Baran Giritlioğlu
“Terkiye gıda, enerji ve finans güvenliğini ve egemenliğini kaybetti”
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu bir kelimeyle ifade eder misiniz desem o kelime ne olurdu?
Çöküş olurdu herhalde…
Kriz değil çöküş diyorsunuz. Çöküş neyi ifade ediyor?
Çöküş, geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Eğer bir sosyal sistem, bir üretim tarzı verili yasal ve kurumsal çerçeve dahilinde toplum çoğunluğunun ‘teme ihtiyaçlarını (işte gıda, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, güvenlik…) asgari düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse, orada krizden değil, çöküşten söz etmek gerekir… Kriz, genel denge durumundan bir sapma demeye gelse de geri dönüşü de imâ eder… İşte, kriz geçirmiş denir…
AKP iktidarı ülkeyi çöküş tablosundan çıkarabilir mi?
AKP’nin öyle kaygıları yok. Bütçeyi, hazineyi, müşterekleri ve doğayı yağmalama, talan etme dışında bir öncelikleri yok… Gerisi hamasetten ibaret… Geride kalan 21 yılda ‘büyüme, kalkınma’ adına yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar… Doğa yağması ve talanı insan havsalasını zorlayacak boyutlarda … AKP yangına körükle gidiyor. Çöküşü derinleştiriyor… Çöküşün failinden çıkış beklemek abestir…
Türkiye ekonomisinin geçen yıl %5,6 oranında büyüdüğü, kişi başına düşen gelirin de 10 bin 655 dolar olduğu söylendi…
Aslında istatistikler, rakamlar ve oranlar, ekseri balkondaki seyirciyi aldatmak/oyalamak için araçlaştırılıyor… O halde iki şey: Birincisi, neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü de önemlidir… Yüksek oranlı bir büyümeye rağmen geniş toplum kesimleri yoksullaşabilir, büyüme doğa tahribatı, doğa yağması pahasına gerçekleşmiş olabilir… Ekolojik yıkımı derinleştiren bir büyüme olabilir… Ve ikincisi, kişi başına düştüğü söylenen o 10 bin 655 doların hiçbir kıymeti harbiyesi yok… Ben ona kişi başına düşmeyen ‘milli gelir” diyorum… Söz konusu olan bir aritmetik ortalamadır… Bu hesaba göre 4 kişilik bir aileye yılda 42 bin 620 düşüyor demektir. Bu günkü dolar kuruna göre 4 kişilik aileye 1 milyon 108 bin 120 TL. düşmesi gerekir… Türkiye’de asgari ücret kaç lira? Ortalama emekli aylığı kaç lira…
Enflasyonu tek haneli rakamlara indireceğiz diyorlar…
Söylenene değil, yapılana bakmak gerekir… Aslında enflasyondan besleniyorlar… Attıkları her adımdan sonra işler daha da sarpa sarıyor…
Hiçbir sorun çözme yetenekleri yok mu?
Yetenekleri de niyetleri de yok. MHP destekli AKP Politik İslamcı bir parti… Şimdilerde artık ‘parti’ niteliğini de kaybetmiş görünüyor. Koca ülkeyi ‘tek adam’ yönettiğine göre… Devlet, parti ve hükümet bütünleşmiş durumda… Dolayısıyla ne kadarı devlet ne kadarı parti ne kadarı hükümet belli değil… Basbayağı bir rejim değişikliği söz konusu… Kaldı ki, politik (siyasal) İslamcıların bir toplum projesi yoktur… Yönetme özürlüdürler… Toplum çoğunluğunun sorunlarıyla ilgileri söylem düzeyindedir… Mesela açlık, yoksulluk, sefalet, eğitimsizlik gibi sorunlarla ilgili değillerdir. Eğer biri açsa işsizse, çaresizse Tanrı öyle buyurduğu için diye düşünürler… Onlar insanları “öteki dünyaya” hazırlamakla meşguller… Mesela İmam Hatip Okulları dışındaki eğitim kurumlarını gereksiz sayıyorlar…
İyi de bu kafayla işler nereye varır?
Çöküş derinleşmeye, sorunlar büyümeye devam edecektir…
Türkiye’deki rejimin komprador bir rejim olduğunu söylüyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Komprador rejim esas itibariyle ‘dışardan belirlenen-şartlandırılan bir rejimdir. Dışarıya (emperyalizm) bağımlılık katsayısı yüksektir… Ülkede işler daha çok ‘dış belirleyiciliklere’ ve ‘şartlandırmalara’ göre yol alır… Tabii pek alamaz… Türkiye neden gıda, enerji ve finans güvenliğini ve egemenliğini kaybetti? Bu üçünü kaybeden bir ülke hangi sorunları çözebilir? Emperyalist merkezlerin dayattığı reçetelere uyum sağlamayı marifet sayan bir rejimin meymeneti olur mu? Eğer gıda, enerji ve finans alanındaki egemenliğinizi kaybederseniz, Eti Uruguay’dan, Buğdayı Ukrayna’dan enerjiyi Rusya’dan-İran’dan, finansı (parayı) da İngiltere’deki, City’den, ABD’deki Wall Street’ten ve petrol zengini Körfez ülkelerinden dilenmek zorunda kalırsınız… Türkiye gibi istisnai doğal zenginliğe ve potansiyele sahip bir ülkenin gıda ithal eder duruma gelmesi utanılacak bir durum değil mi? Türkiye’de işler “neoliberal reçetelere” göre yürüyor… Neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar da ancak yıkım üretebilir… Hesap ortada olduğuna göre…
O zaman sizin ‘müesses nizamın partileri’ dediğiniz siyasi partilerin milliyetçilik yarışının bir karşılığı yok mu?
Esasen milliyetçilik söylemi kitleleri aldatma aracı… Doğrusu, yurtseverlik ve enternasyonalizm olmalı… Zira, milliyetçilikle ırkçılık arasındaki sınır muğlaktır… Eğer “milliyetçilikten’ ülke yararı, ülke çıkarı kastediliyorsa, o iş emperyalizme teslim olmakla olmaz… Sabahtan akşama milli marş söylense neye yarar… Aslında müesses nizamın partileri varlığını toplumu kutuplaştırmaya borçludurlar… Böylece ‘asıl sorunlar’ görünmez hale geliyor… Bizde siyaset, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri yağmalatmak ve yağmalamak için yapılıyor…
Bunca işsizlik, yoksulluk ve sefalete rağmen insanlar neden hala iktidar partisine oy veriyor?
Aslında toplumun öteki yarısı oy veriyor. Geride kalan 21 yılda toplum ‘örgütsüzleştirildi’ ama zaten var olan örgütler de kifayetsizdi… Maalesef bizde ‘örgütlenme ve örgütlü mücadele’ zaafı var. İşçi sınıfının bu ölçüde örgütsüz olması sermayenin ve devletin işini kolaylaştırıyor… Bizde ‘yurttaş bilinci’ zayıf, insanlar kolay kandırılıyor, kolay aldatılabiliyor…
Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulamasının dünyada bir örneği var mı?
Aslında böylesi dahiyane bir şeyin başkalarının aklına gelebileceğini sanmam… Bu bir AKP harikası… Böyle bir dayatma karşısında insanların tepkisiz kalması, etkili bir karşılık bulmaması da bu toplumun ayıbı… Sadece saçma, akıl dışı değil, utanılacak bir durum aslında…
Özgür Üniversite’nin bahar dönemi açılış dersinizin başlığı “Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek’ ti. Artık uygarlığı değiştirme zamanı geldi mi?
Batı Medeniyeti de denilenle ve az çok aynı anda, XVI. Yüzyıl başında tarih sahnesine çıkan kapitalizm yolun sonuna geldi… Artık “Büyük İnsanlığa” teklif edeceği bir şey yok. Her seferinde, her ileri aşamada çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor, var olan sorunları da azdırıyor… Kapitalizm ‘sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistemdir… Varlığını büyümeye borçludur… Büyüme veya yok olma ikilemiyle malûldür… Artık eksisi gibi büyüyemiyor, sosyal mahiyetteki sorunları (açlık işsizlik, yoksulluk, sefalet…) derinleştiriyor… Büyürse de ekolojik yıkımı (doğa tahribatını) ve iklim krizini azdırıyor… Bir tür boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz durumu söz konusu… Araç patinaj yapıyor…
Paradigmanın İflası kitabınızın yayınlanmasından bu yana galiba 30 yıl geçti ama sistem hala ayakta?..
Bir sosyal sistemin ölümü, tarih sahnesini terk etmesi, bir canlının, bir insanın, bir kuşun ölümü gibi anlık bir şey değildir. Zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder… Roma İmparatorluğunun uzun çöküş sürecini hatırla… İşte dekadans (décadence) kavramı o uzun çöküş sürecini ifade etmek için türetilmiştir… Otuz yıl bir insan ömrü için yaşamın yarıya yakınıdır ama bir sosyal formasyon için devede kulak bile değildir…
Bu söyledikleriniz her gün bir sonraki günden daha kötü olacak anlamını çıkarmamız mı gerekiyor?..
Aynen öyle. Her yeni gün bir öncekini aratır halde… Her ileri aşamada insanlar ‘insanlıktan daha çok uzaklaşıyor… Etrafa şöyle bir göz atmak yeter… Her geçen gün etik değerler aşınıyor… Herkes herkesi rakip olarak görüyor… Benim çocukluğumda ‘benim’ kelimesi değil. “bizim” kelimesi esastı… Dayanışma, yardımlaşma kuraldı… Yemekler ‘Tanrı Misafiri’ beklentisi dikkate alınarak hazırlanırdı… Bölüşmek, paylaşmak esastı… Bugün aynı binadaki kapı komşuları selamlaşmıyor bile… Komşusu ölse haberi olmaz… Miras yüzünden kardeşler birbirini öldürüyor… Öyle soysuzlaşmış bir sistem ki, sahip olma arzusu insan olma kaygısının önüne geçmiş durumda… Etik değerlere ve kaygılara bu ölçüde yabancılaşmış bir toplum, bir sosyal sistem, bir uygarlık varlığını sürdürebilir mi?
Özet olarak kapitalizm dahilinde bir gelecek yok diyorsunuz?..
Eğer bir toplumsal sistem, bir uygarlık modeli potansiyelini tüketmişse, yenisini yaratmaktan başka çare yoktur… Üstelik hem “farklı bir şey yapmak ve hem de vakitlice yapmak “gerekiyor… Geç kalınırsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir… Zira yıkım hızlanmış durumda…
Önümüzdeki on yıllar size nasıl görünüyor?
Esasen iki olasılık var: Birincisi, bu rotada yola devam edilir ki, vahşet açlık, yoksulluk, sefalet, ekolojik yıkım, savaşlar, katliamlar, boğazlaşmalar, ekolojik felaketler derinleşerek yol almaya devam eder, ya da bu dünyanın tüm zenginliğini üreten “Büyük İnsanlık” örgütlü-bilinçli müdahaleyle bu yıkımın, bu kör gidişin karşısına dikilmeye cüret eder, aracın direksiyonunu insandan, doğadan yana çevirir… Bu ikisi arasında bir orta yol mümkün değil…
Siz umutlu musunuz?
Umut, her zaman mümkün olanla muhtemel olan arasında bir yerlerdedir… Zayıfladığı zamanlar olur ama hiçbir zaman yok olmaz… Ütopya da bugün olmayan ama ilerde olabilendir… Netice itibariyle insanın irade sahibi bir varlık olduğunu unutmamak gerekir… Ellerimiz hep armut toplayacak diye bir kural yok!
Nasıl bir dünyada yaşamak isterdiniz?
İnsanın insanla, toplumun doğayla, kadının erkekle uyumlu (barışık) olduğu bir dünyada…
Öyle bir yaşamı mümkün kılacak uygarlığın veya sosyal sistemin adı ne olurdu?
Her halde komünizm olurdu…
Hocam çok teşekkür ediyorum…
Bir teşekkür de benden…