“O günü hatırlıyor musun?” diye sormayacağım sana, muhtemelen hatırlamazsın son günlerde hep unuturdun günleri çokta umursamazdın yerlere düşen takvim yapraklarını. Ben hatırlıyorum hafızamda lanetli bir ur gibi, bir saniye öncesi gibi.
Eylül’ün son haftalarıydı bulutların incecik telaşı sarmıştı sararıp solan güz yapraklarını, insanı üşütmeyen bir hava, hafif çiseleyen yağmur henüz sabahın ilk saatleriydi. Yollar olabildiğince kalabalık yüzümde yasak bir meyvenin ilk tomurcukları, ıslak yollarda adımlarım aceleci bu acelem yağmurdan değildi insanlara değmemek içindi. Sen yolun hemen ortasında sisli bir camın buğusunda, simanda yabancı, ama tanıdık gelen bir tebessümle sakallarının uçlarına yerleşmiş gayrimeşru günahkar tohumlarla öylece bana doğru bakıyordun. O bakışlarda filizlenmesini dört gözle beklediğin zakkumlar kirpiklerin ucunda yeni baş kaldırıyordu.
Sana attığım adımlarda ayaklarım ne çok acımıştı. Nedense hiç anlamadım canımın niye böyle yandığını oysa yeşil nemli çimenlerde yürüyorum sanmıştım. Çivili demir zırhımın içinde ne çok güvendeydim uzun ulaşılmaz kalın duvarlarım zemheriye hazırlıklıydı.
Senin kum sarısı kirpiklerin hakiye çalan gözlerin tam karşımda gözlerimin menzilindeydi. Gözlerinin ta içinde gördüğüm o kırılmış çocukluk, yarım kalmış masal kitapları, hiç oturulmamış sabah sofraları vardı. Omuzlarının çöküklüğünden tedirgin oturuşundan belliydi; soğuk buz gibi betonlarda bekleyişlerin, gürül gürül yanan köy sobasının demirlerine tutuşturulmuştu birkaç mandalla, korktuğun gecelerde duvarlarda büyüyen o korkunç gölgeler.
Ta içini gördüm senin sesinin tonundan anladım boğazında yumru olan çocukluğunun kambur sözcüklerini. Ben seni avuçlarımın içine aldım ürkütücü zırhımdan sokuldum yüreğine, hafifçe vurdun sert kabuğuma kulağıma eğilip fısıldadın, ‘bir kabuk dışarıdan kırılırsa ölüm içeriden kırılırsa hayattır’ tüm benliğimle güvendim sana, sonra kendi ellerimle olanca kuvvetimle çatlattım kabuğumu; ne çok soğuktu kabuğumun içi buz kesmiş ellerimi avuçlarında ısıttın.
Alışkın olmadığım güneşli bir güne alıverdin yağmur sonralarının toprak kokusuna o görmediğim gökkuşağına, ne çok mevsim sayısızca eylül biriktirdik seninle. Adımlarım senin adımlarından hep küçük kaldı, ama hep yetişirdim kumlara bıraktığımız ayak izlerine.
Ben artık bir kum perisiydim…
Tüm deniz kabukları benimdi, tüm çakıl taşları, gelincik düşünün o nazlı gelini artık benimdi. Kentim şehr-i mabetin, yüreğim saçaklarda üşüyen kanatları hırpalanmış serçendi, yüzümün çizgileri yolunu kaybetmiş renksiz kelebeğindi.
Birlikte savurduk çakıl taşlarını denize hep senin attığın taş daha uzağa gitti benimki her defasında düştü ayaklarımın dibine. Yaktığın kocaman ateşin isinde demledin çayımızı yavaş yavaş attın odunları ateşe sakin acelesiz öyle telaşsızdın ki benim içimde adını koyamadığım o sancı çöreklenirdi kara bir yılan gibi göğüs kafesime için için sancırdı durmadan vururdu kilitli kapılarıma.
Çayımı koyu acı içerdim sen açık ve şekersiz, gevrek bol susamlı simitler eşlik ederdi bize, kırıntılar hep üstüme dökülürdü gün doğumunu birkaç kez yakalamıştık ama yağmuru hiç kaçırmadık yüzümüz birlikte ıslanır benim sürmeyi beceremediğim rimelim akardı hep çirkin olurum sanırdım.
Çirkinlik, akan rimelim değildi.
Sonra gittin sen gidince asırlara yetecek kadar gözyaşı biriktirdim gri bulutlara, vaktinden önce beyazladı, ihtiyarladı saçlarımın her teli. Ölesiye uykusuzdum, ama dalamadım bir türlü derin uykulara seni rüyamda bile görmek istemedim, hep sıçradım saat başı yastığımın kabus yanından. Otobüs duraklarına gelişi güzel yapıştırılmış kimsenin dönüp bakmadığı iş ilanlarının imkansızlığına gömüldüm.
Üst geçitlerin en kıyısında dikilir buldum kendimi vızır vızır geçen tırlara bakarken o korkunç korna sesleriyle irkildim arada, nereye gideceğimi bilemedim yönleri karıştırdım, her defasında bilmediğim sokaklarda buldum ayaklarımı hep unuttum günleri bugün hangi gündü. Dudaklarım sürekli çatlayıp kanadı ısırmaktan değildi belki de havanın buz gibi olmasındandı.
Balkon korkuluklarına tünedi dirseklerim, uyuşunca anladım ne kadar uzun beklediğimi. Gün doğumuna kadar narin bir ölümü emzirdim koynumda iki yandan ördüm alev kırmızısı saçlarını sağ salim çıkamadım hiçbir sabaha ya çok hasta ya da çok yaşlı kaldım taptaze gün ışığına.
Sol yanımda durmadan inledi açtığın o yara söküp attım kalbimi yağmurla gelen adamın gölgesinin düştüğü her sokağa. O son gün, sesin öylesine yabancıydı ki, acımasız bir celladın yağlı urganı çekerken içten içe attığı kahkahalar gibiydi yenik bir komutanın kazandığını sandığı savaştan çaldığı ganimetlerin o korkunç huzuru gibiydi. Gel derken sana, seslenirken bildiğim tüm sözlerle ardından hiç dönüp bakmadın sesimin kuytularına. İşte sen beni o gün sana olan çaresizliğimden vurdun bıraktığın tüm hatıraları yaktım birer birer küçük bir ateşin bağrında. Yürüdüm durmadan yollarda sokaklarda apansız kesildi nefesim ta ciğerlerimden çürüdü kan revan gelincikler.
Ben o günün gecesinde kırdım kalbimin tüm kemiklerini hiç utanmadım ilk defa ağlamaktan hıçkırıklarda kaybolarak kuruttum gözümün pınarlarını. Ben o günün gecesinde çok üşüdüm kendi siyahımın gölgesine sarıldım. Kirpik uçlarımdan damla damla aktı ölüm, ben öldüm sen beni tam bulup nasıl da parçalara böldün.
👏🏼👏🏼👏🏼👏🏼👏🏼
İçim burkularak okudum..Okuyorum ama yorum yapmak istemiyorum..Buna kendimi yetkili görmüyorum..
Tam tersi tüm yetki sizlerde yorumunuz çok kıymetli.
tebrikler
çok başarılı