Ses tonundan, beden dilinden, parmak sallamasından tutun da mimiklerine kadar yansıyan erillik ve alabildiğine kibirli tavırları izleyenleri germeye yetiyor. Tam bir efendi duruşu. Arkasına devasa bir gücü almanın pervasızlığı her haline sinmiş adeta.
Özlem Zengin’den söz ediyorum; HDP Milletvekili ve insan hakları aktivisti Ömer Faruk Gergerlioğlu’nu hedef alan konuşmasından… Öyle sanıyorum ki söz konusu konuşmanın videosunu çoğunuz izlediniz.
Tam da o konuşmanın ardından Yargıtay 12. Ceza Dairesi Gergerlioğlu hakkında verilen 2 yıl 6 aylık hapis cezasını onadı.
Zengin’in mensup olduğu partinin yönteminde özellikle son birkaç yıldır üretilen mağduriyetlere, otoriterliğin geldiği düzeye bakıldığında bunun tipik bir iktidar refleksi olduğu düşünülebilir. Nitekim Türk siyasi aklının tipik uygulamaları Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıla yakınlık siyasi tarihinde fazlasıyla mevcut.
Bu süreç içerisinde iktidar olanların başta Türk ve Sünni olmayanlara ve rakip olarak gördükleri diğer yapılara karşı hayat hakkı tanımamak adına ne gerekiyorsa yaptıkları sır değil.
Bu tarz-ı siyaset iktidara sahip olanlarca günümüze kadar sürdürüldü. 2003 yılından bu yana da, İslamcılar bu geleneği devam ettirmekteler.
Bu iktidarcı anlayış ve pratiğin Gergerlioğlu’na kadar uzaması, bizlere Zengin’in de mensup olduğu Türk İslamcı geleneğin iktidar olgusuyla kurduğu ilişkinin niteliği hakkında dikkat çekici veriler sunuyor.
Peki, Gergerlioğlu’na yapılanlar neyin göstergesi?
Fıtratı itibariyle sahip olma arzusu ve kimlik aidiyetleri, insanın toplumsal mücadelesine rengini verdiği gibi, iktidarla kurduğu ilişkinin de niteliğini gösterir.
Bunun gibi, iktidarın da kendine has bir fıtratı vardır. İktidar, sahip olmak, yayılmak ve hükmetmek ister. Bunu yaparken de hiçbir değer tanımaz; zulme meyillidir. Aktörlerin iktidarın fıtratına teslim olması, ya da kendisinin iktidarı teslim alması şeklinde ortaya birbirine zıt iki sonuç çıkar. Bu yönüyle, iktidara temas edenler açısından iktidar makamları birer imtihandır.
İktidara teslim olmak yerine onu teslim almaktaki fark şudur: Dil, din, kültür vb. hiçbir ortak aidiyeti olmadığı halde bir kişi ya da bir kesimin hukukunu gözetmek ve savunmak…
Bunu bir erdemlilik düzeyi olarak adlandırmak da mümkündür. Zira böyle davranmak kişinin kendi içindeki iktidara/nefse hükmettiği, onun üzerine adalet, vicdan gibi değerleri hâkim kıldığı anlamına gelir. Bu tavır, iktidarla kurulan ilişkide çıtanın bir ucudur.
Çıtanın diğer ucu ise, zulüm ve haksızlık çemberinin kendinden olanı dahi kapsayacak şekilde genişletilmesidir. Yani bir nevi iktidarın fıtratına teslim olmuşluktur.
Yaşamda olup biten her şeyi imtihan olarak gördüklerini ikrar eden Müslümanlardan bu tür ayırımları yapabilmeleri ve ona uygun davranmaları beklenir!
Zengin ve Gergerlioğlu aynı mahalleden oldukları, (Hatta Gergerlioğlu 2011 seçimlerinde Ak Parti’nin aday adayıdır) ve politik davranışlarına Müslüman kimliklerini dayanak yaptıkları halde, her biri yukarıda sözünü ettiğim çıtanın iki ayrı ucunda yer almaktadırlar.
Aynı gelenekten gelip birbirine taban tabana zıt tutum ve pozisyonlar içerisinde olmaları ister istemez son yıllarda oldukça güncel olan ‘’hangi İslam’’ sorusunu akla getiriyor.
Evet, hangi İslam?
Özlem Zengin’in temsil ettiği mi, yoksa Gergerlioğlu’nun mu? İkisinin Müslümanlığı arasındaki fark nedir? Mevcut İslam anlayışı Müslümanları iktidar zehirlenmesinden neden alıkoyamıyor? Günümüzde ateizm ve deizmin yaygınlaşma oranını göz önünde bulundurduğumuzda, bunlar pek de yabana atılır sorular olmasa gerek. İşte bu sorular, meseleyi Gergerlioğlu ve Zengin’in şahsından çıkarıp başka bir alana taşıyor.
Bu sorulara yanıt aramak kanımca salt Türkiye Müslümanları açısından değil, tüm İslam coğrafyası için gereklidir. Başka ırklara, din mensuplarına ve farklı mezheplere tahammülsüzlüğün sonucu olarak Ortadoğu’nun adeta bir kan deryasına dönüşmüş olması, bu sorgulamayı her Müslüman birey için adeta farz kılıyor.
Bin dört yüz yıllık İslam geleneğinin sorgulanması bu yazıyı aşan bir konu olsa da tartışmayı tarihi arka planından bağımsız yürütmek de mümkün değildir.
Çünkü temel mesele Peygamberin hem elçi, hem de devlet başkanı sıfatına sahip olması, ve onun vefatı sonrasında peygamberliğe talip olmak mümkün olmadığından, devlet başkanlığı mirasını devralan Müslümanların, siyasi iktidar ile din ilişkisini yorumlama biçiminden kaynaklanmaktadır.
Gergerlioğlu, Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalarından birinde, “Benim adım Ömer Faruk. Bu adı bana babam koydu. Dedi ki oğlum, sen adaletli ol diye sana bu ismi koydum. Ben de 56 yaşındayım, şu ana kadar adaletin peşinden koştum. Harun deyip de, Karun diye gitmedim, Allaha şükürler olsun!”
Gergerlioğlu’nun babasının oğluna koyduğu ismi nerden ilham aldığını belirtmeye gerek yok sanırım.
Halife Ömer’in adalet ile özdeşleştirilmesi ve bu biçimde sembolleştirilmesi, şüphesiz ki Gergerlioğlu ve rahmetli babasına has bir durum değil. Diğer Müslümanlarla araya konulmuş bir sınırı da ifade eden bu söylem, Ak Parti’nin içinden çıktığı Sünni geleneğe sahip geniş bir kesimin de üzerinde uzlaştığı bir konudur.
“Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i ilahi, Ömer’den sorar onu!”
Mehmet Akif Ersoy’un bu dizeleri, Türkiye’deki hemen hemen bütün İslamcılar için bir adeta deyim haline gelmiştir. Bu özdeşleştirme ile ilgili birçok anlatı mevcuttur. Bu anlatıların hemen hepsi de, o dönemin adalet ortamına örnek olarak verilir.
Dolayısıyla şimdilik söz konusu döneme dair bazı anlatılar üzerinden değerlendirme yapmakla yetineceğim.
Öncelikle Raşid Halifeler dönemi için kullanılan Asr-ı Saadet tanımının ne kadar doğru olduğunun tartışmalı olduğunu belirtmek ve bununla birlikte adaletin sembolleri üzerinde bir kez daha düşünmenin gerekli olduğunu söylemek isterim.
Bu tartışmaya katkı sunabilmesi bakımından meşhur anlatılardan biri olan ‘’Hz. Ömer ile Kocakarı’’ hikâyesine ve o hikayedeki diyaloglara bakalım.
Hikâye şu: Sahabelerden biri gecenin bir yarısında yolda Halife Ömer ile karşılaşır ve kendisine bu saatte nereye gittiğini sorar. Halife, ümmetin ahvaline bakmak için dolaşmaktadır. Böylece kendisi de ona eşlik eder. Bir çadırın önüne gelirler. Çadırın içerisinden çocuk ağlamaları duyulmaktadır. Hemen içeri girerler. Ateşin üzerinde bir tencere, tencerenin başında yaşlı bir kadın ve etrafta ağlayan çocuklar. Halife, yaşlı kadına kimi kimsesi olup olmadığını ve çocukların neden ağladığını sorar. Kadın , ailesindeki erkeklerin savaşta öldüğünü, torunlarının iki gündür aç olduğunu, kendisinin de onları avutmak için tencerede taş kaynattığını söyler. Bunun üzerine Halife Ömer, neden halifeye gidip derdini arz etmediğini sorar, kadına. Gözyaşlarını silen kadın, çocukları iki gündür aç olmasına rağmen rahat yatağında yattığını düşündüğü halifeye öfkeli beddualar etmeye başlar. Halife Ömer’in “Neden beddua ediyorsun, belki işi vardır Halife’nin” demesiyle öfkesi artan yaşlı kadının cevabını M. Akif Ersoy’un Safahat’ından dinleyelim:
“Niçin hilafeti vaktiyle etmişti kabul?
Sonunda böyle Çürük özrü kim sayar kabul?
Zavallının işi çokmuş! Nedir, muhârebe mi?
İşitme sen de civârında inleyen elemi,
Medîne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş.
‘Gaza! Gaza!’ diye git soy cihânı, gel paylaş!’’
Kadın, Halife Ömer’e verdiği uzunca cevabın sonunda ne olursa olsun, halifeye diz çökmeyeceğini söyler.
Başka bir rivayete bakalım.
Halife Ömer bir gün çevresindeki sahabelere sorar:
Bir gün bir yanlış yaparsam ne yaparsınız?
Sahabeler cevap verir: seni ikaz ederiz ey Ömer!
-Peki yanlışta devam edersem ne yaparsınız?
-Seni düzeltiriz ey Ömer!
Peki buna rağmen yanlışta devam edersem?
O an sahabelerden biri kılıcını kaldırarak öne atlar, ‘’Seni işte bu kılıçla düzeltiriz ey Ömer’’ der.
Her iki anekdottan da aslında devrin pek de öyle idealize edildiği gibi olmadığı çıkarımı yapmak mümkün. Bir adalet varsa da bunun muhalif olan öznelerin adeta görünmez kılınarak, salt egemenlere mal edilen bir okumayla günümüze kadar taşınan bir gelenek oluşturduğu söylenebilir.
Halife Ömer dönemini, yaşlı teyzelerden ve halifenin karşısında kılıç kaldıran kişilerden bağımsız tasvir eden gelenekten söz ediyorum. Başka bir ifadeyle, Halife Ömer’in kimliğine dair her şeyi bilmemize karşın, yaşlı teyzenin ve kılıç kaldıran kişinin adlarını ve kim olduklarını bilmememiz, İslam tarihinin egemenler tarafından oluşturulduğu/yazıldığı ve aktarıldığını anlamak için oldukça öğreticidir.
Sonuç olarak; Özlem Zengin ile Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun durdukları yerin farkı, yukarıda sorduğumuz soruların cevabındadır. Öyle sanıyorum ki Gergerlioğlu’nun rahmetli babasının, adalet için otoriteye kılıç kaldıran şahsı tanıma imkanı olmuş olsaydı, oğluna onun adını koyardı.
Nurcan Aktay
Sonhaber.ch’da yayınlanan yazılar yazarın kendi görüşünü yansıtmakta olup, ilgililerin cevap hakkı saklı tutulmuştur.