Malum Mübadele’nin 100. Yılı. Üzerine sayfalarca yazı yazılır, yazıldı da ama öyle uzun uzadıya anlatmanın gereği de kalmıyor. Hatta bazen, kısa ama derin yazmak gerekiyor.
Mübadele zamanı Anadolu’dan gitmesi beklenirken bir şekilde gidemeyip kalanların hafızaları üzerine çalışan biri olarak, gidenlerin belleğinde de neler olduğunu merak etmek normaldir herhalde.
Geçtiğimiz Mayıs ayında Yunanca’ya çevrilen kitabımın tanıtımı için Yunanistan’daydım. Gidenler, Anadolu’da kalanların hatırladıklarını yazan birisini yalnız bırakmadılar. Her tanıtım ayrı kalabalıktı. Her gelen ayrı ayrı tanıştı benimle. Her biri ailesinden bir hikâyeyi anlatmak istedi. Her birinin gözü ayrı ayrı yaşardı konuşurken. Neredeyse her gelen, ailesinden bir kalan olduğunu söyledi. 100 yıl sonra, birisi çıkıp, “kalanlardan bazıları, ailesinin başına geleni biliyor ve saklamıyor artık” diyor sonuçta. Bir yeni gelen gibi, bir yenidoğan gibi karşılandım dolayısıyla. Yüz yıldır anlatılan ve artık masal gibi dinlenen bir hikâyenin gerçek olduğunu söyleyen biriydim. Bir masalın, gerçek kahramanı gibi.
Kapadokya’dan, Geyve Ortaköy’den, Havza’dan, Amasya’dan, Trabzon’dan, Maçka’dan, Vezirköprü’den, Ayvalık’tan, Adapazarı’ndan, Merzifon’dan, Giresun’dan, Niğde’den, Ordu’dan, Bursa’dan, İzmir’den, Manisa’dan, daha hatırlamadığım birçok farklı yerden gelenler, anlattılar onlara anlatılan mübadil öykülerini. Anlatılan gemileri. Karantinaları. Saç traşlarını. Bitlenmeleri. Hastalıkları. Yoklukları. Kendileri yaşamış gibi anlattılar. En çok ölümleri anlattılar ama. Ölümü, öldürmemek için anlattılar. Çünkü yaşatmanın temel şartının hatırlamak olduğunu öğrenenlerdi onlar. Nasıl öldüklerini anlattılar. Sadece bedensel bir ölümü değil, toprağından sürülmenin, insanı nasıl öldürdüğünü de anlattılar. Giden Türklerin köylerini ziyaret etmek amacıyla Yunanistan’a geldiğini, sarılıp ağladıklarını da anlattılar. E gitmek ayrı zor, kalmak ayrı.
Dünya tarihinde çok nadir görülen bir kararla, iki farklı coğrafyanın aynı halklarını değiştirmek kolay değil elbet. Giden sadece evini barkını, toprağını mezarını bırakmıyor, hayalleri de kalıyor geride. Giden ise sadece bedenini götürmüyor elbet, ruhunu, gördüğünü, duyduğunu da taşıyor gittiği yere.
Bu saiklerle, Mübadele’nin 100. Yılı dolayısıyla ve soykırım iddialarıyla yapılan etkinliklere katılıp alan araştırması ve gözlem yapma şansım oldu. Farklı şehirlerden gelen Karadeniz/Pontus Rumları 19 Mayıs tarihinde Selanik’te buluştular. Her gelen şehir, elinde bir kandil taşıyordu. Kaybettiklerinin anısına. Meydandaki anıtın altında, dualarla birleştirildi ateşler. “Ölmez otu” simgeli logo, her yanda asılıydı. Buradayız diyorlardı. Diğer taraftan Küçük Asya grupları da kendi yörelerinin kıyafetleri, müzikleriyle anma programları, akademik toplantılar düzenliyor, Mübadele öncesi ve sonrası durumu aktarma gayretinde bulunuyorlardı. 100. Yılında etnik anmalar başlıklı logoları ise gemi şeklindeki bir mum ile tasvir ediliyordu. Afişler, sloganlar, ölenlerin anılarına yakılan mumlar, edilen dualar, logolar, şarkılar. Gidenler, ritüellerle hatıralarını canlı tutmaya, hafızayı aktarmaya devam ediyorlardı.
1960’lı yıllarda İstanbul’dan göç eden bir amcayla uzun soluklu bir sohbet imkânı da bulmuştum. Atina’da mutlu bir hayat yaşıyordu ama konuştukça, İstanbul’u, Beyoğlu’nu konuştukça bulutlandı yüzü. 6-7 Eylül sabahı Beyoğlu sirke kokuyordu dedi. Hala burnumdadır o koku, gitmiyor dedi. İstanbul Üniversitesi mezunuydu, kendi isteğiyle Atina’ya gelmişti. İlk iş başvurusunda, işe alınmadığını, gavur isimli olduğundan ona iş vermediklerini söyledi. Kırgın değildi, patronun babacan tavırla, “sana burada gelecek olmaz oğlum, git buradan” dediğini söyledi. Bu söz sadece kendisine değil, sanki bağlı olduğu tüm cemaat için geçerliydi ama kızgın değildi. Kalsaydım hakikatten bir geleceğim olmazdı, onun sayesinde huzurluyum dedi. Bir diğer kişi ise adalıydı. Evine davet etti. Küçük İstanbul’dur benim evim demişti. Kahve’nin yanında likör gelince, siyah beyaz fotoğraflarıyla açıldı albümler. Konaklar, balıkçı tekneleri ve mutlu insanlar vardı fotoğraflarda. İster mübadeleyle ister daha sonra kendi kararlarıyla, gitmek nasıl olursa olsun zor geliyor Anadolu’dan. Anadolu’dan gelen birine tüm bunları anlatmak isteği ise bambaşka bir duygu olsa gerek, kusmak gibi kötü ama rahatlatan bir duygu.
Lafın kısası, gidenler bir şekilde anlatıyor nasıl gittiklerini. Anıyor, kemençe çalıyor, mum yakıyor, konferanslar düzenliyor, saygı duruşunda bulunuyor tüm yaşananların acı hatırası için. Gözyaşı döküyor, Anadolu’dan gelen birini görünce belki benim köylümdür diye yanaşıyor, değilse köyünü bilip bilmediğini soruyor. Olmayan bir memleketin nostaljisi, olmayan bir evin hayali, bir garip köksüzlük, yurtsuzluk seziliyor tüm sohbetlerde, hala…