Yer yüzünde işlenmiş ilk suç belki de cinsel saldırıdır. Muhakeme edilmesi binlerce yılı alan bu fiil, uzlaşma yasalarının en etkin olduğu alandadır.
Aile içi, patron-işçi, öğretmen-öğrenci ve benzer eşitsiz ilişkilerin kadını sindiren ve erkeği korunaklı hale getiren yapısı, saldırıyı çoğu zaman neredeyse tartışılmaz hale getirir. Bunun bir sebebi korku iken bir diğer sebebi erkeğin doğal bir hakka dayandırılan “masumiyeti”dir. Erkeklere sunulan tanrısal güç yeryüzünde bir gölge ve bir temsilci olmaya eştir. Onlara göre erkek olmanın özgürlükle donatılmış evreninde kutsal zevklerin kısıtlanmasıdır tuhaf olan ve dokunmak zararsız bir girişim, öpmek bir sevgi göstergesi ve saldırı da anlaşılabilir bir tutkunun sonucudur. Biraz daha açık konuşmak gerekirse varsayılan rıza esastır ve tüm bu eylemleri ceza hukukunun konusu haline getiren ‘küçük bir anlaşmazlık’ durumudur.
Gündem, Pandora’nın açtığı kutudan saçılan dilsiz özürlerle değişince hafızalar tazelendi; failleri de mağdurları da aynı safta mücadele eden suçlarla yüzleşilmesi ve gizlenmiş ayıpların apaçık konuşulması gerekti.
Geç kalınmış bir yüzleşmeyi dijital çağda yaşamanın avantajıyla ahlaki ve hukuki cepheler oluştu ve tartışmalar maalesef faillerin nitelikleri üzerinden yürütüldü.
Diğer yanda mağdurlar: mücadele eden kadınlar, emekçiler, hak savunucuları, feministler… Bizzat bu kadınların öfkeyle karşı çıkacağı biçimde, tacizin özneleri arasında bir hiyerarşi ve ayrıcalık tartışması açılarak mesele kadınlığın dışına aktarıldı ve düz kriminal bir sahaya geçilmeye çalışıldı. Her ne olursa olsun iyi edebiyatçıların iyi insanlar olması ve muhalif duruşun doğal terbiyesine dair kabuller ile sosyalist erkeklerin ahlaklı imajları yerle bir oldu.
İDEOLOJİK MAĞDURİYET
Tacizin sınıfsal ölçütlerle açıklanması ilk kez karşılaşmadığımız bir şey, ancak aymazca betimlendiğine ilk kez şahit oluyoruz.
Emekçi ve dik duran kadınların alnı ve başka yerleri; ışığa, kitaba ve mücadeleye âşık olmayan kadınların her yeri öpülebilir mi?
Apolitik kadınları peşinen arzulu, mücadeleci kadınları da mücadelenin “öncüsü” erkeklere karşı mecbur ve savunmasız kabul eden failler, mağdurları ideolojik bir tercihe göre mi sınıflandırmaktadır?
Beğenilen kadınlara, cinsel dokunulmazlıkları hiçe sayılarak, yaşı, eğitimi, mesleği ve dahi cinsel yönelimi fark etmeksizin yöneltilen talebin bir noktada karşılıklı hale gelebileceğine duyulan inancın temelinde ne yatar?
Mütefekkir, ehil ve iyi yürekli olmak veya cezaevinde kalmak, işkence görmek ve türlü acılardan ve ağıtlardan geçmenin haklı bir ödülü ya da en azından karşılığı mıdır bu talep? Bu erkeler tanıdık eril bir güçten aldıkları cesaretle değil de flörtü seven bir duygusal olarak mı dokunur kadınlara? Faillerin açtığı yolda bu duvarlara çarparak değil bizzat kadınların belirlediği itiraz yöntemleriyle cevap aramak gerekiyor.
Öpmenin masum bir davet gibi romantize edilerek bir aşk oyunu ya da sevimli bir flört biçimi olduğuna inandıran erkeklerin haksız ya da kötü niyetli olma ihtimalinin olmadığı varsayılıyor. Neredeyse herkesin bu konuda mutabık kalmakla içini ferah tuttuğu bu körebe oyununda duyulan çığlık hep bir tereddütle karşılanıyor. Sanki bundan duyulan utanç “öyle biri değildir” savunmasıyla yok sayılıyor ve zihinlerdeki yıkılmaz kalenin korunması öncelik haline geliyor.
Bir fiile suç demenin failin “nasıl biri” olduğuna göre değiştiğini hayal edin; içleri ferahlatan mutabakat buna meyledildiğini ve korkunç bir tablonun duvardan indirilip beyaz bir örtüyle kapatıldığını göstermiyor mu?
Muhalif olmanın yükünü “yıllarca taşımış” erkeklerin yine muhalif kadınlara yönelik taciz ve tecavüzünü yoruma açık ve tasvip edilmeyen bir davranış olmakla açıklamak, koşulsuz bir duruşla değil de kanıtlara göre eleştirmek, biriktirdikleri ideolojik tecrübelerden “böyle” faydalanan erkekleri cezalandırmak bir yana “yaptıysa bile aramızda tartışalım önce” yaklaşımının dile getirilmesi şaşırtıcı olduğu kadar hastalıklı da…
İfşa edilme korkusunun uyku kaçırdığına inanmak da güç. Biyolojik gerekliliğin normal bir sonucu ve bir “erkeklik meselesi” gibi görülen taciz ve tecavüzün gurur duyulacak bir aktivite haline getirildiğini söylemekle ileri gitmiş olmayız. Kriminal tarafı hiç önemsenmeyen taciz ve tecavüzün “aramızda halledilebilecek” bir iletişim sorunu olduğu ve cinselliğin kendine has doğal şiddetinin görmezden gelindiği savunması, kadınların talep ederken bile edilgen ve çekinik olmaya alıştırıldıkları iddiasıyla birleşerek sıradanlaştırılıyor. Oysaki faili ve mağduru kim olursa olsun her taciz bir kıyamettir. İlişkilerdeki konum, meslek, yaş gibi nedenlere dayanan eşitsizlikler ise acıyı ve isyanı katlamakla kalmaz failin sınırsız kötücüllüğünü tesciller.
ERDEMLİ TACİZ
Solun bitmeyen sorunları ve bu sorunları tartışmaktan beslenen bir tarafı olduğu malum. Ancak bu mahallede erkeklerin kendilerini ayrıcalıklı hissetmesi, bilinen ve üzerine hiç gidilmeyen, adeta dondurulmuş bir meseleydi.
Ülkü Ocaklarının adı geçen bir şiddet olayında şaşırtıcı hiçbir şey bulamazken sosyalist bir yazarın eşine uyguladığı şiddeti yalnızca psikolojik ya da ahlaki yönüyle tartışmayı tercih etmek tesadüf olamaz. Komünist bilinen bir yönetmenin set çalışanını taciz ettiğini bilip de bu suçu “konuşarak” yok etmeye çalışmanın ahlaki eksikliğin örtbas edilerek fikri mücadeleyi korumaya çalışmak olduğunu inkar edemeyiz.
Direniş, mücadele ve eylemin kendilerine özgülendiğine ve bu yolda kadınların bir ‘destek’ sunduğuna inanan erkek failler bu sebeple neden oldukları ‘kesinti’den pişmanlık duyarken dahi erkekliğe ait mücadeleye verdikleri dolaylı zararı dile getirmekten çekinmiyor. Her türlü ontolojik eksiklikten muaf, kadir-i mutlak erkekliğin “bir zaafa” yenilmesi kabul edilemiyor ve “dava adamlığı”nın konforlu alanından uzaklaşma ihtimali bu yolla ustaca yok ediliyor.
“Ben de” diyerek çoğaltılan birleşimin marjinal örneklerle seyreltilmeye çalışılması her cinsel suçta mağdurlarla ilgili yaratılan soru işaretleriyle benzeşiyor.
Öyle görünüyor ki tacizin faillerinin ortak yönü başka cephelerden açılan tartışmalarla önemli bir zırha dönüşecek ve faillerin ikrarına rağmen ahlaki tartışmalara boğulacağız. Buna müsaade etmenin faillerin ayrıcalıklı durumuna bir kez daha hizmet edeceği, erkek faillerin binlerce yıllık bu suskunluğu besleyerek güçlendikleri ve her çığlığın haksız bir dokunuş ya da zoraki bir yakınlaşma isteğinden doğduğu bilinmelidir.
Kadınların gerçek bir özgürleşmeye giden yolda aşması gereken ilk ve en büyük engel erkekliğin sınırsız hegemonyasıdır.
Cinsel özgürlük kavramını mülkiyet ilişkileri üzerinden kuran tanımlar reddedilerek her failin “aslında öyle biri” olabileceği unutulmamalıdır.
Sonhaber
Seda Alçınar
Yazı daha çok hukuk diliyle yazıldığında ,konunun sosyolojik ve etik yapısıyla anlatım da bir karmaşa buldum. Geçmişten günümüze kadar ara erkil hakimiyetin düzenleri de kadın bir erkeği aşağılamak için onur ve savaşlarda da ganimet sayılmış.Acı çeken taraf kadınlar olmuş.Diğer bir yanda Kızulırmağa dayanan Medler ile Lidyalılar arası savaşı bitirmek ve barış sağlamak için kanı gelin olarak almak ta ayrı bir değerdir. Kadın erkek ilişkilerinde temel sorun toplumsal,dinsel ahlakla orantılıdır.Masum görülen en küçük davranış bile iyi terbiye edilmemiş bir duyguyu zehirliyor biliyor. Rıza dediğimiz ilişki bile sakatlıklara sebep olmuyor mu ? Bence insan olmanın ötesinde cinsiyet kavramını öz değerle pekiştirmeyle meta… Read more »
Yazdıklarınızdan hiçbir şey anlaşılmıyor.