1963 yılında Kıbrıs Türk’ünü yok etmek için EOKA’nın başlattığı katliamın adı Kanlı Noel ve Kumsal bölgesinde yer aldığı için Kumsal Katliamı olarak da anılıyor.
Rumların saldırıları bütün şiddeti ile devam ederken Kumsal bölgesi ölü bölge olarak düşünüldüğü için savunmasız bırakılıyor.
Ermeni kökenli Rum komşuları Avrağami uzun süre bölgede Türklerle yaşadığı için güvenilir olduğu düşünülür. Ama bu komşunun Rumlara bölgede Türk direnişi olmadığını haber vermesiyle Terezepulos kod isimli Yunan Subayı, yüz elliden fazla Rum ile bölgeye geliyor ve katliamlar başlıyor.
24 Aralık 1963 gecesi yaşanan katliam ile adada ki toplum arası savaş da başlamış oluyor.
Avrağami ise sonrasında bölgede barınamadığı için evini terk ediyor ki, çok yerinde bir karar. Bu kadar can kaybına sebep olan ihanetinden sonra yaşaması çok çok zor olurdu.
Başkent Lefkoşa’da Münevver İlhan Sokak 2 numaralı adreste, sokağın köşesinde bulunan ve o gecenin izlerini bugüne taşıyan evi Barbarlık Müzesi adıyla ziyaret ediyoruz. Bir görseniz bahçeli, tek katlı, küçük, sevimli, yaşamak isteyeceğim güzellikte. Tabii detaylarını öğrenene kadar.
Öncesinde Kanlı Dere’nin üzerinden geçiyoruz ki, burası da o gece kaçışta kullanılan önemli bir yer ve suyu kurumuş, ama kanlı ismi kalmış. Bu güzergahta o gece EOKA’nın yukarıdan ateş açtığı Severis Un Fabrikası kulesini görüyoruz.
Müzeye girmeden önce gördüğüm ve hissettiğim tüm güzel duygular içeri girdiğimde büyük bir dehşete dönüşüyor. Buranın vahşetin yaşandığı ev olduğunu hatırlatıyorum kendime.
Görülmesi gereken yerlerin başında geliyor Barbarlık Müzesi ve bu kadarını asla beklemiyordum.
Girişte bilet yok, ücretsiz ziyaret edebilirsiniz. İsterseniz müzenin döngüsünü sağlayan vakfı desteklemek için hediyelik mağazasından alışveriş yaparak katkıda bulunabilirsiniz. Ben Kıbrıs mutfağına ait bir kitap ve gördüklerimin verdiği boğuculuğu ferahlatacak renklerden oluşan kedili bir açacak alıyorum.
Ayrıca görevli hanım çok nazik, yönlendirme ile bilgilendirmesini yaptıktan sonra içeriye geçiyoruz.
Küçük bir holde başlıyor turumuz. Burada o gecenin fotoğrafları, vahşetin basında yer alan haberleri bulunuyor.
İçerideki salona girdiğimizde evin sahibi Kıbrıs Türk Alayı Kuvvetleri’nde görevli Tabip Binbaşı Nihat İlhan üniformalı fotoğrafı ile karşılıyor bizi.
Odaların birinde vahşetin kurbanları, eşi Münevver İlhan ve oğulları on aylık Hakan, dört yaşında Kutsi ve altı yaşında Murat’ın kıyafetleri camekanlı vitrinde sergileniyor. Burası açılacağı zaman Nihat İlhan, Ankara’daki evinde özenle hazırlayarak veriyor bu eşyaları.
Bir diğer odada o günleri anlatan video dev ekranda dönüyor. Bir diğer odada büyük bir dijital masa. Masa üzerinde dört adet dokunmatik ekrandan müzede ve ada genelinde yaşanan vahşetin fotoğraflarını, belgelerini inceleyebilirsiniz.
Toplu aile fotoğrafı ise başka bir odada siyahtan beyaza geçen bir ışıklandırma ile karşımızda duruyor. Mutfak ve tuvaleti de gördüm, ama banyoyu gördükten sonra o detaylar çok silik kalıyor.
Banyo girişinde cam kapı, içeriye giriş yok. Duvarda kurşun izleri işaretlenmiş. Gölge şeklinde Münevver Hanım ve oğullarının siluetleri geliyor ve kurşun seslerini duyduğumda irkiliyorum. Siluetler gelen kurşunlarla yere düşüyor. O gece yaşanan katliamın sahnesini izlediğimde ben artık ben değildim. Yüreğim yanıp kavruluyor, o geceyi ve o gecenin ruhunu yaşıyorum.
Öğreniyorum ki o gece bu evde dokuz kişi varmış ve hayatta kalanlar yaşadıklarını detaylı bir şekilde anlatıyor.
EOKA eşkıyaları o gece bölge evlerdeki insanları esir alırken bu evde bulunan dokuz kişiyi Binbaşının evi olduğu için kurşunluyor.
Oysa Binbaşının evi daha güvenli düşüncesi ile ev sahibeleri ve komşuları bu evde bulunuyor.
Binbaşı Nihat İlhan 18 Aralık tarihinde göreve gidiyor, o gece evde değil. Eşine saldırı olasılığında kurşunların duvardan geçebileceğini ve banyonun daha korunaklı olacağı için oraya saklanmalarını söylüyor.
Saldırı başladığında Münevver Hanım eşinin tembihlediği gibi çocuklarını alarak banyoya küvetin içine giriyor. Ev sahibesi Feride Gudum’u eşi tuvalete yönlendiriyor. Diğer komşularda banyoda farklı yerlere sığınıyor.
Olay sonrası çizilen krokiye baktığımda o kadar insanı saklayacak büyüklükte bir banyo olmadığını görüyorum.
Lavabonun sağına ve soluna sığışıyor bazıları, bir anne kızını kapı arkasına yerleştiriyor, kendisi de kapıyı engelleyecek şekilde oturuyor. Sekizi banyoda biri ise tuvalette.
Eşkıyalar içeriye giriyor ve “Taksim mi istiyorsunuz” sözleri ile kurşunlarını saçıyor. Münevver hanım küvetin içerisinde oğulları ile, ev sahibesi Feride Hanım ise tuvalette can veriyor.
Komşusu ve kızı ile Feride hanımın eşi geceyi yaralı atlatıyor, ama vahşetin izleri vücutlarında kalıyor.
O gece kayıplarımızın yanında yaralılarda çok fazla. Tedavi için Türkiye’ye gönderilenler içerisinde tedavi süresince Anavatanda kalmak isteyenler de oluyor. Kızılay bu süreçte adada da desteğini sürdürüyor.
Burada Kızılay’ın desteği ilgimi çekiyor, özellikle de 5 Şubat 1964 tarihinde tedavi için geldiği Ankara’dan Kıbrıs’a dönen Yılmaz Bora’nın Kızılay’a yazdığı mektup Kıbrıslı Türklerin duygularını da yansıtıyor.
“Sizlere geç yazdığımdan dolayı özür dilerim. Biz Kıbrıslı Türkler maalesef haberleşmek imkânından mahrum bulunmaktayız. Karşı karşıya kaldığımız en önemli konulardan bir tanesi de budur. Anavatanımıza ayak bastığımız günden ayrılacağımız ana kadar Kızılay’ın bize gösterdiği çok sıcak ve yakın alaka hafızalarımızda birer parlak hatıra olarak kalacaktır. Kızılay’ın bu davada gösterdiği başarı Kıbrıs Türk’ünün tarihinde parlak bir yer işgal edecektir. Ne mutlu sizlere ki, böyle cemiyetin başları bulunuyorsunuz… Kıbrıs Türk’ü, Kızılay denince sevinç gözyaşları dökmektedir. Eğer bugün burada hayat varsa o hayat Kızılay sayesinde temin edilmiştir. Kızılay’ımızın bu davadaki başarısı eşine rastlanmayacak surette olmuştur. Adamızın en ücra yerlerine kadar Kızılay’ın şefkatli elleri uzanarak birçok arkadaşlarımızın hayatı kurtarıldı. Kızılay bizim daima sönmeyecek bir meşalemiz olarak kalacaktır. Kıbrıs Türk’ü sizlere ilelebet minnettar kalacaktır. Sağ olunuz, var olunuz. Allah Türk ulusunu her çeşit belalardan korusun”.
Bugünün Kızılay’ını düşünüyorum, hangi ara o meşale söndü.
Biliyor musun sevgili okurum, ilk defa yazarken bu kadar zorlanıyorum. Kitaplarla yaşadığım yıllarda arkadaşlarımın bana “Artık senden bekliyoruz, yeter bu kadar okuduğun” sözlerine cevabım her zaman “Ben güzel şeyler yazacağım, okuyanlar huzur duyacak, keyif alacak. Özellikle de kadınları yazacağım, kadının gücünü. Yok öyle kadınların aidiyeti diye bir şey. Kadın güçlüdür, tek başına aşamayacağı zorluk yoktur.” cevabını veriyordum. Güçlü kadın kurgularım bugün devam ediyor, ama onları tamamlamayı gezemeyeceğim dönemlere öteledim.
Bugün bu cevabı verdiğim arkadaşlarımdan çok özür diliyorum. Burada yaşanan vahşeti size güzel gösterebileceğim bir dil maalesef yok. Yakın tarihimizin gerçekleri bu ve bu müzenin Kıbrıs’ın mücadelesinin sembolü olduğunu görüyorum.
Tüm samimiyetimle de içimin yangın yeri olduğunu yazıyorum, yüreğim acıyor. Araştırmalarımda gözyaşlarım sel oluyor.
Beni en çok etkileyen Nihat İlhan’ın olaydan, günler sonra haberdar olması oluyor. 18 Aralık tarihinde göreve gitmişti ya, o günlerde 103 Türk köyü yaşanan zorbalıklar nedeniyle boşaltılmak zorunda kalıyor, 364 Türk şehit oluyor, bu sayılarla yaralıları siz düşünün artık. Olaydan üç gün sonra evini soruyor ve onlar iyi cevabını alıyor.
Aslında Çoban Hüseyin’e sormuştu öncesinde “Çocukların sütünü, ekmeğini götürüyor musun”? diye. “Hayır götürmüyorum. Çocuklarınız artık ne ekmek yiyor ne süt içiyor. Onlar Allah’ına kavuştu, cevabını aldığında arkadaşlarının yoktur öyle şey sözlerine rağmen evine gitmek için ısrar ediyor ve ambulans ile evine uğramamak şartı sunuluyor ve asker sözü vermesi isteniyor. Sözünü veriyor ve elçiliğe geliyor. Elçiliğe geldiğinde üstü başı toz içinde, günlerdir görevde olduğu için önce elini yüzünü yıkıyor. Tıraş olamadığı için de tıraş malzemesi soruyor.
Büyük Elçi kendisini çağırıyor ve acı haberi veriyor. Başta detayları anlayamıyor “Vatan sağ olsun!” diyor.
Oysa sadece iki buçuk ay önce ailesini Elazığ’dan getirmişti.
Olayların detayını öğrendikçe, esir olanlara yapılan mezalimi duydukça, ailesinin başlarına gelenin o kötü olasılıklardan olmadığını anlıyor.
O gün yani kötü haberi aldıktan sonra Büyükelçilik ’ten çıkarken, aslında öç alması için getirilen hamile Rum kadına ilk müdahaleyi yapıp arkadaşına yönlendirmesiyle de tarihe geçecek insanlık dersini veriyor.
Nihat İlhan ailesinin cenazelerini o günün zor koşuları altında Türkiye ‘ye gönderme imkânı olmadığını öğreniyor ve daha önce katıldığı bir kokteylde tanıdığı İngiliz Subayının da desteği ile İngiltere üzerinden Elazığ’da bulunan şehitliğe defnediyor. Kanuni hakkı olarak görev değişim talebinde bulunuyor. Nihat İlhan ordudaki görevinden Tuğgeneral rütbesi ile de emekli oluyor.
O günlerde Kıbrıs’ta telefon hatları kesik, iletişim hiç yok ve nasıl bir cehennem yaşandığını ne Türkiye ne dünya biliyor. Doktor Necdet Ünel’in aklına gelen fikir hemen uygulanıyor ve ameliyathaneye alınan yaralıların sargı bezlerine katliam fotoğrafları, belgeler saklanarak Ankara’ya gönderiliyor. Havalimanından her çıkan Türk EOKA tarafından fotoğraflanıyor ki döndüklerinde tanınabilsinler ve yerlerine asker gönderilemesin.
Yalancı Rum basınında yayınlanan “Binbaşı bunalım geçirdi ve tüm ailesini katletti” söylemleri ise her şeyini kaybeden Nihat İlhan’a vurulan başka bir ağır darbe oluyor. Bu haberler yabancı basında gerçekmiş gibi yer buluyor. Bir de bunu aklamak için mücadele veriyor.
Yahu adam günlerdir görevde, yüzlerce hastayı hayata bağlamak için mücadele verirken ailesini düşünemiyor bile. Taa ki Çoban Hüseyin’i görene kadar. Acımasız bu iddia kalbimi acıtıyor.
Nihat İlhan içinde yaşadığı acısını yenip kırk dört yıl sonra katliamın yaşandığı eviyle yüzleşmeye ve ziyarete geliyor. Burada ise ben mutlulukla ve birazda göz yaşı ile izliyorum yayınlanan ziyaret haberini. Kişisel yolculuğunu tamamlamış, hazmetmiş ve metanetli görünüyordu. Onu öyle izleyince üzülüyorum. Hazmetmiş halini hatırlayınca da hafifliyor biraz üzüntüm.
Birçok felaketler, acılar, üzüntüler yaşansa da zamanla yaralar kabuk bağlıyor ya da bu acı ile yaşamayı öğreniyoruz kaldığımız yerden devam ederken hayatımıza.
Nihat İlhan devam eden yaşamda Tülay hanım ile evleniyor, oğlu Mustafa Necmi ve kızı Ayşe Şebnem ile güzel bir aile oluyorlar. Torunu, şehit edilen ortanca oğlu Kutsi gibi kızıl saçlı ve aralarındaki benzerlik ise kendisine güzel bir hediye olmalı ki, onun ismiyle sevdiğini oğlu Prof. Dr. Mustafa Necmi İlhan babasını anlattığı röportajlarında dile getiriyor.
Emekliliğinde Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Genel Müdürü olarak görev yapması teklif edildiğinde öyle bir seviniyor ki “Üç çocuğumu şehit verdim, ama bütün kimsesiz çocukların babası olacağım” sözleriyle duygularını dile getiriyor.
Acılarla, mutluluklarla dolu dolu yaşadığı hayatına 23 Kasım 2016 tarihinde veda ediyor. Elazığ’da bulunan İcadiye Şehitliğinde, doyamadığı şehitlerinin yanına defnedildiğinde hasreti bitiyor.
Ruhları şad devirleri daim olsun.