-Türkiye’deki nefret söyleminden başlamak gerekirse, aslında bu söylem bugünün değil…. Katmerlenerek ve şekil değiştirerek bugüne gelindi. ‘Öteki’ne olan tahammülsüzlüğü bugün nasıl açıklarsınız?
Öteki bizden olmayan, bilmediğimiz, hatta korktuğumuzdur. Ötekileştirme ise karşındakilerin haklarını sınırlandırmak ya da yok etmek anlamına gelmektedir. Toplumsal yaşam içinde egemenlerin hegemonyası altında yaşayan toplum kendisine enjekte edilen düşünceler dışındaki düşüncelere karşı hoşgörüsüzdür. Böyle düşüncelere sahip kişi ve gruplar toplumsal alan dışına itilir ve ‘öteki’leştirilir. ‘Öteki’ kavramını sorgularken aslında hepimizin birbirimize karşı öteki olduğunu görürüz. Her toplum ve medeniyetin bir ‘öteki’ kavramı mutlaka vardır. “Öteki” olduğunu kabul etmek, meşru olmadığını kabul etmek demektir. Ancak birçok durumda ‘öteki’ nin varlığı bir süre sonra rahatsız edici olmaya başlar. Ve bu anlamda şu anlayış ortaya çıkar: “Başkasının yanında ben fazlayım, gereksizim; benim yanımda da başkası fazla”.
Özetle özne “öteki üzerinden kendisini tanımlar, özne için öteki vazgeçilmezdir, varoluşunu tanıyabilmesinin zorunlu koşuludur; “kendi kimliğimi tanımlamak için ‘öteki özne’ye ihtiyaç duyulur. Bu durumda kaçınılmaz olarak hoşgörüsüzlük kısırdöngüsü içine düşülür.
-Bu durumu milliyetçilik üzerinden açıklayabilir miyiz? Nefreti milliyetçilik ya da ırkçılık mı doğuruyor? Medya ile milliyetçilik ilişkisi nedir?
Milliyetçilik toplumsal anlamda çabuk parlamaya ve sönmeye yatkın ‘öteki’ne karşı sürekli el altında bulundurulan bir tehdit. “Kolektif hafızanın, günümüz ırkçılığının sınırlarını tayin ediyor. Bu süreçte klişeler ve mitler yaratılıyor bunlar da milliyetçi ideolojik yapının yeniden-üretimini besliyorlar.
Medya ve milliyetçilik ise birbirine yapışmış iki kavram olup medya günümüzde neredeyse milliyetçiliğin en önemli silahı haline gelmiştir. ‘Gündelik hayattaki ırkçılık’ her yerde.
-O halde medyayı egemen sınıfı içinde mi görüyoruz?
Medya nesnel gerçekliği göstermez, Medya egemen sınıfın ideolojik aygıtıdır dolayısıyla egemen bir seçkinler grubunun çıkarlarına hizmet eder. Haber bültenleri; ‘gerçek’leri değil egemenlerin bakış açısını ortaya koyan ve ‘yanlış’ bilgi (bilinç) üreten medya ürünleridir. “Haber medyasının dünyayı şekillendirmek amacıyla mitoslar yarattığını, bunların zamanla gerçekliğin dokusuna dahil olup ayrıntılı bir hikaye olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Medyada kullanılan milliyetçi dil, ideolojik bir yaklaşımın göstergesi olup “dildeki milliyetçiliğin özünde iktidar, statü, politika ve ideoloji sorunları yattığını görüyoruz.
Medya ırkçı bir nefret söylemiyle ‘öteki’ne karşı olan eylemleri kışkırtıyor. Bu nefret toplumsal anlamda lincin ve ayrışmanın yaşandığı patlamalarda kendini gösteriyor.
-Linç meselesine gelişmişken, Türkiye’de pek çok linç girişimi gördük ve yaşadık. Biraz eskiye gidersek ki çok da eski değil, Sivas katliamını herkes gördü, o kini, nefreti, ellerinde benzin bidonlarıyla otel nasıl ateşe verildiğini… Sonrasında dine sığınıldı. Bu durumu dinle açıklamak mümkün mü? Nefretin dinle ilişkisini sorsam neler söylersiniz?
Bir dine mensup grubun diğer dinden olan insanları bastırmayı amaçlaması veya kendi dinini yaymak istemesi yüzünden tarihte din savaşları yaşandı halen de yaşanmakta. İslam Fetihleri, Fransız Din Savaşları, Haçlı Seferleri, Otuz Yıl Savaşları’nın hepsi din savaşları ve binlerce insan sırf kendi dininden olmadığı gerekçesiyle ve nefret edildikleri için katledildiler. Fransa’da, Hollanda’da ve İngiltere’de camilere, Müslümanlara yapılan saldırılar, 1990’larda Bosna-Hersek’e yapılan insanlık dışı saldırılar sonucu 100.000’den fazla insanın katledildi, 2 milyondan fazlasının yerlerinden yurtlarından edildi nedeni de din idi.
1990’larda Bosna-Hersek’e yapılan insanlık dışı saldırılar sonucu 100.000’den fazla insanın katledilmesi,2 milyondan fazlasının yerlerinden yurtlarından edilmesi hep dini nedenlerle yapıldı.
Tanrı’nın yolunda mücadele anlamına gelen cihat uğruna son günlerde IŞİD’in katliamlarına bakınız, kurşuna dizmeler, kafa kesmeler. Dinin fanatikleşmesi ve terörize edilmesi böyle bir şey.
– İnsan öldürmek doğalmış gibi yansımaya da başladı, ne dersiniz?
“Medya insanları şaşkın sürüler olarak sistem içine çekmeye çalışarak tek tipleştirilmiş bireyler haline dönüştürüyor. Günlük yaşamın her anını ve olgusunu “seyirlik bir oyun” haline indirgeyişidir bu açılardan kitle iletişim araçları, kültürün ‘duyarlı hale getirme’ işlevini törpülendi”. Oysa günlük dramın seyirlik bir oyun haline indirgenmesi kadar tehlikeli bir şey olamaz. Ne yazık ki, çağdaş iletişim sistemi bu bakımdan eleştirel duygunun parçalanmasına yol açmıştır.
-Bir yanıyla da bize alıştıran medya… Sürekli ölüm haberleri görmek bir süre sonra doğallaşıyor mu?
Ölüm haberleri, şiddet olayları adeta seyirselleştiriliyor, ölümün medyatikleştiği/medyatikleştirildiği bir gösteri toplumunda yaşıyoruz. Sürekli ölümü göre göre kanıksıyoruz, içselleştiriyoruz. En kötüsü de doğallaştırmak, zira beraberinde duyarsızlaşma devreye giriyor.
-Burada biraz da iktidarın söylemine bakmak gerekiyor sanırım. Gezi sonrasında yapılan konuşmalar, Erdoğan’ın ayrımcı dili, ötekileştirmesi bir kutuplaşma yarattı. Bu söylem sokakta eylem yapan birinin lince uğramasın da yol açtı. İktidarın bu tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Politikacıların, ihtilaflara veya anlaşmazlıklara neden olabilecek kamusal konuşmalar yapmaktan kaçınmaları gerekir. Siyasiler “can sıkıcı veya aşağılayıcı söz ve davranışlar kullanmamalıdır; zira bu tür davranışlar barışçıl, sosyal ortamla uyumsuz kamusal tepkiler oluşturabilmenin yanı sıra demokratik kurumlara olan güveni de sarsmaktadır.” AİHM’in, siyasetçilerin kullandıkları nefret içerikli ifadelere yönelik bu yaklaşımı oldukça önemlidir. Siyasetçiler gibi, toplumun gözü önünde olan kişilerin nefret söyleminin üretilmesinde özellikle payı olabilmekte. Bu nedenle, başta siyasetçiler olmak üzere, kamuoyunda tanınmış, bilinen kişilerin bu içerikteki ifadeleri kullanmaması gerekiyor.
-Bu söylemi körükleyen de medya değil mi?
‘Article 19’ örgütü, 2009 yılında Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB), çeşitli sivil toplum örgütleri ve gazetecilerin ortaklığında yazılan Camden İlkeleri’ni benimsemiş ve ifade özgürlüğünün korunmasında devletin yükümlülüklerinin yanı sıra, medyanın da önemli bir yeri olduğuna dikkat çekmiştir. Örgüt, nefret söylemini saptarken, şiddete özendirmenin varlığı ile ilgili olarak; konuşmacının kimliği, toplum içindeki konumu ve statüsü, saygınlığı, kitle üzerine kurduğu otorite, etki düzeyi, ve hatta etkileri ile kurumsallaşmış ayrımcılığın varlığı ve tarihinin mevcudiyeti gibi hususlar göz önüne alınmalı.
Medya, politikacıların ve iktidarın ‘öteki’lere karşı ‘nefret’ söylemini olumsallaştırarak verdiği yaklaşımıyla ateşe benzin döken bir yapı olarak karşımıza çıkıyor.
Siyasetçiler bilerek bir dil kullanıyor. Kamusal söylemi elinde bulunduranlara sembolik elitler bilerek bir dil kullanıyorlar, konuşmaların içine serpiştirilen mecazlar ve benzetmeler aracılığıyla tehditkar bir üslup kullanılması da strateji gereğidir.
-Peki, her açıdan sorarsam, “iktidarların resmî ideolojisine’ alet olmamayı nasıl başaracağız?
Bunu başarabilmek için öncelikle şartların uygun olması gerekiyor. Basın özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, hapisteki gazetecilerin serbest bırakılması, gazetecilerin örgütlenme özgürlüklerinin güvence altına alınması gerekir. Türkiye’deki demokratikleşme, özgürlük, eşitlik yalnızca basın özgürlüğüyle sınırlandırılma, tüm halkın ifade özgürlüğü, örgütlenme, toplantı, gösteri ve yürüyüş yapma özgürlükleri de temel hak ve özgürlükler mücadelesi ile bütünleşmeli.
Diğer yandan, kitle iletişim araçlarının karmaşık söylemler içinde ayarlanmış, iletilerin, işaretlerin üretimi için toplumsal, ekonomik ve teknik bakımlardan örgütlenmiş aygıtlar olduğunu asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Kitle iletişim araçları kapitalist toplumlarda egemen ideolojilerin söylemleri içinde “dünyayı tasnif etme” ideolojik çalışmasını sürekli olarak gündeme getirir. Diğer yandan; iktidarın, özellikle kriz dönemlerinde, kitle iletişim araçlarını, toplumsal rızayı ne biçimde üretip koruduklarını ortaya koyan kamusal senaryo sürecinin farklı söylemleri vardır. İktidarın resmi ideolojisini pekiştiren ve tüm icraatını olumlayan ve hatta meşrulaştıran bu söylemlere- Gündemi yönlendirme, bunalımı yaygınlaştırma, alternatifsizleştirme, siyasetsizleştirme, sivil itaatsizliği kırma, normalleştirme gibi- karşı yurttaşlık bilinci duyarlılığı ile yaklaşmalı ve bize saçılan ideolojik zehre karşı uyanık olmalıyız. Bunun da tek yolu eleştirel düşünme ve sorgulamadan geçer.
-Bir yazınızda “Medya, “egemen ideoloji “yi yeniden kurma görevini yerine getirir.” Demişsiniz… Nasıl?
Günümüzde medya önemli bir toplumsallaşma aracı olarak ‘rıza üretiminde’ kullanılıyor. Kapitalist devlet, ekonomiyi ve tüm baskı araçları ile birlikte kitle iletişim araçları da içinde olmak üzere birçok aygıtı elinde tutuyor. Kendi hegemonyasını sürdürmek ve ideolojisini sürekli yeniden üretmek için bu aygıtlardan yararlanıyor.
Hegemonyasını sürekli olarak yeniden üretmek için tüm olanaklarını kullanan iktidar, rıza yoluyla gönüllü olarak egemenlerin düşüncelerini kendi düşünceleri olarak gören ezilenler; muhalif, farklı düşünen ve yaşamaya çalışanları düşman gören bir bilinç yapısına sahip. Bu süreç aileden başlar, okul, iş, dini kurumlar ve son olarak da kitle iletişim araçları tarafından etkin bir biçimde kullanılır, kitleler tek taraflı yayınlar ve yönlendirmelerle saldırganlaştırılır, toplumsal bütünlük ötekiler aleyhine bozulur, parçalanma geri dönülmez bir biçimde toplumsal yapıya yansır. Bu bazen öteki yeteri kadar sindirildikten ve korkutulduktan sonra bir süreliğine unutturulur. Eğer iş bu noktayı geçerse iç savaş ya da çatışmalar kaçınılmaz hale gelir.
-Tabii bir de cinsiyetçi yaklaşım var… Erdoğan’ın bir konuşmasında “kadın mıdır kız mıdır” meselesi… Ne düşünüyorsunuz?
Kadını araçsallaştıran bazen de yok sayan erkekçi egemen söylemlere alışığız. Otoriter rejimlerin devlet politikalarında uyguladığı bu yönteme sıklıkla rastlanır. Muhafazakar siyasetçilerin dinsel geleneklere paralel biçimde uyguladıkları bir yöntemdir.
Kız-kadın nüanslarına vurgu ise namus-bekaret-üzerinden kadın ve bedeni üzerinden toplumsal denetim sağlamaktan başka bir şey değildir. Devletin her şeyi düzenleme yetkisini bir hak ve görev olarak algıladığını, bunun başında da ahlakın geldiğini görüyoruz.
Toplumun her kesimine nüfuz eden cinsiyet stereotiplerin dışında kalan herkes ayrımcılığa ve dışlanmaya maruz kalabilir. Medyada gördüğümüz haber başlıkları “namusumuzu kirlettin anne” aile meclisi kararı bakire çıkmadı diye kızını kesip öldürdü diye verilen haber başlıkları da bu zihniyetin ürünleri….
-Gelelim medyadaki sansüre, sansür mü oto-sansür mü sizce?
Sansür sadece yasalarla değil, farklı aktörlerle de uygulanabilir: Cezalandırma, yasaklama, hedef gösterme, tehdit etme, korkutma, aşağılama, engelleme, saldırı, gayrimeşrulaştırma ve ötekileştirme, sansür yöntemlerinden bazıları.
İç savaş ortamındaki ülkemizde hemen her gün gerçekleşen asker ölümlerinden ve PKK saldırılarından kamuoyunun haberdar olmaması medyanın güvenirliliği açısından önemli bir sorun.
“Başbakan’ın konuşmada geçen ‘Medya kimin yanında yer alacak’ sorusuna en iyi yanıt; gazeteci, patronuna veya devlete değil, kamuya karşı sorumludur. Gazetecinin vatanı, dili, dini, milleti olmamalıdır.
“Haberleri görmemeye telkin veya çağrı, bilgi edinme hakkı açısından çok sorunlu. Siyasi iktidarlar ulusal çıkar savunuculuğuna soyunmuş vatansever bir medya beklentisi içindedir her zaman, aslında bu durum yalnız ülkemize de mahsus bir durum değil.
-Burada muhalif basının nerede duruyor? Onlara yaklaşım nasıl?
Muhalif, eleştirel yayın yapan medya da ‘vatan haini’ olarak nitelendiriliyor. Ancak burada en büyük kurbanlar kamunun bilme hakkı olan gerçeklerdir.
-Öte yandan sürekli yayın yasağı getirilmesi de gazeteciliğin artık günümüzde yapılmadığını gösteriyor…
En son örnek olarak Başbakan’ın medyaya çağrısı çok manidar. Rehine sürecini yazmadan çizmeden fazla da konuşmadan takip etmelerini söyledi gazetecilere. Yani görevinizi yapmayın, gözlemcilik yapın yeter, gazeteciliği askıya alın çağrısında bulunuldu. Reyhanlı katliamı,17 ve 25 Aralık yolsuzluk iddiaları soruşturmaları, Suriye’ye giden TIR’lar, Suriye Tapeleri’nden sonra son olarak da Musul için de yayın yasağı geldi.
İktidarın arzusu üzerine medyanın “Propagandaya aracılık etmemek” adına içselleştirilmiş ve gönüllü bir oto-sansür mekanizmasını devreye sokmak gibi bir zaafa düşmemesi gerekir. Aksi takdirde ‘ulusal çıkar’ bahanesiyle sürekli gerçekleri çarpıtma veya gizleme döngüsünden çıkamazlar.
-Ne öneriyorsunuz?
“Bunun yerine, çatışma döneminde çözüm odaklı barış gazeteciliğini devreye sokarak halkı doğru ve sağlıklı bilgilendirme, nefret dilini üretmeme, savaş çığırtkanlığı yapmama gibi hususlara özen gösterilmesi gerekir.
Röportaj: Gülser İşeri