(2 TEMMUZ)
Hadi itiraz et, ölüme nasıl itiraz edebilirsin ki!
Avuçlarını açmıştı, dua ediyordu tanrıya, bir boşluğa bakar gibi, ölüme…
Avuçlarının içi güneşe bakıyordu, parmakları titrerken gözlerindeki heyecan dolu, yalnızlık dolu yaşlar toprağın üstüne düşüyordu.
Pıt, pıt, pıt.
Topraktan mıydı bu gelen ses, gözyaşından mıydı, bilmiyorum!
İkinci bir şansım olsaydı, senin o giden bedenine yeşermek, kalbinin aynasında kırılmak isterdim, bir daha kendim olmamak üzere batmak isterdim bütün bedenine senin, bir daha çıkmamak üzere…
Hadi gel de itiraz edesin şu gidişe, huzur dolu ellerini kalbinin üstüne koymuşlar, kendinden habersiz, birazdan toprağa akacak ölüm olup.
Kanadı kırılmış gibi, gözleri bir çukurdan içeri akıyordu kirli bir taşın üzerinden. Sevdiğim sevmediğim herkesi buraya, bu taşın üzerine getirdiler, ölüm taşına.
Dua edenlerin hiç duaları bitmiyordu ölüme
Yaşamak için duaları bitmiş olanların da.
Ve Tanrı, durmadan azmettiriyor.
Devlet de!
Yaşamak isteyenler parmak kaldırıyor, yeryüzündeki herkes parmak kaldırıyor yaşamak için, önce devlet sonra tanrı itiraz ediyor.
Ölüm tek çareniz diyorlar; ortadan ikiye ayrılmış bir hîzan bedenimizden geçiyor, ölümün adresi olup.
Annem susuyor, ben de.
İnanmadığı ve bilmediği her şeye susardı eskiden annem, ben de susardım onunla birlikte.
Yüzyıllık bir hîzan, belki daha da eski bir hîzan kalbimin tam ortasından geçiyor, intikam alır gibi, yüzyıllık acıyı kusar gibi; yıllardır susarak dinlediği masalın, türkünün, ağıtın ve acının intikamıyla sanki geçiyor kalbimin tam ortasından.
Toprak bir evde, iki anaç bir kuzu ölüm olup düşüyor üstüme, güvendiğim bir hîzan, geceleri uyurken son defa gözüme uğrayan o hîzan kalbimin tam ortasından geçiyor.
Önce hayallerim geçerdi hizandan, şimdi ölümüm geçiyor.
Gönüllü bir ölüm defincisi yol gösteriyor; sol tarafına yatırın, sırtına biraz yumuşak toprak koyun, incinmesin; şu taşı evet o taşı alın sırtından, batmasın diyor, yıllarca beni taşlayan gönüllüm…
Gönül defincim, ölüm defincim benim, yaşamanın sevinciyle bana nasıl da kefen giydiriyorsun!
Son kere mağazaya uğramıştım sanki, kefenimi giydim; param yoktu, “enkaz altında eğer bir cüzdan bulursanız kefenime yetmez ama” demeden herkes itiraz ediyor yüzde yetmiş bir çoğunlukla, devlet de, tanrı da.
Seni hatırlıyorum, seni görüyorum sanki o kalabalığın ortasında, sevincini, bana sarılışını, bırakmamacasına sarılışını, o andaki o üstümde duran ve sonra kalbimden geçen o hîzana dua edişimi hatırlıyorum.
Attılar toprağı, durmadan attılar, kürekler el değiştirdi, yürekler durdu durduğu yerde…
Üstüme toprak doluştu, ben neye itiraz edebilirim ki, ölüme mi, hadi itiraz et dedim kendi kendime.
Üstümden bir süre sonra benden doğup büyüyecek o otlar yeryüzünden size bakacaklar boy verecekler, dört mevsim size seslenecekler.
Mevsim uygun ölüme ve yaşama dair, şair, dedi topraktan bir ses.
Başım önde, çaresiz, yoksulu gömdük toprağa, yoksulluğu değil. Toprak bile yoksulluğu almıyor ki!
Ayrılıyoruz bizim olmayan bu yeryüzünden, ellerimi son kere tutuyorsun bir çınar ağacının gölgesinde, bir yoksulluk otogarında, muavine soruyorum, bana “anladım abi, enkazların bittiği yerde ineceksin sen” diyor.
Benim ölüme itirazım olabilir mi, şair ne zaman ölüme itiraz etmiş ki diyor yan koltuktan biri: bugün 2 Temmuz diyor!
Bugün 2 Temmuz: ben ateşe koşuyorum, ateş deprem oluyor.
Mazlum Çetinkaya