Hatice Özhan
Şehirli kadın havasının alameti parıldayan sarı saçlar, dize kadar çektiği siyah deri çizmeleri ve arazi pantolonu ile Sıdıka Avar, engebeli yolların hakkından gelmeyi iyi bilen ama nedense esir olduğu atlanılan atının üzerinde bir kaygısız gülümsemeyle sallanıyor.
Cihangir’de, memur bir babanın kızı olarak doğan ama daha sonra Arnavut kaldırımlı yolları ardında bırakan Sıdıka, kendisinin deyimiyle Türk terbiye hayatını öğretmek adına “Dağlı Türkler”in taşı, tozu, engereği, isyancısı bol yollarına düştü. Bugüne bugün Türkleştirmenin başlıca ihraç ürünü Sıdıka, işgalin sadece tüfekle olmayıp merhametle de olabileceğinin de en ithal örneği.
Büyük şehirler için kuruldu ve de kurtuluş anlamlarına gelen, şehirli Türk kadını içinse hakkının asla ödenemeyeceği demek olan Cumhuriyet asla kutlanmaktan vazgeçilmiyor. Ona duyulan vefa borcu da katlandıkça katlanıyor. Diplomatlar, askerler, kadınlar vatanın mirasını korumak ve de faize binen borcunu ödemek için canhıraş çalışıyorlar.
Yumuşak karnı olan medeniyeti kendilerine getirdiği için Cumhuriyet’e olan gönül borcunu ödemek için kuyruğun en başındaki öğretmen Sıdıka Avar, bütün hayatını dünyadaki tek amacı buymuşçasına Türklüğe vakfetti. Hayattaki diğer tüm rollerinden af dilermişçesine at üstünde görünürde münzevi bir hayat sürercesine bir hikâyesi olduğu görüntüsü verdi. Hikâye bu ya; bu misyoner kadın kendisini ülkesine adamış, örnek bir Türk kadını, fedakâr bir öğretmen ve erdemin emsalsiz timsali olarak nazarlarda nakşedildi. Dudaklarının arasından asla ne bir şikâyet ne de kötü bir söz döküldüğüne şahit olundu. Her şey buraya kadar pek de masumane işlerken, asıl filmin Dersim’de Elazığ’da Bingöl’de başladığı sıra da masumiyetin sadece bir maskeden ibaret olduğunu bilenler bilir!
Dudaklarından tek bir kötü söz işitilmemiş bir azize portresi veren Sıdıka’nın başlarda ağzında gevelediği ancak bir süreden sonraysa ağzından dolu dolu dökülen sözleri bir sürü hayatın sil baştan yazılmasına, yönetilmesine yol açtı. O sözleri, Kürt kızlarının Türkleştirilmesi ereğine ilişkin sözlerdi. Elazığ, Dersim, Bingöl bölgelerinde öğretmenlikle misyonerliği bir elmanın yarısı gibi icra eden Sıdıka, gazete manşetlerinde, mülakatlarda eğitim aşığı olarak yansıtıldı, sözleri vatanseverlik nişanesi kılındı. Kız çocuklarını köylerinden, ailelerinden ki en mühimi de ana dillerinden kopartan misyoner Sıdıka, Kürt çocuklarının kalbini merhametle istila ederken isyancıların yeni serpilen tohumlarını Türklüğe kazandırıyordu. Türk terbiye hayatının tohumları artık Dersim’in, Bingöl’ün, Elazığ’ın cenine değin serpilmişti.
Dersim’deki manastırı sayılabilecek ilkokulda ve at sırtında gezdiği o güzergâhtaki tüm yerlerde Sıdıka sadece Türkleştirme icra etmedi, ayrıca el işinin, dikiş dikmenin, tarımın nasıl yapılacağının Türk biçimlerini de öğretti. Ağzından çıkan her kelime, ellerinden çıkan her maharet karşısında küçük Kürt kızları masum zihinlerindeki heyulada, karmaşada mucizevî bir olaya tanıklık ediyormuşçasına hayranlık nöbetine tutuldular. “Biz de ilerde bir Sıdıka Avar olacağız” tümcesi bu nöbet halinin bitiminde küçük kızların ağız kenarlarındaki boşluklardan çıkan köpükler gibi ağızlarından dökülüyordu.
Sıdıka ayinlerinde küçük çocuklara “insanın bu hayattaki baş düşmanın ne olduğu”nu öğretti. Öğrettiği cevap cehaletti ve cehaletten kast ettiğiyse Kürtlük ve Kürtçeydi. O baş düşmanı zihinlerinde ve dillerinde taşıdıklarına ikna olunan kız çocukları Sıdıka’nın tekerine binerek doğdukları topraklardan bilmedikleri bir diyarın diline doğru yol aldılar. Giderken arkalarına baktılar mı? Hiç sanmıyorum! İçlerinde taşıdıklarına ikna edildikleri “cehaletin” kendilerini terk etmeleri için koyuldukları yoldan vazgeçmeleri hatta arkalarına dahi dönüp bakmaları kendilerinin “cehalet”e tekrardan teslim olmaları demekti çünkü.
Bu çocuklardan kimisi gittikleri yerlerde bilmedikleri dili tamamıyla öğrenip, tümden yabancısı oldukları kültürle dağlanırcasına bütünleşerek bir Sıdıka olmayı başardı. Kimiyse, modern dönemin köle pazarlardaki gibi haraç mezat satılırcasına şehirli hanfendilerin, beyefendilerin isimleri değiştirilen hizmetçileri şansları varsa da evlatlıkları oldular. Geçmişleri tahribata uğrayan hatta yeniden yazılan bu kimselerin gelinene noktada bileşik tek bir ortak noktaları vardı: Hafıza kaybı. Dil kaybı. “Kan” kaybı.
Sıdıka Avar çamura şekil verir gibi çocuklara şekil verdi. O acımasız, hünerli ellere sahip misyoner kadın Dersim, Elazığ, Bingöl kırsallarının okullarında, okulları yoksa dahi at sırtındaki öğretmeniydi, misyoneriydi. Çocukları annelerinden kaçıran cadı masallarındaki gibi, O da el koyduğu masum Kürt kız çocuklarını terkine bindirerek bilinmezliklere doğru götürdü.
Öğretmenlikle misyonerlik arasındaki o ince çizgiden akortları bozmadan çalıntı, kaçak melodiler üretmeyi en iyi başaran kimdir derseniz, hiç tartışmasız Sıdıka Avar’dır derim.
Sonhaber.ch’da yayınlanan yazılar yazarın kendi görüşünü yansıtmakta olup, ilgililerin cevap hakkı saklı tutulmuştur.