylenen Osmanlı’nın Alevi topluluklarına karşı izlediği politikanın özü ve niteliği katliam ve asimilasyondur. Sünni inancın güçlenmesini, yaygınlaşmasını buna bağlı görüyorlardı.
Cihan Şan: Cumhuriyet dönemi ile devam edersek Diyanet işleri başkanlığı nasıl bir geçmişe sahip?
Cafer Solgun: Kitabımda belge ve kanıtlarıyla etraflıca anlattım. Diyanet 1924 yılında kuruluyor 1937’de laiklik bir reform olarak anayasaya ilave ediliyor. Kuruluşunu takip eden yıllarda 1925/ 26/ 27/ 30’lu yıllarda çok sayıda reformlar var… Yazı/ şapka /kılık-kıyafet devrimi gibi. Bu reform ve yenilikler için dönemin Diyanet İşleri Başkanlığının yayınladığı fetva ve genelgeler var. Mesela şapka devrimi için Diyanet şapka takmanın, modern giysilerin ne kadar “caiz” olduğunu vaaz ediyor dindar vatandaşlara. Türkçe ezan uygulamasına geçildiğinde bu da Diyanet fetvalarında, “hükümet ne derse o” içeriğinde fetvalara konu oluyor. Bugün bunlara dini, muhafazakar çevreler hala eleştiriler getiriyor, “CHP zihniyeti” diyorlar. Bunların tek parti dönemi uygulamaları olduğu bir gerçek elbette; ama Diyanet’in dini referanslarla verdiği desteğe ne denecektir peki?
27 Mayıs 1960 darbesi için de o dönem Diyanet’in yayınladığı destek genelgeleri vardır; “Askeri müdahaleye destek vermeyenin bu dünyada da ahirette de çekeceği var” deniyor o genelgelerde. Bakın dini referanslar kullanılarak darbe destekçiliği yapılıyor. 1971 darbesini de destekliyorlar. 12 Eylül darbesini de destekliyorlar. Daha doğru bir ifadeyle darbeciler Diyanet’i kullanıyorlar herhangi bir dirençle karşılaşmadan. 28 Şubat müdahalesinde yürütülen psikolojik harbin karargahlarından biri de, DİB idi. Bunlar belgeleriyle kitabımda var.
Cihan Şan: DİB siyaset yapıyor diyorsunuz?
Cafer Solgun: Başka bir şansı yok ki? Daha doğru bir ifadeyle, devlet DİB’i kendi politikaları doğrultusunda hep kullanmıştır ve kullanmaktadır. Çünkü DİB bir devlet kurumudur. Başka bir şansı yok ki derken kast ettiğim bu. Bakın, 60’lı, 70’li, hatta 80’li yıllar boyunca devletin temel politikalarından biri, “komünizme karşı mücadele” idi. Bu, Amerika’nın politikasıydı aslında ve bütün uydu devletler de buna göre rol üstlenmişlerdi. Devlet “komünizmle mücadele” diyor, DİB de hemen bu “mücadeleye” katılıyor. 90’lı yıllarda Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunu haline geldi. Bakıyorsunuz DİB de “teröre karşı mücadele” faaliyetine girişmiş! Devletin, siyasi iktidarın siparişlerine göre pozisyon alan bir yapı söz konusu. Çünkü bütçesi iktidar tarafından belirlenen, başkanı önceki dönemde başbakan şimdiki dönemde cumhurbaşkanı tarafından atanan bir yapının “siyasetler üstü” olması mümkün değil. Bakın görevden ayrıldıktan sonra, emekli olan Diyanet başkanlarının açıklamaları var; iktidarla ilişkilerinin her zaman sıkıntılı olduğunu söylüyorlar. Bu, kaçınılmaz bir şey.
Cihan Şan: Peki şimdi nasıl durum?
Cafer Solgun: DİB’in bugünkü durumu, siyasi iktidarın doğrudan bir aparatı olmasıdır. Hep böyleydi, ama günümüzde bu durum apaçık bir gerçek haline geldi. Bu noktada enteresan bir duruma da dikkat çekeyim. 2000’li yılların ortalarına kadar İslamcı entelektüellerin büyük bir kısmı, ki bunların bazıları AKP kurucusudur, Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın, lağvedilsin diyordu. Hükümet sözcüleri DİB’in özerkleştirilmesinden bahsediyordu. Bunlar arşivlerde var. Fakat 2011’den itibaren bırakalım DİB’in statüsünün tartışılmasını, “tartıştırmayız” diyorlar, “güzide bir kurumumuzdur” diyorlar. “Bugüne değin herkes kullandı artık biz kullanalım” diyorlar. Devlete yeterince intibak ettiklerine kanaat getirdiler ve dolayısıyla Diyanet’i kullanmayı, iktidarlarını sağlamlaştırmanın etkili bir imkanı olarak görüyorlar. Her yıl bütçesi birçok icracı bakanlığı aşacak şekilde artırılıyor, personel ordusu büyütülüyor, etki ve nüfuz alanı genişletiliyor…
Cihan Şan: Peki laiklik açısından durum nedir?
Cafer Solgun: Laiklik Türkiye’de koca bir palavra! Çok açık söylüyorum, lafı dolandırmaya gerek yok, anayasada geçiyor laik/sosyal hukuk devleti falan… bu uygulamada karşılığı olmayan bir şey. Laiklik ilköğretim çağında çocuklarımıza “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” biçiminde öğretiliyor. Bu tanımı kabul etsek bile, olan şey bu mudur? Cumhurbaşkanlığına bağlı adı diyanet olan bir kurumun varlığı bile laiklik iddiasının palavra olduğunu ortaya koyuyor.
Cihan Şan: Laiklik nasıl olmalı…?
Cafer Solgun: Adı “diyanet” olan bir kurumun en azından özerk olması, bir devlet kurumu olmaktan çıkartılması gerekir. Örnekleri var başka ülkelerde; kendi bütçesini kendi cemaati üzerinden oluşturmalı. Başkan ve yöneticilerini kendi bünyesinden seçmeli. Görev tanımı doğru yapılmalı ve başka din ve inanç gruplarının da gerekli kriterleri yerine getirmesiyle birlikte kendi diyanetlerini oluşturmaları mümkün olabilmeli. Devlet bütün din ve inançlara karşı eşit mesafede olmalı. Din ve inanç özgürlüğü hakkına herhangi bir koşula bağlı olmaksızın güvence sağlanmalı.
Cihan Şan: Kendine özgü ideal bir sistem geliştire bilinir mi?
Cafer Solgun: Bu elbette mümkün. Mütedeyyin yurttaşları tarikatlara, cemaatlere “mecbur” bırakmama şeklindeki o çevrelerden dile getirilen beklentileri de dikkate alarak, az önce de söylediğim gibi, DİB’in özerkleştirilmesi, diğer din ve inanç gruplarına da eğer gerekli kriterleri karşılıyor ve istiyorlarsa kendi diyanetlerini oluşturmalarına imkan sağlanması, devletin din ve inanç özgürlüğü hakkına evrensel manada saygılı olması asgari bir çözüm biçimidir. “İdeal” olmayabilir, ama en azından özerklik formülü ile bugünkü durumdan daha ileri bir düzeye çıkılabilir, mevcut ayrımcılık giderilebilir. Laiklik anlayışına yaklaştıracak bir toplumsal anlayış geliştirmek gereği var. Yoksa mevcut haliyle laikliğin varlığını savunmak bir kara mizahtan başka bir şey olmaz.
Cihan Şan: O kara mizahlardan bir tanesi de sosyal medyada dönmekte; devletin kasasından diyanete aktarılan bütçe için söylenilen söz, bu parayı şeytana versen şeytan imana gelir diyorlar. Pastadan çok büyük pay almıyorlar mı?
Cafer Solgun: İnanılmaz bir bütçeleri var ve her yıl daha da artırılıyor. Para, güç, iktidar ve zenginlikle ilişkileri bakımından enteresan ve çarpık bir din anlayışı ortaya çıktı. Lüks, şatafat ve bunları toplumun adeta gözüne sokmak… Nasıl bir inanç dünyaları var böylelerinin, inançlarını samimiyetle yaşamak çabasındaki yurttaşların bunlar üzerine ciddiyetle düşünmeleri gerekir sanırım.
Cihan Şan: Söyleşinin sonuna doğru konuyu nasıl özetlersiniz…?
Cafer Solgun: “Devletin dini adalettir” diye bir söz var ve bu doğrudur, olmayan ama olması gerekendir. Demokrasi, barış, adalet, inançlı veya inançsız olarak eşit ve özgür yurttaşlar olmak, bir ortak payda ve bir paylaşılması gereken mücadele sorumluluğudur. Diyanet, sahici, işleyen bir demokratik yapılanma ihtiyacımızın geçiştirilemeyecek sorunlarından biridir.
Cihan Şan: İlgili okuyucunun Devlet ve Diyanet adlı kitaptan konunun detaylarını alacağına inanıyorum, malumunuz konu çok uzun ve başlıklar çok fazla. Söyleşiyi bitirmeden önce son sözler olarak okuyucularımıza ve gençlere tecrübe aktarımı açısından ne söylemek istersiniz?
Cafer Solgun: Karamsar olmak için çok nedenimiz var, ama karamsarlık doğru bir şey değil. Karamsarlığa kapılmaya hakkımız yok. Bizi karamsarlığa sürükleyen nedenlere teslim olmuş oluruz. Oysa doğrusu o nedenleri değiştirmek için çaba göstermek, mücadele etmektir. Bu kapsamda, kendi rengimizle, kimliğimizle, değerlerimizle demokratik bir toplumda eşit ve özgür yurttaşlar olarak yaşamak hakkımızı sahiplenmek zorundayız. Hayatın her alanında daha iyi ve daha güzel için ve mutlaka demokrasi ve barış için bir sorumluluk duygusuyla hareket etmek durumundayız. Başka ve daha özgür bir hayat hem mümkündür ve hem de hakkımızdır.
Cihan Şan: Böylesi güzel bir söyleşi için teşekkür ederim.
Cafer Solgun: Ben teşekkür ederim. Kolaylıklar diliyorum.