Emine AYDOĞDU
Aslında çok basit bir hayatımız vardı. Küçük bir külübede yaşıyorduk. Yılın hemen hemen tamamını keçilerle ilgilenerek geçiriyordum. Çocukluğuma dair anılarımı; daha dün gibi berrak, çok net ve ayrıntılarıyla anımsıyorum. Her şeyden soyutlanmış, yapayalnız bir hayat sürdürüyorduk. Yumurta ve süt satmak için ayda bir kez dört yol ağzına inerdik. Dedem beni yalnız göndermiyordu. Ya kendisi gidiyor ya birlikte gidiyorduk. Ovada yaşayanlar, nedense dağda yaşayanları sevmiyordu. Bedenlerine sinmiş öfkenin kokusunu alabiliyordum, yalanın kokusunu aldığım gibi.
Dedemin ataları da uzun yıllar önce dağlarda ve ormanlarda yaşamışlar. Yoksulluk, kıyım ve savaş yüzünden bir lokma ekmeğe muhtaç olmuşlar. Dedeme sorular sormaya başlayınca öğrendim. Bana masal anlatır gibi anlatıyordu. Dağların arasına gizlenmiş bu küçücük ormanda neden yaşadığımızı, bilmek isityordum.
Dedem: “Sakladığın sırları biriyle paylaşırsan, mezarını önceden kazmalısın. Daha doğrusu iki mezar kazmalısın…” derdi ve ustaca konuyu değiştirirdi. Anlattıklarını çoğu zaman anlayamıyordum. Birbirinden kopuk, bölük pörçük cümleler kuruyordu. Korktuğumu hissettiği için belki de anlamamı istemiyordu. Dedemin hafızasından geçerek eksilen ve masala dönüşen anıların düğümlerini çözemiyordum. Korktuğum o anılar, şimdi benim hafızamda biraz daha eksildiler ve kördüğüm oldular.
Sonbaharın ilk ayıydı, keçileri otlatıyordum. Hava ılık ve gökyüzünde akçıl bulutlar vardı. Dolunay bütün görkemiyle toprağı aydınlatıyordu. Ben, yine de ateş yakmıştım. Kendimi ve keçileri korumam için dedem öğretmişti. Bir inleme sesi duydum, insan mı hayvan mı ayırt edemedim?.. Yürek yakan acı dolu bir inlemeydi. Dolunayın duru ışığı altında, kulübenin biraz ilerisinde dedemin yattığını gördüm. Düştü mü acaba, diyerek, nefes nefese yanına gittim; elimi tuttu, birşeyler söylemek istedi. Konuşamadı. Başımı kanlı göğsüne yasladım. Bir süre öylece kaldım. Korku içinde etrafa göz gezdirdim. Kimsesikler yoktu. Keçileri ağıla koyup kapısını kilitledim. Dedemi kulübeye götürmek istiyordum. Gece dışarıda kalmamalıydı. Kan kokusuna alan kurtlar… ama çok ağırdı. Kollarından tutup çekmeye çalıştım, olmadı. Dedemin verdiği kavalı, çantadan çıkarıp üflemeye başladım. Sabırla öğretmişti, dedem. Zorlukların sabırla aşılacağını söylerdi. Kimi akşamları ona kaval üflerdim. Öyle mutlu olurdu ki… mutlu olduğu zamanlarda, benim anlamadığım bir dilde türküler söylerken, çay bardağından daha küçük bakır kaba doldurduğu boğma rakıyı içerdi. Türkülerin anlamını sorduğumda; daha değil, derdi.
Ben kavalımla dedeme ağıt yakarken, üç adam geldi. Üçü de yeşil pelerin giymişti. Yüzlerini kapatmışlardı. Yalnızca gözlerini görebiliyordum. Beyaz atın sırtındaki adamın sert ve korkutucu bakışları, küçük kulübemizi yakacak gibi ateş saçıyordu. Diğer ikisi, dedemi, göğsüne saplı hançerle birlikte bir kilime sarıp, dor atın sırtına urganla bağladılar. Beni de kucaklayıp beyaz atlı adamın arkasına bindirdiler; kalın bir kuşakla adamın sırtına göğsümü yapıştırarak bağladılar. Gözlerimi de.
Korkudan sesimi çıkaramıyordum, belki de şoka girmiştim. Tepkisiz ve duygusuz bir şekilde sesleri, devinimleri ve nefesleri dinliyordum. Nereye gittik, nasıl gittik, ne oldu, hiçbir şey anımsamıyorum?.. Beton zeminin üzerinde boylu boyunca yatıyordum. Kollarımı, ayaklarımı kıpırdatamıyor, göz kapaklarımı açamıyordum.
Uyuyan bedenimin etrafında dolaştıklarını hissediyordum. Acı acı haylayan köpeğin sesi, göz kapaklarımı aralamama neden oldu. Yaklaşıp kokluyor. Bekliyor. Nefesleniyor. Yeniden kokluyor. Belli ki kan kokusunu alıyor, dedemin kanıyla benim kanım birbirine karışmış olmalı. Belki de ayırt etmeye çalışıyor. Bedenimi uzun süre koklayan hayvanın eyleminden hoşnut olan hırıltılı bir ses, köpeğin kadife kulağına fısır fısır fısıldıyor: “Dağlı fahişenin bedenini kokla, kokla oğlum, aferin oğluma, iyi kokla.”
Köpeğin nefesini ve adamın adımlarının beton zeminde yankılanışını duyuyorum. Köpek su içiyor. Dilinin, suyu çalkalayışı ve suda çıkardığı ses, alışık olduğum bir ses.
Kumral saçlarım, beton zemine serilmiş, rüzgârda uçuşuyor. Bedenim üşüyor, zihnim, üşüyor mu, bilmiyorum? Dikenlerin çizdiği, çakılların yaraladığı tenim, ince ince sızıyor.
Etrafımı çevreleyen beton duvarları yıkmak ister gibi kımıldıyorum ve vahşi bir ulamanın ardından, kayıp sesler dünyasına geri dönüyorum. Kahkahalar, ayak sesleri, ıslıklar ve dehşetin kol gezdiği dünyanın içinde yok olduğumun bilincine vararak ürperiyorum.
Ölümden yoksun, hala yaşamaya devam ettiğime şaşırıyorum. Avlulardan, karanlık odalardan, geçirdiler… çakıl taşlarının, nemli yaprakların üzerinde…
Karanlık çökünce, ortalık sessizliğe gömülüyor. Köpeğin sık sık nefes alışını hissediyorum. Yakınımda bekliyor, beni izliyor. Titriyorum. İyice yaklaşıyor. Islık sesi ve çağrılara rağmen, yanımdan ayrılmıyor. Sürekli kokluyor, yüzümü yalıyor. Burnuyla bedenime dokunuyor. İnler gibi sesler çıkarıyor. Bana ne anlatmaya çalışıyor?.. Beni yalnız bırakmayarak, kendi dünyasında yardım ediyor olmalı.
Belki de merhameti anlatıyor…
Yeniden yaşamanın, bir köpeğin nefesinde saklı olduğunu, bedenimin titremesiyle öğreniyorum. Nefesinden, dilinden, burnunun ucundan bana doğru akan merhemetle sarmalanıyorum Beni koklayarak, sonuna geldiğimi düşündüğüm hayatı, sanki yeniden var ediyor. Yarı uyur, yarı uyanık, uyuşturulmuş olarak yatıyorum.
Çıplak adamaların hayaları şişkin ve kıllıydı. Tiksintiyle birlikte bedenimin çürümesini, ölmesini bekliyordum.
İnsan, daha fazla nasıl aşağılanabilir ki?.. Karanlığın yüzündeki bütün gözenekleri görmüştüm. Vahşetin yarattığı dehşetten sıyrılıp, tüm öfkemi, nefretimi ve utancımın üstünde yankılanan bu kahkahaları nasıl sileceğimi hayal edemiyordum.
Rüyalarımda, uykusuz gecelerimde, öfkeyle, kederle, yanlışla, doğruyla o küçük kulübeye sığınmak istiyordum. Güneşin hikayeleri ve ayın rüyalarıyla büyümüştüm. Yaşamın sislerini, puslu akşamlarını, nefretin yüzünü tanımıyordum.
Konuşması, öksürükle sık sık kesilen boğuk sesli birisi, karga ile fahişenin halini anlatıyordu:
“Ne kadar yıkarsan, o kadar kararılar…” diyordu. “Dağlılar öyle…” Dinliyordum. En küçük ayrıntıyı dahi kaçırmadan dinliyordum.
Bütün bedenim devasa bir kulağa dönüşmüştü.
Cennet ve cehennem arasına sıkışmış bu dünyada daha fazla kalmak beni gücendiriyordu. Denizden yeni doğmuş olanın masumluğunda dağlara geri dönüp, gece ve gündüz arasındaki alacakaranlığın korkutucu soğuk yüzünü geride bırakmak istiyordum.
Gel, ver elini bana, diğer elini omzuma koy, açma gözlerini, kör gibi davran, sakın tökezleme… Cinsiyeti belirsiz bir sesti. Soğuktan, sıcaktan titriyordum. Havanın sıcak, soğuk, ılık olması beni etkilemiyodu. Titriyordum. Dişlerimin sesini duyuyordum. Tanrıların ve insanların varlığından ve yaşadıkları dünyadan çok çok uzaktaydım. Hayâl etmesi olanaksız bir vahşetin içinde nefes almaya çalışıyordum. Düş gücümün ateşi, beynimi yakıyordu. Işık ve karanlık sürekli yer değiştiriyordu.
Cinsiyeti belirsiz ses, elimi koyduğum omuz, kaybolmuştu. Köpeğin nefes alış verişini hissediyordum. Her şey kararıp aydınlanıyordu. Karanlığın gölgesi altında, ürkütücü bir sessizlik vardı.
Sessizlik, konuşup, susuyor, en önemlisi de öğretiyordu. İnsan denen varlığın vahşetten, vahşetin ise güçten doğduğunu ve gücün zevk verdiğini, öğretiyordu.
Öğrettiği çok yüce birşey daha vardı ki o da hayatın vicdanıydı. Bir köpeğin katıksız mehametini, kusursuzca armağan ediyordu. Bütün bunları, sonsuz sandığım bu karanlık yolda, o kusursuz merhametin ve sabrın ışığına tutunarak öğreniyordum.