Kumru bileğindeki saate baktı. Otobüsün gelmesine az bir zaman kalmıştı. Beklemek hayatın her anında zor ve yorucu gelirken bu soğuk ve sisli havada hepten çekilmez bir hâl alıyordu. Kollarını birbirine sıkıca dolayıp kendine sarıldı. Hayal kırıklığı yüzüne yerleşmiş insanların acıklı umursamazlığı ile beklemeye devam etti gözü yolda gelecek otobüsü. İstanbul’a neden yakışmıyordu ki kış? Gri gökyüzü kasvetli bulutlar tıpkı yer üstündeki insanlar gibi boğucu ve aceleci birbirini sıkıştırıp yer yüzüne değmeden inmesi imkansız gözüküyordu.
Bugün epey yoğun geçmişti. Duruşma salonundan çıkıp bir sonraki aya ertelenen dava dosyasına yeniden göz atmak için kolunun altına sıkıştırdığı çantasıyla soluğu araç muayenesinde aldı Kumru. Kendi aracıyla işler biraz olsun çekilir hâl alırken bir müddet bu duruma katlanmak zorundaydı. Nihayet kendini gelen otobüsün boş bulduğu koltuğuna bıraktı. Kafasının içinde susmayan seslerin deryasına daldı. Öyle emindi ki bugünkü davanın sonuca bağlanacağından, müvekkilinin bütün mağduriyetini gözler önüne sermişti. Sema Hanımın eşinin sözlü ve yazılı bütün hakaretlerini, onca yıl nasıl sömürgesi altında ezildiğini, sayısız ihanetlerini hepsini belgeler ile sunmuştu dosyasında. Gözle görülmeyen yaraların derinlerde açtığı yaralar bir çırpıda geçip gitmiyordu. Ruhunda bıraktığı hasarın izahatına inandırmak bu kadar zor olmamalıydı. Kumru müvekkili Sema Hanımla dava için bir görüşmesinde olup bitenleri anlatmaya başladığında ne kadar içerlemişse gözlerinin ağlamaktan feri sönmüş vaziyetteydi. Eşiyle geçip giden yılları hıçkırıklarla anlatmıştı Kumru ‘ya psikoloğa anlatır gibi, hayatında hiç dinlenmemiş sicim gibi akan gözyaşlarıyla. Bir kadının hayatını paylaştığı adam kendi coşkusunu seyrettiği bir yalnızlığa iter miydi hayat arkadaşını? Hayatımda hiçbir şeyi terk etmedim ben insanları bırakıp gitmedim, kendi ellerimle verdim gitmek isteyenlerin ördüğü evlerin tuğlasını , ben tek bir tuğla koymadım üstüne dedi müvekkili Sema Hanım. Ve devam etti anlatmaya. Küçükken hep ev resimleri çizerdim camlarının perdeleri rengarenk ve kırmızı bacasından dumanlar tüten. O evlerin içinde pişen yemeklerin buğusuna elimle çizerdim kalbimi, tencereden yayılan sıcacık çorbanın kokusu sarardı bütün evi ve mis gibi sabun kokan yeni değişmiş çarşaflar serilirdi hayalimdeki evimin odalarına. Kendi çocukluğumda yaşayamadığım o aile özlemini yaşayacaktım kırmızı bacalı evimde. Ama Hikmet ‘le yaşadığım evin ne bacası kırmızıydı ne duvarları aşkla örülüydü. Ben yıllarca ellerimle kazıdım ördüğü duvarların boyasını her yer gurur kokuyorken. Önceleri kavga eder giderdi aynı evde olunca iki güne barışıyor ,dayanamıyor, affediyor insan. Ne yapsa affeder sanmaya başlıyor. Bırakıp gidemez evini barkını, yuvasını alışıyor, alışkanlığı haline gelince anlıyorsun çarkın aynı yöne şekilsiz kıpırtısız döndüğünü… Kapının eşiğinde asılı kalıyorsun yıllarca ne bir adım ileri ne bir adım geri. Oysa ne kadar seviyordum ben evimi. Hikmet’imi daha önce sevdim yoksa evimi mi bilmiyorum. Aşk meleklerin işi değil ya o da beni sever sandım. Her şeye rağmen hayat devam eder diyorlar ya koca bir yalan. Hayat bir yerden sonra duruyor. Küçükken hayalini çizdiğin evin perdelerinden başlıyor gülüşlerinin de solması. Yüzüne çabuk yerleşiyor sigara dumanından sararan perdelerin varlığına alışması. Kırmızı rujun yerine dudağıma aldığım belli belirsiz yumruların bıraktığı renklerle boyanmaya başladığında anladım peri masallarında ki kötü devlerin gerçek hayatta da var olduğuna. Doğru bildiklerimle yanıldım hep şu hayatta dantelsiz eve ev demeyen ben, evlendikten sonra ilmek ilmek ağ bağladı yüreğimin odaları. Dedim ya hayatımda ki hiçbir şeyi terk etmedim ben, insanları bırakıp gittiğim oldu, ama kendi elimle çizdiğim hiçbir evin bacasını kendi elimle silmezdim. Hikmet’le yaşadığım ev ev değildi .
O küçükken kurduğum evcilik oyunumun baş kahramanı değildi, devler ülkesinin dev ejderhasıydı. Gözlerinden ateşler savuran. Bensiz kalsın aklı başına gelsin demiyorum. Bensiz kerbela çöllerinde yaşasın, devler ülkesinde kendi krallığını ilan etsin, ama hiçbir kadının hayatına gölge etmesin. İnsan bu kadar iç sesle kendi başına mücadele edemez ki. Her mutluluğun bir son kullanma tarihi varsa benim ki defolu çıktı. Kullanamadan geri iadesi istendi. Bana sorsalar hayatta hiç mutlu oldun mu? Mutlu olduğum tek yer çocukluğumdu derim , bir burukluk varsa içinizde öyle de büyüyor insan alışıyor, alışkanlığı haline geliyor böylesi buruk bir yaşam!
Kumru otobüsün durmasıyla dalıp gittiği yerden kendine geldi varacağı yere gelmiş sokağında inmişti. Kendini evine, kolundaki çantayı koltuğa saldı. Günün kabusunu üzerinden atmak ister gibi kalktı uzandığı kanepeden. Aynadaki kendine baktı, kendine ilk defa bu kadar yabancıydı. Bir kadının imdat çığlığıydı bakışları, müvekkilinin sözleri çınlıyordu aklının koridorlarında, önünde son kozunu oynayacağı maçı kaybolan gülüşlerini geri vereceği bir kadın vardı. Silkelendi Kumru pes etmeyecekti Sema’ya ve onun gibi yaşamayan nicelerine yeniden bir hayat borcu vardı. Babası Kumru’ya böyle öğretmişti. “Düşebileceğin en derin yerdeysen eğer, senin için tek yol kalmıştır, o da çıkış.” Musluktan su doldurduğu tencereyi ocağın üzerine koyarken kendine bu soruyu sordu, “Düştüğümüz yerde kalacak mıyız yoksa parçalarımızı toplayıp yeni bir ben olmak için emek verecek miyiz? Ya da emek vermek istiyor muyuz?”