Bir Babalar Günü Öyküsü:
Oğlum hastahaneden çıkar çıkmaz eve bile gitmeden babasını ziyarete gelmişti.
Onunla ilk buluşup, görüşmemiz tahminlerin ötesinde duygu yüklüydü….
Yazma, yaşadıklarımı kaleme dökme işi, beni iyice sarmaya başladı.
Dün tatil olmasina rağmen bu nedenle karım ve oğlumla ilgilenemedim. Başladığım anı-öyküyü bitirebilmek için bütün gün uğraştım. Gün yetmeyince gece de sabaha kadar devam ettim.
Aslında önemli bir adam değilim. Benim başımdan geçenlerin ahalinin ekseriyatını ilgilendireceğini de hiç sanmıyorum. Buna rağmen sanki birilerine söz vermişim, yazmazsam suçlanacakmışım gibisinden bir sorumluluk duygusuyla yazma isteği peydahlandı son günlerde.
Eşimin çalıştığı okul bugün de tatil. Ama başka bir okulda gün boyu nöbeti olduğundan sabah çok erken, ben daha yatmadan kalktı. Ben de oğlumu yuvaya götürmeden önce hiç olmazsa iki saat uyuyayım diyerek yatağa girdim ama ya uyanamazsam tedirginliği ile hemen uykuya dalamadim.
Aslında tedirgin olmam da boşuna. Çünkü çalar saat aksayabilirdi ama o şu ana kadar hiç aksatmadı sabahları saat çalmadan uyanıp bizi de uyandırmayı. Bu sabah da öyle oldu. Uyanmaya zorlandığımı anlamış olacak ki “babacığım üşüyorum, beni ısıt” diyerek iyice sokularak numarasını çekti yine. Bir taraftan da eller, ayaklar hiç durmadan oynuyor; mümkünse uyu. Mecburen kalktım, elbiselerini giydirdim.
Bu lanet ülkenin Haziran ayı da kıştan farksız. Geçen hafta biraz sıcak olmuştu. Dün ve bugün sanki onun acısını çıkartmak istercesine soğuk.O yüzden sıkıca giydirdim. Herif habire konuşuyor; yok efendim o hırsız mıymış onu böyle elbiselerle sarıp sarmalıyormuşum. Okula ancak bisikletle gidebilirmiş; o nedenle kısa pantolon giymesi şartmis vb.vb. Biraz sertlenerek istediklerimi giydirebildim. Ama o da bisikletine binme tavizini kopardı. Başka zaman olsa zevkle yürüyorum 15 dakikalik yolu ama bugün hem soğuk, hem de uykusuzum. İşime hiç gelmediği halde kabullendim.
N`aparsınız yaşam uzlaşmalar üzerine kurulu. En çok ta iyi bir aile babası bu sanatı icra etmek zorunda.
İsterseniz size dünyanın en iyi babalarından biri olmaya hangi koşullarda karar verdiğimi anlatayım:
Daha birçok şey gibi o feci kazadan da kıl payı postu deldirmeden ama kaportayı da iyice dağıtarak kurtulmuştum. Onbeş gün boyunca Çek Cumhuriyeti’nde komada kalmış, daha sonra da Viyana’ya getirilmiştim. Viyana’da hastahane odasında boynum kaskla sabitlenmiş, bir ayağım da makaralarla havaya kaldırılmış bir halde yatıyordum. Kıpırdayamadığımdan kendi başıma yemek yemem de mümkün değildi. Duygularını hiç belli etmemeye özen gösteren karım; sekiz aylık hamile karnı yatağıma istediği şekilde yanaşmasını engellediği halde, yemeğin üzerime dökülmemesi için elinden gelen özeni gösteriyordu. O bu gayretler içindeyken ben de birgün elim ayağım biraz toplanır, sağlıklı da bir çocuğum olursa dünyanın en iyi babalarından biri olacağım diye söz vermiştim içimden.
Onu da zorlu bir doğum bekliyordu. Çocukla birlikte iki tane miyomun da büyüdüğü haberini almış, çocuğumuzu kaybedebileceğimiz düşüncesine insan kendini ne kadar hazırlayabilirse o kadar hazırlanmaya calışmıştık. Bu arada bir de erken doğum tehlikesiyle hastahaneye yatırılmış, oğlumuz son anda fikrini değiştirip biraz daha beklemeye karar verdiğinde de sürekli kontrol altında tutulmaya başlanmıştı. Daha sonra da benim Çek Cumhuriyeti’nde kaza geçirerek komaya girdiğim haberini almış, komada olduğum onbeş gün boyunca dini inancı olmadığı halde kiliselere giderek mumlar yakmıştı.
“Şimdilik gönül işlerine vermiyoruz metelik” aymazlığı ile beni seven kadınlara hak ettikleri özeni hiçbir zaman göstermemiş ben; Çek doktorların komanın ilk haftasından sonra “kurtulma ihtimali hemen hemen yok gibi, en iyi ihtimalle kurtulsa bile boyun altı felç kalır” dedikleri anlarda, yaşama geri dönmek için yoğun bir çaba içindeydim. Ona belki hak ettiği özeni göstermemiştim ama nedeni ölüm bile olsa yaban ellerde karnı burnunda terkedip gitme şerefsizliğini de göstermeye hiç niyetim yoktu.
Kimbilir belki de sırf bu nedenle hayatta kalabilmeyi becerdim. Sonrasında da defalarca hastaneye yatmama, sayısız ameliyatlar geçirmeme rağmen hızla iyileştim.
Bu arada o da çok zor bir doğum geçirmişti. Miyomlar nedeniyle normal doğum
yapamadığından zorunlu olarak yapılan sezaryanda miyomlardan biri patlamış, hem kendisi hem de bebek ölüm tehlikesi atlatmıştı. Önce oğlumuzun ciğerlerine dolan kanlar doktorların panik halinde müdahalesiyle çekilip oğlumuz yaşatılmış, sonra da sezaryan için kısmi narkoz verildiğinden olan bitenin tamamem bilincinde olan eşim uyutularak, miyomlar temizlenmişti. (Doğum sırasında miyomların da alınıp alınamayacağını sorduğumuzda, aynı doktorlar çok tehlikeli olur, o ameliyatı en az on ay sonra yapacağız diyorlardı.)
Kazadan hemen sonra yanıma gelmiş olan ablam; ben komadan çıkıp Çek Cumhuriyeti’nden Viyana`ya getirilip, eşim de Viyana`da başka bir hastahaneye yatırıldığında, önceleri yolları şaşırmasına rağmen, bir süre sonra hastahaneler arası en hızlı postacı ve hasta bakıcı olarak çalışmaya başlamıştı. Hemşirelerin yemek yedirirken her zaman özenli davranamayıp çeneme yemek dökmelerine sinir olduğumu bildiği ve ben komada uyurken günlerce başımda bekleyip “isterse tamamen felç olsun; yeterki yaşasın, ben onun her türlü hizmetini yaparım” sözleri verdiğinden, önce bana gelir sabah kahvaltımı yaptırırdı. Benim yanımdan ayrıldığında doğruca karımı ziyarete gider, öğle yemeği yedirmek icin tekrar benim yanıma dönerdi.
O gün de merak, heyecan ve sabırsızlıkla beklediğim haberi getirmiş “ikisi de sağlıklı ama doğum beklendigi gibi zor oldu. En az 3 hafta hastahanede kalmak zorundalar” demişti.
Çok istediğim halde doğum anında bulunamamıştım. Ama arkadaşlar sağolsunlar, doğum sonrasında karımı ve oğlumu buldukları bir kameraya alıp bana da izletmişlerdi. Ablam oğlumla ancak üç hafta sonra tanışacagımı söylese de, ben içimdem, doktorlar onları 10 gün tutmayı başarsınlar, ben de gidip ellerini sıkarım diyordum. Tahmin ettigim gibi 8. gün yanımdaydılar. Oğlum hastahaneden çıkar çıkmaz eve bile gitmeden babasını ziyarete gelmişti.
Onunla ilk buluşup, görüşmemiz tahminlerin ötesinde duygu yüklüydü. O katı Avusturyalı hemşirelerin bile ağladığını farkettim. Ben kıpırdayamadığımdan onu göğsüme yatırdılar. Daha sonra taburcu olduğumda da kolay kolay yerimden kalkıp yanına gidemediğimden, onu göğsümde uyutmaya alıştırdım. Bu alışkanlığı(mız) yıllarca sürdü.
Şimdi aradan yıllar geçti; o küçük çocuk yakışıklı, yetenekli bir genç adam oldu.
Peki ben dünyanın en iyi babalarından biri olabildim mi?
Bu soruda babayı çıkartıp yerine eş koysaydım pozitif bir yanıt vermeye zorlanırdım ama sanırım evet, galiba ben bu işi becerdim. En azından oğlum bana çok düşkün diyebilirim.
Nereden mi biliyorum?
Geçenlerde babası memlekette kaza geçirmiş bir dostumuzu havaalanından yolcu ettiğimizde “baba sen kendine çok dikkat et” derken sesinin ağlamaklı olmasından, gözlerinden yanaklarına birkaç damla yaş süzülmesinden…
semihsavasal@yahoo.de
Londra, 17.06.2021