“Kötülüğün zaferi için gerekli tek koşul, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır”…
Edmund Burke
İçinde bulunduğumuz durum kriz değil, çöküş… Çöküş, verili paradigma dahilinde bir çözümün olmadığı durumdur… Başka türlü söylersek, artık verili zemin dahilinde bir gelecek yok… Kapitalizm mülksüzleştirerek sermaye biriktirmektir… Her ileri aşaması daha çok mülksüzleşme, daha çok proleterleşme demektir… Geniş kitlelerin üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edilmesidir… Kapitalizmin her ileri aşamasında doğa tahribatı (ekolojik yıkımın) da derinleşiyor, yaşamın temeli aşınıyor. Sosyal kötülüklere (işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma…) doğa tahribatı, ekolojik yıkım eşlik ediyor… Velhasıl, İnsana, tüm canlılara ve bir bütün olarak ekosisteme zarar vermeden yol alamıyor… İşte tüm bu lânet olası eğilimler kapitalizmde mündemiçtir… Kapitalizm reforme edilemez, insafa gelmez… Esasen hiçbir üretim tarzı (uygarlık modeli densin) reforme edilemez… Belirli bir mantığa göre işler ve o mantığın dışına çıkıldığında da sistem olmaktan çıkar… Boşuna ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmemiştir…
Neden bu kadar kolay sömürüyorlar, ülkenin varını-yoğunu yağmalıyorlar, talan ediyorlar, yaşamın temelini aşındırıyorlar, devlet terör rejimini dayatabiliyorlar? Bu kepazeliğe itiraz etmemek suç ortaklığı değil midir? Sorun örgütlülük, bilinç, mücadele, perspektif ve ütopya zaafından kaynaklanıyor… Zira örgütsüz toplum köledir. Oysa, işçi sınıfı tüm zenginliklerin yaratıcısı yegâne sınıftır, toplumu sırtında taşıyandır.
Lâkin işçi sınıfı ve bir bütün olarak mülksüzler, emekçi sınıflar cephesinde iki temel zaaf söz konusu: Birincisi, örgütlülük ve sınıf bilinci zaafı söz konusu ve ikincisi mevcut sınırlı örgütlerin büyük çoğunluğu da amaca yabancılaşmış, yozlaşmış durumdalar… 2023 istatistiklerine göre Türkiye’de 16 milyon 395 bin 275 işçi var. Sendikalaşma oranı sadece %15… Sendika konfederasyonlarının çoğu da söylemleri ne olursa olsun sömürü düzeninin bileşenleri durumunda… Fakat işçi sınıfı sadece çalışanlar ve işsizlerden ibaret değildir. Bu rakamlara pasif işçi sınıfını (emeklileri) da dahil etmek gerekir… Aslında kamu sektöründe çalışanlar da işçi sınıfına dahildir… Resmî statü ayrımının reel bir önemi yoktur… Gerçi devlet bürokrasisinin üst katmanları ayrıcalıklı bir durumdadırlar, ama kamu çalışanları da işçi sınıfına dahildir… Neoliberal küreselleşmeyle esnaf kitlesi (küçük üreticiler) ve küçük çiftçiler de hızla mülksüzleşiyor, proleterleşiyor işçi sınıfına dahil oluyorlar… Dolayısıyla toplum çoğunluğunun kahir ekseriyeti işçi sınıfına dahildir, proleterdir… Proleter emeğini satamadığı zaman açtır ve emeğini satabilmesi de kesin değildir… Artık şimdilerde küçük bir “mutlu azınlık” dışında hepimiz proleteriz. Gerçek durum böyle ama bu devasa kesimin siyaset sahnesinde bir görünürlüğü ve etkinliği yok, esâmesi okunmuyor, itilip-kakılıyor, aşağılanıyor… Bundan büyük çelişki olur mu? Siyaset oyunu emekçi halk çoğunluğunun gıyabında sahneleniyor…
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) genel kurul salonunda başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvarda “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazılı… O halde iki şey: Birincisi, TMMB tevatür edildiği gibi büyük değil ve ikincisi, hakimiyet sayısız kayıt ve şart altına alınmış bulunuyor ve bu bidayetten beri hep öyleydi… Milletvekilleri birkaç sınırlı istisna dışında halkın değil, kutsal devletin ve sermayenin hizmetindedir… Seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Eğer seçenle seçilen arasında tevatür edildiği gibi ‘reel bir temsiliyet ilişkisi’ olsaydı bu günkü sefil tablo söz konusu olur muydu?
Artık sömürü-yağma ve talanın hizmetindeki siyaset tarzıyla, siyasi partiler (aktörler) ve örgütlerle çöküş tablosundan çıkmak mümkün değil… Bu yıkımın, bu çöküşün faillerinden hala çözüm beklemek kendini aldatmak, abesle iştigal etmektir… Yeniyi oluşturmak, başka şeyi, başka türlü yapmak da insan iradesini aşan bir şey değildir…
Politik İslamcı AKP rejimi toplum sorunlarına külliyen yabancılaşmış bulunuyor… Esasen Politik İslam’ın bir toplum projesi yoktur. Yönetme özürlüdür… Bir anektot şöyle: İşgalci ABD çekildikten, Taliban iktidara el koyduktan sonra bir Fransız gazeteci Afganistan’a gidiyor, temaslar, gözlemler yapıyor. Ülkeden ayrılmadan bir dinî liderden zar-zor bir randevu alıyor. ‘Ülkeniz harap halde, bunca sorunla nasıl başa çıkacaksınız, planınız-programınız, perspektifiniz nedir” diyor, Molla, “Biz insanları öteki dünyaya hazırlıyoruz” diyor… Türkiye’de Diyanet’in rejimin başat kurumu haline gelmesi bir tesadüf değil…
Ülke tam bir çöküş tablosuna hapsolmuşken, artık mevcut siyaset tarzıyla sorunları çözmek mümkün değil. Vakitlice siyasetin zeminini değiştirmek gerekiyor. Başka türlü söylersek radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var… Yönetenleri değil, yönetimi (sistemi) değiştirmek gerekiyor. Artık ülkenin-toplumun kaderinin kaşarlanmış profesyonel politikacıların oyuncağı olmasına izin vermemek gerekiyor… Eğer duruma vakitlice müdahale edilmezse, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmaz olacak ve geriye kurtarılacak pek bir şey kaymayacak… Zira, sömürü, yağma ve talan insan havsalasını zorlayacak boyutlarda… Bunun için de siyaseti bütünüyle işlevsizleşmiş Meclis (TBMM) dışına taşımak gerekiyor…
Tüm sorun odaklarını kapsayan, işçilerin, işsizlerin, çiftçilerin, emeklilerin, ekolojistlerin, sosyalistlerin, sadece sömürü ve baskıya değil etnik ayrımcılığa da maruz Kürtlerin, kadın örgütlerinin, Alevilerin, küçük esnafların, öğrencilerin, LGBT’lerin, tüm kesimlerin ve sorun odaklarının katılacağı geniş kapsamlı bir kongre toplamak gerekiyor. Çeşitlilik içinde birlikteliği sağlamak bizim irademizi aşan bir şey değildir… Böyle kapsamlı bir eylemliliğin başlatılması siyasetin ufkunu ve zeminini değiştirecektir… Yeni paradigmaya giden yolu aralayacaktır…
Emekçi kitleler kendi kaderlerine sahip çıktığı anda her şey hızla değişecek, toplumun önünde yeni ufuklar açılacaktır… Bütün mesele ideolojik köleliği aşıp-aşmamakla ilgilidir… Zira, başka şeyi başka türlü yapmaya bir engel yok. İnsan irade sahibi bir varlık olduğuna göre… Fakat mutlaka akıldan çıkarılmaması gereken bir şey var: kapitalizm dahilinde ezilen, sömürülen, horlanan sınıflar ve doğa (ekosistem) lehine bir şeyler yapmak, ekolojik yıkımı durdurmak mümkün değildir… Vakitlice insanı ve doğayı önceleyen bir rotaya girmek, zararlı veya gereksiz üretime son vermek, üretimin yönünü temel ihtiyaçlara döndürmek gerekiyor ki, böyle bir şey de kapitalizm dahilinde asla mümkün değildir…
Bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları izleyerek, bu uzmanları dinleyerek yeni bir şey yapmak, aracın rotasını değiştirmek mümkün değildir… Birkaç gazete ve televizyon dışında medya’nın kahir ekseriyeti yalanın ve manipülasyonun hizmetinde, misyonuna ve varlık nedenine külliyen yabancılaşmış durumunda… Oysa gazeteci namussuz olamaz, namussuzsa gazeteci değildir… Gazeteci gerçeğin haberini verendir…