Gözlerimizin önünde toplumsal “biz tahayyülü” parçalanıyor. Herkes, “biz” derken bazılarını saymıyor. “Biz” denen şey aslında “bizimkiler” anlamına geliyor.
Sarsıcı zamanlar sarsıcı olaylar yaşıyoruz. Neye inanırsak inanalım, hangi kimlikten, inançtan olursak olalım, bu memlekete, insanlarına, geleceğine sahip çıkma vaktidir
Bu toprakların gördüğü en büyük deprem felaketlerinden birini yaşadık. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminden daha büyük iki deprem 8 saat içinde peş peşe gerçekleşti. Hala kayıplarımızın tam sayısını bilmiyoruz, hala toprağa veremediğimiz hatta ulaşamadığımız can kayıplarımız var. Daha yasımızı tutmaya başlayamadık.
Her şeye karşın ülkenin her yerinde yardım için gayret, çaba, seferberlik var. Koordinasyonsuz, plansız da olsa her felakette olduğu gibi toplum kendi yaralarını sarmaya koşuyor. Kontrol edemediğimiz bu büyüklükte bir sarsıntı karşısında elbette çaresiziz. Ama oturduğumuz bina depreme dayanıklı değilse, yapılan yol, havaalanı fay hattının üzerine yapılmışsa, sel yatağına mahalleler kurulmuşsa, kontrolsüz, hesapsız, bilim dışı yapılanmalar devlet politikası haline gelmişse, o binalar, yollar, mahalleler yıkılır. Bu tarafı ise gerçeklik, çaresizlik değil.
Depremin zamanının ve boyutlarının öngörülmesi imkansız. O nedenle doğal afet diyoruz. Ama yine biliyoruz ki kaybedilen canlar kurtarılabilir, verdiği zarar önlenebilir. Deprem afettir, önlenemez ama ölümler bilim dışı işlerin, politikaların, uygulamaların sonucu ve önlenebilir.
Yönetim düzeninin ne denli bilim dışı kabuller ve tercihlerle yürüdüğünü bir kez daha deneyimledik. Partizanlığın aklı, yüreği, dili ne denli esir aldığını da. Kamu kurumlarının, yöneticilerinin, kapasitelerinin, imkanlarının bile yaşanan gerçekliğe göre değil aşırı merkezileşmiş ve keyfileşmiş yönetime göre hareket ettiklerini, önceliklerinin ne olduğunu gördük.
Daha da önemlisi devlet dediğimiz yapının bir kriz anında, felaket karşısında bile bir risk yönetimi senaryosu, hazırlığı olmadığı gibi, yurttaşları arasında o anlarda makbul olanlar ve olmayanlar ayrımı yapacak denli partizanlaştığını, toplumun örgütlü kesimlerine, sivil topluma karşı ne denli karşıt ve önyargılı olduğunu gördük.
Toplum bir kez daha örgütlenmeye, dayanışmaya, duygudaşlığa, merhamete, şefkate en çok ihtiyacı olduğu anda yalnız kaldı, yalnızlığa mahkum edildi. Kamu görevlileri olağan görevini yapmadığı gibi felaket anında dayanışmayı, duygudaşlığı, merhameti, şefkati örgütlemeye çalışanları koordine etmek yerine kısıtladı ve kendini önceledi.
Yalnızca devlet değil, toplum da yurttaşlar da siyaset de bu imtihanda sınıfta kaldık. Yurttaşlar olarak 1920’de başlayan ve bugüne kadar içerikleri farklı 52 af kanunuyla, 1948’den bu yana 17 imar affıyla, 2003’ten bu yana ise neredeyse her 1.5 yılda bir çeşitli adlar altında getirilen vergi afları ve son varlık affıyla suça ortak edildik. Yapanın yanına kar kaldığı bir düzene rızamızla mahkum edildik. O yıkılan evlerin ne müteahhidini ne mühendisini, ne ruhsatını veren yerel yönetimi ne her yeri betona boğan hükümeti sorguladık. Ayıpladık, yanlış bulduk ama karnımızdan konuştuk, dillendirmedik, örgütlenmedik. Siyasetin gözümüzün önünde kirlenmesine göz yumduk.