Bunlar nasıl günler böyle?
Elli iki yaşında…
Aynanın karşısında dikilmiş derin bir manasızlık azameti içerisinde göz kenarlarında belirginleşmeye başlayan kaz ayaklarını inceliyor. Eli, iki kaşının arasındaki derin çizgiye kayıyor sonra. “Ah!” çekiyor içinden. Gençlik de gitti. Ne ara? Gözünü açıp kapadığı, sonra yeniden açtığı bir ara işte…
Ne yazık ki Türkiye; aklı başında, düşünen, sorgulayan ve kendisi gibi sağduyulu insanlar için hiçbir zaman yüksek saadetlerin ülkesi olmamıştı. Ancak bu kadar keder ve kuşku içerisinde kaldığı bir dönem de hatırlamıyordu.
Hâlbuki bu hep böyle olmuştur. Kuşak çatışmalarının yıkıcılığını en derinden yaşayanlar; alıştıkları değerlerin ve anlamların gün geçtikçe yitirildiğini gözlemleyen eskimiş ruhlardır. Yaşamın gün geçtikçe hızlanan akışının aksine, dingin bir inzivaya ihtiyaç duyan bu ruhlar yenileşen düzene nasıl ayak uydursunlar?
“At bu karanlığı üzerinden Mualla at! Daha yaşanacak yarınlar var.”
Var mı hakikaten? İçini kemiren bin bir türlü dert. Depresyona doğru seyreden ağır bir umutsuzluk musibeti. Okumuş, Okumuş da bir halt olamamış. Yüksek hayallere adadığı ihtişamlı ruhunu alt tabaka insanlardan biri olarak, İstanbul’un en ücra sokaklarında avutuyor. “Yooo!” diyor. “Ah!” yine derinden bir ah çekiyor ve avutmak kelimesi hatalı diye düşünüyor. Daha az kedere meyil veriyor diye, harcamış demek yerine avutuyora eviriyor düşüncelerini; ama kaçamıyor gerçeklerden. “Ah!” bu derin pişmanlık. Uzaklaşsın da gitsin hele. Yoksa gün akşama varmaz. Akşamlar sabah olmaz.
Lavabodan çıkıyor. Koridora mis gibi bir yasemin kokusu yayılmış. Kızı Funda’nın şu pek pahalı parfümü…Gençlik ve güzellik kokan parfümü… Genç kız mutfakta kahvaltı masasına yumulmuş iştahla omletini dilimliyor. Mualla yanaşıp çayları dolduruyor. Şu kızcağızı da olmasa…
Ne olurdu olmasa? Mesela yaşam yükünü onun da omuzlarına yüklememiş olurdu. Kendisine sordular mı dünyaya getirirken? O da Funda’ya sormadı. Şimdi sorsa vakti miydi?
“Dünyaya gelmiş olmaktan memnun musun?” dedi, Mualla.
Funda henüz yeterince toy ve taze olan ruhunun pek bilmişliğiyle cevap verdi. “Evet. Ne o yoksa sen beni dünyaya getirdiğine pişman mısın?”
“Yok! Aksine senin sayende hayata tutunuyorum. Sen de olmasaydın…”
Funda annesinin içi geçmişliğine anlam veremeyerek dudak büzdü. “Bu kadar olumsuz olmak zorunda mısın? Bak yaşıtların spor yapıyorlar, kitap okuyorlar, altın günlerine katılıyorlar, tiyatroya gidiyorlar. Hayattan keyif almaya bakıyorlar. Sen de yapabilirsin.”
“Şu her anlarını sosyal medyada paylaşan yaşıtlarım…”diye düşünüyor Mualla. Onlara da bir türlü ayak uyduramamış, devrin gerisinde kalmış, çepeçevre yalnızlaşmıştı. Adı gibi emindi onların da özlerinde mutlu olmadıklarından. Rol kesmez ise anlayamayacak kızı kendisini biliyor. O diri hayalleri ve hevesleri ile meşgul. Henüz tatmadığı duyguların, aslında hayal ettiği kadar kusursuz olamayacağı gerçeği ile yüzleşmemiş. Ruhu hayal ve kalp kırıklıklarının altında ezilmemiş. Erkenden uyandırmanın alemi de yok. Kızı da olsa kıskanıyor onun bu halini. Onun kadar umut dolu olduğu günlere dönmek artık ne mümkün?
“Eh!” diyor elini kızının elinin üstüne koyarak. “Denerim. Bugün yürüyüşe çıkarım.”
Funda okula gittikten sonra Mualla yine rutin ev işlerini yapıyor… Çıkıp kızına söz verdiği gibi biraz dışarıda yürüyor. Mevsimlerden bahar. Bahar bile içini açmaya yetemez mi insanın? Yetmiyor! Geçmişini düşünürken buluyor kendisini. Yaşamak isteyip de yaşayamadığı ne kadar çok şey var. Peki gençken kurduğu hayallerin kaç tanesi gerçek oldu? Gerçek olanların kaç tanesi hayal ettiklerine değdi?
Kocasıyla üniversite yıllarında okuduğu Eğitim Fakültesi’nde tanışmıştı. İkisi de Edebiyat Öğretmenliği okuyorlardı. Annesi okulunun bitmesinden hemen sonra rahim kanserine yakalanmış, geç teşhis nedeniyle bir yıl içinde vefat etmişti. Babası da kendisini alkole veren, huysuz, sinirli, bambaşka bir adama dönüşüvermişti.
Bu nedenlerle evlilikleri hiç de hayal ettiği gibi gerçekleşmemişti. Düğününde ne annesi yanında olabilmiş ne de babası ayık kalabilmişti. Mualla bir tek sevdiği adama tutunmuştu. Sevdiği adam yönünden şanslıydı. Mualla’nın bu süreçte yaşadığı pek çok buhranı sabırla karşılamış bu sayede her şeye rağmen evlenmeyi başarmışlardı. Ama kaynanasının hakkında “Alkolik babanın kızı alınır mı hiç?” dediğini sağdan soldan duymuştu. Kayınbabası daha anlayışlı, iyi niyetli, etliye sütlüye karışmayan, sessiz sakin bir adamdı.
Mualla, kocası kendisini ezdirmese de hissettiklerinin ve kaderinin etkisi altında karamsardı. Bir tek Funda doğunca toparlanmıştı. Toparlanmasa da kendisini daha güçlü hissetmeye başlamış ve içindeki derin kederi maskelemeyi başarmıştı. Fakat kocasını da kızının üniversite sınavına hazırlandığı sene akciğer kanserinden kaybedince ruhunun eski daraltısı geri dönmüştü. Mualla da babasıyla aynı kaderi paylaşmıştı. Ama Mualla’nın alkolik olmak ve kızına sırt dönmek gibi bir lüksü yoktu. Aksine, Funda üniversite sınavını kazansın, babasının kaybını en az ruhsal sıkıntıyla atlatabilsin diye inanılmaz bir dik duruş sergilemek zorunda kalmıştı.
Ama peşi sıra baş gösteren pandemi, deprem ve ülkenin geldiği noktadan ötürü boğuştuğu geçim sıkıntısı, Mualla’yı son bir yıl içerisinde eskisinden çok daha büyük bir karamsarlığın pençelerine yuvarlamıştı. Funda Türkçe Öğretmenliği kazanmıştı ve şimdi son sınıftaydı. Mezun olmasına az zaman vardı, ama sonra da atanma kaygıları başlayacaktı. Ve Mualla kim bilir kaç sefer daha bütün sıkıntısını içine atmak zorunda kalacaktı.
Yine derinden bir “Ah!” çekti. Ne vakit bir hata edip de eşe, dosta, tanıdığa iç dökmeye kalksa teselli edilmeyi bırak, karşı tarafı teselli etmek zorunda kalırdı. Artık dert anlatanın derdinin dinlendiği devirler geride kalmıştı. Derdinden dem vuranı derdiyle döver olmuştu insanlar. Bu durumda kendi kendisini teselli etmekten başka çare var mıydı?
“Ah!” çeke çeke yaşamaktan başka çare var mıydı? Derin bir nefes alıp döndü evine çıkan sapağı.
Sabaha kadar dolansa dursa ne çıkacak?
Çiçekler içinde açmadıktan sonra insanın…
Tüm mevsimler bahar olsa ne çıkacak?