‘Altı üstü bir dizi işte, izle geç/ Herkes sosyolog, eleştirmen felan oldu/ Bir diziden ne bekliyordunuz allasen!/ Sonuçta bir piyasa dizisi işte/ Yönetmenin keyfinin kâhyası mısınız?/ Her şeyi de siyasileştirmeyin/ Bu kadar da kasmayın ağbi ya’cılar kızmayacaksa ben de ‘malum’ dizi hakkında birkaç laf etmek istiyorum. Yukarıda atıfta bulunulan çemkirmeci liberal zihniyetin gelişip serpilmesinde, dizilerin de parçası olduğu ‘endüstri’nin önemli bir payı var. Sadece bu gerçeklik bile söz konusu alan üzerine konuşmayı gerekli kılıyor bana göre.
Üzerine konuşmak istediğim dizinin bir piyasa ürünü olduğunun farkındayım. Ancak bu, söz konusu ürünü kritik ederken piyasanın kriterleri içinden bakmamı/konuşmamı gerektirmez. Eleştirinin kriterlerini piyasanın ölçüleri belirlememeli.
Berkun Oya’nın yazıp yönettiği ‘’Bir Başkadır’’ dizisi ‘bir Türkiye mozaiği/panoraması’ olarak değerlendirildi birçok kişi tarafından. Odağına merkez-çevre, modern-geleneksel, kent-taşra, Doğu-Batı ikiliğini alan yaklaşımın tekrarlarından biri olarak dizi; merkezine daha çok laik-muhafazakar, modern-geleneksel çelişki ve çatışmaları alarak kültürel bir Türkiye okuması yapmaya çalışıyor. Adeta karakterlerin ‘temsili geçit’i gibi olan dizide elbette zenginler, yoksullar, Kürtler, eşcinseller, dindarlar vs. de unutulmamış. Dolayısıyla (kaçınılmaz olarak) dizi sınıfsal, ‘’etnik’’, ulusal, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelime dair olanı dışlamıyor. Ancak kültürelci bakışın kaçınılmaz sonucu olarak bütün bu kimlikler ve haller, çelişki ve çatışma dinamikleriyle birlikte kültür potasının içinde erimekten kurtulamıyorlar. Ana gövdenin gölgeleri misali…
Dizi kurgusunu kimi ‘’mahalleler’’ ve o mahalle sakinlerinin çakışması üzerinden oluşturuyor. Modern, eğitimli, seküler ‘Beyaz Türkler’in mahallesi. Muhafazakâr, gelenekçi, dindar ve yoksul insanların mahallesi. Ve her iki mahallenin de özelliklerini (fazlasıyla) barındıran Kürt mahallesi.
Psikaytrist Peri ile birkaç kez bayıldığı için Peri’nin ‘karşısına’ oturan başörtülü Meryem’in karşılaşmasıyla başlıyor dizi. Peri kolejli, üniversiteyi Amerika’da okumuş, dünya görmüş bir kadın. Yalılarında Halk Tv izleyen, potansiyel Kırıkkanat ve Özdil hayranı ‘Beyaz Türk’ bir anne babanın çocuğu olan Peri, özellikle ‘Cumhuriyet teyzesi’ annesinin damarlarına zerk ettiği başörtülü nefretinden mustariptir. Peri bu nefretle baş edemediği için huzursuzdur. Bu durum danışanlarıyla arasındaki iletişimi de etkilemektedir. Meryem’le de aynı sorunu yaşayan Peri iki yıl önce başka bir başörtülü danışanla da aynı sorunu yaşadığı için terapiyi sonlandırmak zorunda kalmış. Başörtüsü üzerinden ile getirilen nefretin artık pek de işlevsel olmadığı bir zamanda, bu nefretin kendisini de sakatlamaya başladığını hisseden Peri sorunun yapısal nedenleri ve çözümü yerine kendi iç huzurunu arıyor. İrin kaplamış ve artık dikiş tutmayan yarasına bir yara bandı.
2019 Türkiye’sinde bir devlet hastanesinde iki yılda sadece iki başörtülü danışana denk gelmiş olması da oldukça ilginç. Kadınların yarısından fazlasının başörtülü olduğu bir şehirde bu durumu istatistiğin bir cilvesi olarak kabul etsek bile, hastane çalışanlarının belli bir oranının başörtülü olmadığı bir hastane bulabilmiş enteresan. Dizi 2019’da geçse de yönetmenin çizdiği manzara çeyrek asır öncenin manzarasına benziyor. Takvim değilse bile, zaman çeyrek asır öncede dondurulmuş gibi. Son 20-30 yıl içinde yaşanan siyasal, ekonomik, toplumsal değişim/dönüşüm ve bu bunların yarattığı yeni dinamikler adeta yok sayılıyor dizide. Nostaljik körlük değilse şayet, ‘’tercih’’ deyip geçelim.
İktidar tamamen el değiştirdiğini iddia etmiyorum, ancak dizinin çizdiği şablonik manzaranın da epeyce gerilerde kaldığı sır değil.
Meryem’in mahallesi de çeyrek asır öncesinde dondurulmaktan kurtulamamış görünüyor. Meryem’in agresif, etrafındaki kadınlara durmadan duygusal şiddet uygulayan, mahalledeki emekli imama gönülden bağlı, namazında niyazında eski komando ağabeyi (Yasin) iflas etmesine rağmen -ne hikmetse- ‘ocaklar’a veya ‘gençlik kolları’na başvurmayıp bir barda güvenlikçi olarak çalışıyor. Mahallenin biraz geveze imamı Carl G. Jung’dan alıntılar yaparak konuşan, durmadan analitik ve bireysel psikoloji üzerine ‘çözümlemeler’ yapan, duygusal, yer yer romantik, kendi halinde sempatik bir insan. Emekli imam ise sevgi, hoşgörü, erdem, ilim irfan timsali bir kişi. Botanik üzerinden Batının yapaylığını ve kendilerinin güzel sahiciliğini anlatan kültürcü bir aydın. Başörtülü kızı bir çırpıda başını açınca bile yüzünü ekşitmeyip dua eden, hatta filmin sonlarında bilge bir gezgine dönüşen muhterem bir hocaefendi.
Dizi boyunca tıpkı o ‘mahallede’ki diğer karakterler gibi imamlar da siyasetle ilgili bir imada bulunmuyorlar. Kendi halinde iyi insanlar işte…
Bu din adamlarını görünce (teolojik tartışmalara meraklı biri olarak bir an için gaza gelip) İstanbul’daki bu dindar çevreye varıp muhabbet edesim geldiyse de karşılaşacağım manzaranın epeyce farklı olacağını düşünerek vazgeçtim: TOKİ, ihale, inşaat, mülakat, vakıf, hadlerini bilsinler, fetih… Belki de ben yanılıyorumdur!
Bahsi geçen karakterler yok mudur toplumda? Elbette tekil olarak vardır. Ancak söz konusu karakterler ‘’mahalleler’’in mevcut hallerini temsil etmekten ve genel manzarayı yansıtmaktan çok uzaklar. Yönetmenin temsil figürler üzerinden genel resmi çizmek gibi bir amacı yoksa eğer, mesele yok. Ama dizinin böyle bir arzusunun olduğunu çok sayıda karakter oluşturup karakterlerin öznel dünyasına pek girmeden, kurgusunu ve hikayesini temsiller üzerinden oluşturmasından; dizinin kullandığı şarkı, film, klip, belgesel gibi yan unsurlardan ve yararlandığı kültürel referanslardan anlayabiliyoruz. Arka fonda hep aynı şarkı çalıyor sanki: Bir Başkadır Benim Memleketim.
Dizinin bunca tartışılmasının doğrudan bu özelliğiyle ilgisi var kanımca. Memleket rejiminin neredeyse siyasal alanın dışına çıktığı, ekonomik ve toplumsal buhranın derinleştiği, kapitalist ve sömürgeci politikaların oldukça sertleştiği bir ortamda toplumun önemli bir bölümü eski çelişki ve çatışmalarını -deyim yerindeyse- artık nostaljik ve yumuşak bulur durumda. Ah, nerede o eski mahalle kavgaları/mız!
Nitekim dizinin sonlarına doğru her bir karakter belli oranda (özellikle erkekler) sempatikleştirilirken neredeyse her karaktere birden ‘aydınlanma’, ferahlama geliyor. Sorunlara dair yapısal çözüm/leme yerine makyajlama; karakterlerin içinde şekillendikleri çelişkileri çözümleyip aşma, kopuş, dönüşüm; hiç değilse sorunsallaştırma yaşamaları yerine; bir sis-güneş dilemması… Bu açıdan bakınca dizide idealize edilen karakterler ‘Hocaefendi’ ve ‘Beyaz Kürd’ Gülbin oluyor: Gülbin, hem başörtüsü fobisine, hem gerici kardeşine, hem devletin tekmesine tepkili, ama sadece tepkili. Hocaefendi ise malum…
Dizinin toplumun başka önemli bir bölümünün ise gururunu okşadığı, ‘aslında biz hâlâ masum ve mazlum insanlarız’ hissine gark ettiği açık. Öte yandan böyle yoğun biçimde ne tartışacaktı ki memleketin ‘entelektüel’ dünyası? Sömürgeciliğe karşı nasıl bir manifesto hazırlanması gerektiğini mi?!
Gelelim Kürd mahallesine.
Dizinin karakterlerinin neredeyse tümünde rastlanan karikatür haller, Kürd mahallesinde zirve yapıyor. Kürd mahallesi tam olarak kendine kapanmış bir mahalle. Bu mahalleden dışarıyla ilişkisi olan (genel kurguya dahil olan) tek karakter Psikolog Gülbin. Onun da ilişki, çelişki ve çatışmalarının ana motivasyonu Kürd kimliği değil, modern, kentli ve eğitimli kimliği. ‘Laikçi’ değil, o kadar. Meslektaşı Peri’ye ‘gizli faşist’ derken de Peri’nin başörtüsüne karşı nefretini baz alıyor. Dizide Türk-Kürd çelişkisi ve çatışması (kültürel olarak bile) yok zaten. Dizi karakterlerinin Kürdlerle, Kürd meselesiyle ilgili ne düşündükleri, ne hissettikleri noktası karanlık. Bir başka memleketin insanlarının böyle bir sorunu yok anlaşılan. Hepimiz insanız!
Olan şey ise Kürd-Kürd çelişkisi ve çatışması. Gülbin ve (dizide iktidar partisinden olduğu açıkça gösterilen tek karakter olan) başörtülü ablasının saç baş yolduracak kadar karikatürleştirilen saç saça baş başa kavgalarından görüyoruz bu çatışmayı. Serebral palsi hastası kardeşlerinin tedavi yöntemine dair anlaşmazlıktan dolayı kavga ettikleri sanılsa da çok geçmeden gerginliğin asıl motivasyonu seriliyor önümüze. Gülbin iktidar yanlısı ve ‘ihaleci’ olduğu anlaşılan ablasına şöyle diyor, “35 sene önce, gebe anamın karnına o tekmeyi bize kim attıysa, bugün de birileri atıyor o tekmeyi…Bugün kim atıyorsa o tekmeyi gidip onların ayaklarının altını öpüyorsun. Görmüyor musun, bizi nasıl birbirimize düşürdüklerini?..’’
Abla ise ‘’dağdaki dinsiz imansız arkadaşların…’’ diyerek Gülbin’in ideolojik kimliğine gönderme yapıyor. Ancak Gülbin’in (aile içi kavga dışında) politik bir kadın/Kürd olduğuna bin şahit lazım.
Dizide yalnızca Kürd anne ve babanın oyunculardan seçilmemesi (ne gerek var, onlar zaten otantik ve organik öğeler)… Kürdlerin yine ‘’acıların çocukları’’ olarak resmedilmesi. (mücadele?)… Şarkıyla terapi (ateş yakıp etrafında halay da çekebilirlerdi)… Erkeklerin ne hikmetse abartılı silik, kadınların ise baskın olması (Hanımağa? Ya silik ya tecavüzcü!?)… İmamlar ve eski komando dahil hiç kimsenin siyasi partilerle ilişkisi açık edilmezken bu anlamda da ihalenin bir Kürde kalması (Şu muhafazakar Kürdler olmasa AKP de olmazdı) vs.
Klişeler, şablonlar, ezberler…
Yönetmen bu klişeleri bilinçli olarak mı senaryoya çağırıyor, yoksa var olan klişeleri farkında olmadan yeniden mi üretiyor? Bunun çok önemi olduğunu düşünmüyorum. Sonuç olarak Kürdün klişeler ve kolonyal ezberler üzerinden tanımlandığı gerçeği bir kez daha karşımıza çıkmış oluyor sadece. Bu kolonyalist fantezilerden en çıplağı ise ‘tecavüzcü’ imgesi!
Çocukken arkadaşıyla birlikte uğradığı tecavüzün travmasını yaşayan Ruhiye öldüğünü sandığı tecavüzcünün ‘’mezarına tükürmek’’ için köyüne gider. Çanakkale’nin ücra bir köyüne. Meğer kendisine tecavüz eden adam yaşıyormuş. Tahmin edin kim? Evet, bir Kürd. Köy Çanakkale’de ama tecavüzcü bir Kürd. İstanbul, Mardin, Van, Bitlis, İzmir değil; Çanakkale’nin bir köyü… Olasılık dahilinde midir? Elbette olasıdır ama bir senaryoda bunun olması doğal akışla değil, ancak absürt ve zorlama bir tercihle mümkün olabilir. Kürdün başına tecavüzcü çuvalı geçirmeden rahat edemeyen ya da senaryoya böyle bir Kürd yerleştirmezse Kürd mahallesi tasvirinin eksik kalacağına inan(dırıl)mış bir akıl…
Ensest kalmadı, tecavüz verelim!
Kolonyal klişeler bununla da bitmiyor. Kendi köyünden oraya işçi olarak gelmiş ve oraya yerleşmiş Tecavüzcü adam tecavüzünü gerekçelendirirken, olanca şivesiyle ‘’Memleketten yeni gelmişim, buraları türlü türlü duymuşum, görmediğim şeyler görmüşüm burada, nefsime hakim olamadım…’’ diyor; yarı pişman, yarı pişkin… Köy oldukça sıradan bir köy. Kürd böyle bir köyde gördükleri karşısında çarpılma yaşıyorsa, geldiği yeri varın siz düşünün. Mağara! Bırakın ‘şehre gelince’, ücra bir köye gidince bile çarpılan bir kabile erkeği. Kolonyalist aklın hezeyanı bu imajı yeniden yeniden üretip duruyor.
Kaldı ki tecavüzün salt ‘nefsine hâkim olamama’ meselesi olarak yansıtılması da oldukça yüzeysel bir bakışın ürünü. Oysa öncesi, sonrası ve yaşandığı an itibariyle erk ile doğrudan ilgili bir olgudur söz konusu olan. Bu açıdan bakılınca bir Kürd işçinin Türkiye’nin bir köyünde iki çocuğa tecavüz etmesi ve olay açığa çıktıktan sonra orada ‘tek parça halinde’ yaşamaya devam edebilmesi, tecavüz ettiği kadınla yuva! kurması, (Kürdçe şarkı söyleyenlerin, mevsimlik işçilerin başına gelenleri düşününce ) epeyce fantastik duruyor. Gerçekte ise durum tersinden işliyor: Erk ve otorite zırhıyla Kürd köylerinde ve şehirlerinde gerçekleşen tecavüzleri bilmek için özel bir araştırmaya gerek yok, sadece twitter kullanmak bile yeterli artık.
Pis tecavüzcü Zenci, Çingene, göçmen…
Flört edip sevişen Beyaz adam.
Arada kıtalar olsa da kolonyalist beyaz aklın şablonları değişmiyor.
Sonuç olarak; toplumsal olanı psikolojikleştiren, sorunların kaynağını büyük oranda kültürel kamplaşma dayandıran dizi, çıkışı da salt birbirini dinlemede,empatide arıyor. Ah, sevginin, empatinin ve terapinin çözemeyeceği ne var ki! Nitekim mutlu olmasa bile, ferahlatan bir sonla bitiyor dizi. Her şeye rağmen yeniden hep birlikte Eurovision Şarkı yarışması izlenecek günlerin özlemi. Hafiften gergin bir milli maç da olur.
Gerçekten bambaşkadır …!
Haymatlos Suad