Gülseren pencerenin kenarından uzanıp, sokağın ucunda olanca heybetiyle duran kamyonete baktı. Evlerinin ekmek teknesi, kocası Orhan’ın veli nimeti, ilk göz ağrısı sere serpe uzanıyordu kaldırımın kenarında kan kırmızısı boyasıyla. Orhan daha dün attırmıştı sanayide cilasını. Kocasının ağzını yaya yaya deyişiyle kız gibi olmuş gıcır gıcır parlıyordu boylu boyunca. Orhan uzun uzun seyrine daldı kamyonetini, keyfi yerine gelmişti. Akşama iş haberi de gelmişti. Ankara ‘ya mal sarmaya gidecekti. Yine birkaç gün eve gelmeyeceğinin habercisiydi bu iş. Keyfi yerindeydi Orhan‘ın anlardı Gülseren, kocasını bilirdi. Kızgınlığını da neşesini de keyfinin yerinde olduğu zamanları da. Beyiydi eriydi, kızacakta sevecekte, hem anası da el kapısına gelin ederken erindir severde döver de dememiş miydi? Geçen gün patlayan lastiğin hıncını eve gelip yana yakıla Gülseren ‘den çıkarmış, sudan bahaneler bulup akşamını zehir etmemiş miydi! Daha dış kapıdan başlayıp saya söve içeri girmemiş miydi! Gülseren’in bin bir emekle hazırladığı sofrasını zehir etmemiş miydi! Sahi masada var mıydı Gülseren, etiyle kemiğiyle masada mıydı? Milyarlarca toz tanesinin evrende yer tuttuğu gibi Gülseren’in yeri var mıydı kocasının gözünde. Kocası görüyor muydu? Gülseren ‘i görmek için mi bakıyordu? Gülseren’in senelerce kaçtığı, yüzleşemediği mağlubiyeti yumru olup büyüdü, düğüm olup boğazına dolandı, pranga olup ayağından bağladı Gülseren ‘i.
Hissedilen her acıya cümle kurulamıyor. Gülseren de acısına katık etti yıllarını. Değer bekledi, sevgi dilendi, sevilmek istedi, görülmek istedi. Kapının önünde öylece duran kamyonet kadar insan yerine geçemedi, yine de çekip gidemedi. Hem gitse nereye gidecekti ki. Kocasının giremediği gözünün önünde hayatın tam ortasında öylece asılı kaldı Gülseren. Hiç yabancı değildi bu üzeri yosunlu duygulara, içine atılıp bir başına bırakılmış kuyulara. Yarası kuyusu kadardı oysa, o kadar derin bir o kadar yerindeydi taş misali. Vebalı bir tendi Gülseren yıllarca el süren olmadı. Oysa bakınca görünen dokununca hissedilen sarıp sarmalayınca iyileşen sevgisizlikti tek yarası. Ne baba ne koca kapısında kimsenin eli gitmedi Gülseren ‘in yarasına dokunmaya. Kocasının eli gider gibi zannetti, onun da tek istediği bedeniydi. Kalbiyle ruhuna set çekmişti. O da açmadı kalbini ne kocasına ne dünyaya. İçine içine kanadı da kimseye değmeden yaşadı yıllarca. Kadın dünyaları sığdırır kalbine de bir kendini sığdıramaz ait olmadığı yerlere…
Gülseren güneşi üzerine doğmaya yakın uykuya dalmış, çalan alarmı kapayıp ayaklarını sürüye sürüye yüzünde kuruyan göz yaşlarını yıkamak için banyoya girdi. Huzursuzdu, aynadaki dalgın kadına baktı, yorgun görünüyordu. Canı genzine kaçmış gibiydi. Nemli ellerini yüzünde gezdirdi. Göz kenarından taşan çizgiler en belirgin haliyle Gülseren ‘e göz kırpıyordu. Yıllar su misali akıp giderken usulca hayatın yamacında yeni tanıştığı bu çizgiler takvim yaprakları gibi pek adil davranmıyor, daha bir önceki çizgilerin varlığını yadırgıyorken bu keskin çizgiler de neyin nesiydi… Oysa en çok kendiyle baş başa kaldığı aynalar da insanlar gibi insafsız davranıyor zamana ayak uyduruyordu. Düşünceli bakışlarını, dağınık saçlarını alelacele toplayıp çıktı banyodan. İçini ısıtacak bir şeyler arar gibi bakındı dolabın raflarına, eline geçen porselen çaydanlığa baktı. Haftada iki kez evine temizliğe gittiği Aysel ablası vermişti. “Ben kullanmıyorum nasıl olsa senin olsun kullan işini görsün kızım” dediydi. Gocunmazdı Gülseren zenginin eskisi fakirin yenisiydi.
Gün görmüş geçirmiş kadındı Aysel ablası, severdi Gülseren ‘i giymediği kullanmadığı neyi varsa verirdi. Evinin bir odası sadece kitaplarla doluydu Gülseren ‘e kitaplarından da verirdi. Okumak başka dünyaya açılan kapıyı aralamaya benzer derdi. Gülseren de kendi dünyası bildi bileli karanlık bari başka dünyaların ışığında yolumu bulayım der, alırdı. Dün yine Aysel ablası dolabın rafından bir kitap alıp eline tutuşturdu Gülseren‘in eline. Geceden beri sayfalar arasına dalıp kayboldu. Satır satır çizdiği kitabın her cümlesi yıllarca bir araya gelmeyen yap bozun parçalarını bir araya getiriyordu. Zamanın bir yerinde dahil olduğu hayatına dönüp baktığında sonsuz geceleri, küskün yıldızlar gibi parlayan gözleri içinde kaybolduğu ısrarla görmezden gelindiği çocukluğuna dokundu kitabın sayfalarında. “Kendini yazdıklarımda arama, sen yazıp sildiğim yerdesin.” Gülümsedi utandı, bir an durup bakındı, kitapla konuşur gibi konuştu. Tebessümlerin de yükü ağır olsa gerek, kolay değil onca acıyı saklamak bir gamzenin çukurunda yıllarca yok saymak. Yok sayılmak, görmezden gelinmek ‘Hiçbir yere ait olmamak’ diye geçirdi içinden, durup düşündü Gülseren. Gözlerinin önüne getirdi çocukluğunu. Evet bendim düştüğümde avuçları kanayan, sol yanıma tarifsiz acıyla kıvranan.
Yıllarca cevabını kendinde bulmadığı soruların kıskacına takılmış can çekişiyor, babasının onu ömründe bir defa sevip sormadığını, neden saçlarını okşamadığının cevabını bilemiyordu. Kendince bulduğu cevaplar içinin ateşini söndürmeye yetmiyordu. Daha hastane kapısında kız olduğunu öğrendiği gün terk etmişti babası Gülseren‘i. Varlığı ile evde olup yokluğu ile cezalandırır gibi dünyaya gelen son çocuğunun da kız olmasının bedelini ona ödetiyor olamazdı. Bu adaletsiz seçim Gülseren‘e fazlaydı, hem o böyle bir şeyi seçmeye muktedir bile değildi. Kız doğması ne Gülseren‘in ne de altıncı kızını doğuran annesinin suçu sayılamazdı. Ömrü boyunca kız doğmanın bedelini öder gibi yaşadı Gülseren, yoldan sokaktan önünden arkasından laf getirmeden. Doğduğu günden beri babasının gözüne giremeyen Gülseren, babasının gözüne batmadan yaşadı evlenene kadar baba kapısında. Diğer ablaları gibi kapıya gelen taliplerinin ardı sıra onun da sırası gelince kuş olup uçtu kafesinden. Babasına kefaretini el kapısına giderek, yerine bir öküz parası verilerek ödedi Gülseren, ederini beline bağladıkları kırmızı kurdeleyle taçlandırıp allı pullu gelin etmişlerdi. El kapısına daha kanatlanamadan, bir kez olsun babasına sarılamadan, elinden tutup okul yolunu tutmadan, köy yolundan çarşı yoluna ayak basmadan, sevildiğini anlamadan. Şimdi durup düşünüyor Gülseren soruyor kendine vakti gelmeden gider mi insan? Gidiyor işte el emeği çeyiz sandığına sığdırdığı hayallerini, dantellerini, aynı yastıkta bir ömür kocayacağı kılıfını koyup, geriye gençlik hayallerini, sevdiği türküleri her kış üzerine geçirdiği soluk hırkasını, evdeki yerini öylece bırakıp çekip gidiyor; gidiyorum bile diyemeden yıllarca eliyle dilendiği sevgiyi, şefkati ayağıyla girdiği koca kapısından bulacağını umarak. Yaşadıklarından yara almamak kimsenin harcı değil. Kadın yaralarını bile sevecek ve kimselere göstermeyecek kadar mağrurdur. Kadın harita gibidir bakmasını bilene, seni alır götürür en saklı hazinesine. Sevmesini bilmiyorsan gönülde varacağın yer sadece virane.
Gülseren ilmek ilmek işledi kaderini, doğduğunda eline verilmişti kaderinin iğnesi. Büyüdükçe şekillendi kaderi, iğnesi biraz da paslı mıydı ne? Elleri yetişmedi gücü yetmedi kader motifini değiştirmeye, bir kaderine bir etine, etinden bedenine, bedeninden ömrüne, acıta acıta değdi içine, içinden bata çıka ruhuna geçti kaderinin izleri… Zaman bir bir öğretti Gülseren ‘e kendine kalmayı, geçen yıllara inat başkalarının veremediği değeri önce kendinin vermesinin gerektiğini. Hakkını vererek yaşamıyorsan ne farkın var canlı cansız bir nesneden börtü böcekten. Gülseren kış uykusundan uyanır gibi, kelebeğin kozasından çıktığı gibi hissetti kitabın sonuna geldiğinde. Kelebek kadar hafifti. Geçmiş silik sönük hatırında bir bir canlandı, dokunamadığı yaralarına el sürdü. Mutlu olmanın aslında her şeye sahip olmaktan değil, sadece hayata ait olmaktan geçtiğini hiçbir pahanın bir gülüş etmediğini kendini sevip kendiyle yaşama tutunmayı, kendine değer katmayı her gün önünden geçtiği kütüphanenin içine girmeyi, kalabalık sokaklardan sıyrılıp tenhada şarkı söyleyerek yürümeyi, denizin kokusunu içine çekip sahil yolundan evine kollarında çiçeklerle dönmeyi, eve girince ilk işi kendine gökyüzünden kahve ısmarlamayı, biriktirdiği parasıyla hani o çok beğendiği pembe elbiseyi alıp giymeyi, gitar kursuna yazılıp kendiyle barışmayı öğrendi Gülseren. Daha öğrenecek çok şeyi vardı. Biliyordu yol uzun hayat ısmarlama yarınlarla doluydu. Kendine bolca zaman ısmarladı. Ya ağacın gölgesi gibi dimdik ayakta her mevsim dökülse de yaprakları baharda açmayı bilecekti ya da unutulacak, adın sanın varlığını görmeyenler yokluğunu fark etmeyeceklerdi. Seçim Gülseren’indi. O da yaşamayı seçecekti.