Ali Ersönmez
Yeryüzünün tüm gelir gider dengelerine, üretimin kimlerce pay edildiğine, sömürünün ve rantın mikro düzeydeki paydaşlarına baktığımızda başımıza gelen yokluk ve yıkımların hikâyesine de ulaşmış olacağız. Yüzde doksanın ürettiği, ama yüzde onunun hâkimiyetinde olan dünya gidişatının sürdürülebilirliği şunlara bağlıdır: Sosyo-ekonomik ilişki biçimini, üretim ve tüketim dozunu belirleyeceksin; kültür, sanat, bilim, edebiyatın içeriğini ve de ilgi duyulacak ilgi duyulmayacak sorunları kendince şekillendirip, kurumsallaştıracaksın.
Böylelikle şöyle bir yoruma açık olmalıyız: İnancımız, kimlikler, önemsediklerimiz, değer yargılarımız, amaçladıklarımız kendiliğinden mi meydana geldi, yoksa biz için tertiplenmiş mi? Bu çelişkiye dürüstçe ve de samimiyetle kulak kabarttığımızda başka kıyılarda bulacağız kendimizi.
Dertleştiğimiz bu sıkıntıların aşamaları nasıl peyderpey hayat buluyor diye irdelesek elbette çoğumuzun gözlemleri kesişecektir. Biliyor olmamıza rağmen “aynı dişlileri ile yürüyen çarkta” her defasında tuz buz oluşumuzu gerisingeri analiz etmek gerekmiyor mu? Bu günlerde biyolojik olarak dünyaya veda eden ama fikirleri, erdemi ve iradesi kalıcı olan Naom Chomsky der ki: “Unutmayın pek çok düşünce biçimi bizden uzak tutulur ve bu şekilde düşünmemiz engellenir.” Doğrucu, içten, yanlışsız, duyarlılık ve bağımsız düşünmenin değil de boyun eğmenin, her şeye olur vermenin, hizmetkârlığın pohpohlandığı dünyada işimiz hiç de kolay olmayacak.
Dedik ya, karşılaştığımız zorluk, güçlük, sıkıntı, belirsizlik ve güvensizlik düzenin temel gerekçelerinde buluşuyoruz. Bu koca dezavantajlı “kıskaçlar” zoraki işbirliğine taşıyor; zihinde, duyguda, ufukta ve eleştiride birliğe itiyor. Sokrates ve öğrencileri de böyle başlamamış mıydı? Onlar sorguladıkça, sordukça, düşünüp düşündürdükçe dönüştürdüler. Vazgeçemediler!
Antik Atinalılarla sıçrayan aydınlık ürküttü, bu ışıltıya binlerce yıldır müdahale edilmesi basite alınmamalıdır. Biliyoruz ki tarihin her dönemecinde hükmedenler eğitimi-bilgiyi önemsizleştirme ve karmaşıklaştırma girişiminden vazgeçmediler. Hipatia (Hypatia) ve İskenderiye Kütüphanesi yakılıp yıkılmadı mı? 12 Eylül Darbecileri ve 2016 OHAL rejimi KHK’lar ile on binlerce eğitim ve bilim emekçisini eğitim alanından uzaklaştırmadı mı? Yeryüzünün otoriter, antidemokratik ve eşitlik karşıtı düzenleri varlığını sürdürmek, kendi krizlerine yenilmemek için; insanlık değerlerini ve de uygarlık deneyimlerini hep karartılar.
Geçmişin ve şimdinin buluşan tüm birikimleri ve de buradan başaklanan taze düşler çocuklar ve gençlerle taşınır ileriki hayata. Bütün dönüşüm, gelişim ve de keşifler gençlerin iradesi ve cesaretlerinin bilgeliğiyle yeryüzüne saçılır. Onlarsız normatifi aşamaz, özgün ve sıradışılığa ulaşamayız. Bu realiteyi göz önünde tutan egemen güç, kendi otoritesine kafa tutan, varlığını sorgulayan gençler üzerindeki hegemonyasını eğitim, inançlar, milliyetçilik ve aile kurumu gibi araçlarla canlı tutmayı becermiştir.
Ulusal ve inanç ayrımı, ırkçılık, tekçilik, inkâr, toplumsal cinsiyet rolleri, coğrafi etiketler, ekonomik ve kültürel öğretiler “betona gömülen eğitim” kurumlarında vücut buluyor. Her fırsatta eğitim alanı ideolojik ve politik kitlelerin boyutlanacağı alana eviriliyor. Ve başkaca dünyanın, umudun yer almadığı; yapacak başkaca şeylerin kalmadığı algısının ete kemiğe büründüğü zemin eğitim oluveriyor.
Eğitime ve eğitime yönelik müdahalelere sistemsel bir sorun olarak bakmadığımız sürece sonucun etrafında dolanmış olacağız. Elbette her alandaki tepki, duyarlılıklar, etkiler ve mücadeleler bütünsel hak aramanın kökleridir. Birçok eğitimci, pedagog, filozof ve de sosyoloğa göre; bilimi dışlayan, çağın sorunlarını yanıtlamayan, yaşam ve doğal sistemi metasal gören öğretiler “mevcut eğitim” süreçleriyle örülüyor. Eşitlikçi ve barışçıl nüveleri temellendirmeyen “kalıp eğitime” karşı tutum almak aynı zamanda anti demokratikliğe, hukuk dışılığa, tüketici ekonomiye, çevresel yıkımlara diklenen suları dalgalandırmaktır.
4+4+4 ile süren ve eğitimin yapısına, içeriğine, müfredata ve işleyişine defalarca el atılmasını yalnızca eğitime yönelikmiş gibi düşünmemeli; insana, yaşama, geleceğe yön verme girişimi olarak anlaşılmalı. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” diye lanse edilen müfredat, arzulanan toplumsal yapının ve planlanan yaşam biçiminin şekillendirilmesidir. Bu mesele ciddidir, geri dönüşü zordur, ülkedeki her bireye tesir edecektir; böylelikle yargılamayan, sorgulamayan, itiraz etmeyen nesillerin yetişmesine hizmet edecektir.
Yapılan değişiklilerin politik programların paralelinde olduğunu belirleyen Eğitim Sen ve bir çok eğitim bileşenince; “sadece pedagojik ve bilimsel eleştirilerin yeterli kalamayacağını, laik, cins eşitlikçi ve anadilinde eğitimin esas alınmadığı; ‘milli ve manevi değerler başlığı’ ile müfredat/öğretim programlarının içeriğinin keyfi biçimde doldurulacağı ve de eğitim dışı unsurlarının eğitime müdahalesinin yolunun yasallaşacağı” belirlenmiştir.
Muhalif eğitimcilerin KHK’lar ile devre dışı bırakılışı; güvenlik soruşturmaları ve mülakat ile “eleye eleye” gerçekleşen sözleşmeli öğretmen atamaları, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” diye adlandırılan hedefle ilintilidir. Böylelikle amaçlanan eğitim modeline uygun öğretmen atamaları gerçekleşmekte, yeni eğitim anlayışını itirazsız uygulayacak öğretmen profili etkin kılınmaktadır.
Eğitime sahip çıkmak yaşamına, tercihlerine, ilgilerine ve yeteneklerine sahip çıkmaktır; demokratik ve laik yarınları inşa etmektir. İyi ve özgür düşünen, bilgi ve yeteneklerini hayata uyarlayan, barışçıl, dayanışmayı ve kolektivizmi esas alan nesiller yetiştirmektir.
Sömürüye, şiddete, savaşa, kötülüğe, eşitsizlik ve adaletsizliğe karşı duran, daha iyi bir dünya umudunu büyüten nesiller yetiştirmek-yetişmesinin olanaklarını sunmak zorundayız. Eğitim bunun için vardır…
Kaynaklar Alıntılamalar:
İktidarı Anlamak (Naom Chomsky)
Eğitim Sen Yayınları
Okulsuz Toplum (İvan İliç)







