Muazzez anneme…
Düşündüğün o yerden yazıyorum, kırıldığım ve düştüğüm o yerden.
Kuş dilini kunuşuyorum, kuşçayı yani, senin öğrettiğin o dili, pazardan dönerken kırılan eski bir kadının kavmini.
Üstümde ipekten bir yorgan yok, eski bir türküye inanıyorum artık, dünya çok unutkan, sen de…
Çok inandım kendime, sana ve anneme.
Aklımda bir bozkır, bir çorak ülke, senin de öğrettiğin şekilde her şey; bütün düğmelerimi sana bakarak ilikliyorum hâlâ.
Arkadaşım gitti, dönmedi bir daha.
Şimdi elin çenende bakıp okuyorsundur bütün bunları, kalbin bana dair hiçbir şeye itiraz etmiyor artık. Biliyorum.
Ve sonra biliyorum ki yine, nereye gitsem ardımdan bir itiraz olacaksın, nereye gitsem hatıralar terk etmeyecek bizi; anneni aradım, annemizi yani, konuştum, korkuma bir fener oldu, evsiz olabilirsin ama yurtsuz değilsin ki, dedi. Yurt, yaşamaktır işte, yaşamak için bir yer yani. Gökyüzünün “başka rengi de varmış” diyen şairin diliyle “geç fark ettim taşın sert olduğunu.” Bana itirazın olsa da.
Taşı bilmiyordum, bilmiyordum da kalbini biliyordum sandım, kalp ile taş arasında yaşayan bir gezginin rüyasını dinlerken öğrendim; herkesin kırılabileceğini, tanrının bile.
Yedi nokta altı şiddetinde bir depremin altında can çekişen birinin ağzından dökülen taştan dizeler olmuştuk “geç fark ettim taşın sert olduğunu…”
İşte burada bazı şeyler geç fark ediliyor annem; taşın terk edişi, zamanın erken bitişi, güneşin vedası, sevgilinin kalbinde duran rüyası, sonra mektuplar, boğulurcasına öksürmek, komşunun sana bir daha ulaşamaması…
Seni ezberlediğim o yerden yazıyorum, kırılmış bir kabuğa bakıyorum, kırılmış bir kapıya, ilk defa cesur oldum kendime bu kadar, birkaç ay öncesini düşünüyorum; ilk defa unuttum kendimi, günlerdir… Seni niye bu kadar az ezber ettim kendime diye. “Yazığım geliyor” derdi bir arkadaşım yerel bir şive ile. Niye bu kadar acıdır yerel olan şu şiveler, neden bir nehrin sesini taşır şu sözcükler…
“Yalan sözlerinden de kendi utansın” der bir Malatya türküsü, nasıl da doğru dermiş şu türküler…
Unutmuştum o gün, bağışla, saçlarına beyaz papatyalar takmayı unutmuşum, o çiçeklerin hatırasını, o gönderdiğim ve inandığım çiçeklerin hatırasını nasıl da unutmuşum.
Gittiğin o yerden yazıyorum işte, ne kaldıysa zamandan geriye onu yazıyorum. Sana bakacak gözlerim yok artık, aklım tanrının şu anlamsız çemberi içinde dolaşıp duruyor. Geç fark ettiler yüzümü, uyuduğum yastığa nasılda yapış yapış olmuşum, bakarken üstüme düşen o betondan tavana.
Sonra bir hıçkırık, küçücük bir hıçkırık, bir hiç gibi anlaşılan ama içinde kocaman bir hiç olan bir hıçkırık nasılda göğsüme çöktü o sabah.
Geride bıraktığım hatıralara bakıyorum, göğsüme bir dağ gibi çöken o hatıralara. Gökyüzüne bir kuşun havalanışını hatırlıyorum; yeryüzündeki ihanetleri, insanın kapış kapış olduğu o ihanetleri hatırlıyorum.
Hatırlarken, beni kırdığı yerden yazıyorum, seni ve senin beni kırdığın yerden. Bir veda öpücüğü olup ayrılıyor ellerimiz, insan elleriyle de öper annem, yani insan insandan geriye ne kaldıysa tam da oradan ayrılır kendisinden.
O sabah bir rüya ile kendi aramda gidip gelmiştim, şimdi de öyle, oradan bakıyorum, gidişine, yeniden bir rüyaya dönüşüne bakıyorum; diyorsun ki bir ben mi kaldım şu dünyanın tenhasında, şu dünyanın boynuna bir tek ben mi kaldım ağır gelen…
Bunca yükü taşıyıp bizi taşımayan dünya, yük üstüne yük olan ölüm, işte sana da veda ediyorum, tıpkı onun ince boynuna veda ettiğim gibi…
Eski bir şair ağlıyor eski bir kentin yol boyunda.
Oradan yazıyorum işte, avuçların çenende bana bakıyorsun, Alleben’de, bana küstüğün yerde dünyaya küsmüştü sanki bütün kuşlar.
Mazlum Çetinkaya
*Geç fark ettim taşın sert olduğunu: Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş şiirinden.