Gazetenin kapısından içeri adımımı atar atmaz burnuma mis gibi çay kokuları ilişiyor. İşte simidimi, poğaçamı alıp da sabahın bu erken saatlerinde işe gelişimin nedeni…
Evde ya da başka bir yerde Birol Abi’nin demlediği çayın tadını bulmama olanak yok.
Birol abi yine tam vaktinde gelmiş, gazeteyi köşe bucak temizlemiş, çayı demlemiş, mutfaktaki masasına geçmiş, bugünkü sayımızın bulmacasını çözüyor.
“Hoş geldin Meryem!” diyor, beni görünce başını kaldırıp. “Hayırdır, erkencisin bugün?”
“Öyle, Birol abi. Bugün Aykut’la göl kenarındaki köylerden birine röportaja gideceğiz. Anlayacağın, gün yoğun geçecek. Ben de simidimi, poğaçamı alıp geldim. Güne şöyle senin çayınla adam akıllı bir kahvaltı ederek başlayayım dedim.”
“Ooo, iyi etmişsin, Meryem. Hadi sen geç yerine, başla kahvaltına; ben de hemencecik koyup getiriyorum çayını. “
“Sağ ol, Birol abi. “ dedikten sonra ofisime geçiyorum. Birol abi çayı getirip önüme servis ediyor. Çözmekte olduğu bulmacayı da sol koltuğunun altına sıkıştırmış. Çayı bıraktıktan sonra onu da önüme doğru uzatıyor.
“Bu bulmaca ekini yine sen mi hazırladın Meryem?”
“Evet Birol abi, ne oldu takıldın mı yine?”
“Yav, Aykut hazırlayınca hepsini çözüyorum da; sen hazırlayınca illa bir iki tane kalıyor. Nereden buluyorsun böyle alengirli soruları bilmem ki! Şimdi iki gün kafayı bunları çözmekle bozarım ben. Yine geriye attın beni Meryem. Ne güzel günü gününe çözüp bitiriyordum sayıları.”
“Ay Birol abi vallahi bir hoşsun. Yarınki sayıda cevapları çıkacak onların, onlara baksana. Neden kafanı yoruyorsun bu kadar?”
“Olmaz! Takıntılı adamım ben Meryem. İlla ki kendim bulacağım. Yoksa uykularım kaçar. Sen, sen ol bana acı da bir daha böyle alengirlisini koyma bulmacaya. Sonra ocakta taşmadık ne çay kalıyor ne kahve! Böyle giderse kovdurursun beni valla.”
“Aaaa, olur mu hiç öyle şey Birol abi? Senin çayının üzerine çay demleyenini nerede bulmuşlar da kovacaklar seni!” diyorum, gülerek.
Bir güzel kahvaltımı edip Birol abinin getirdiği üçüncü bardağın son yudumunu da kafama diktikten sonra Aykut geliyor. Sabah erken kalkmak dünya üzerinde en nefret ettiği şey olduğundan, son dakikada uyanmış yine…
Her zaman ki gibi aç ve huysuz… Birlikte Yayın Yönetmenimizin mail attığı adrese gitmek üzere yola çıkıyoruz.
Bu haftaki röportaj konuğumuz, Burdur Gölü civarındaki bir köyde yaşayan Osman Amca olacak.
“Kuşadası yanıyor bu kez de…” diyor, Aykut iç geçirerek. Arabanın radyosunu haber bültenine ayarlıyor.
“Evet, gördüm bu sabah haberlerde. Hava sıcaklıkları yazdan yaza günbegün artış gösteriyor. Kuraklık, su kıtlığı kapımızda. Ama beri yandan ormanlarımız; ah, hele içindeki o canlar diri diri yanıyor. Ciğerimiz yanıyor!
“Yarın bir gün yine dikerler yerine turizm tesislerini. Kuş Adası diyorum Meryem, Kuş Adası!”
“Ah, hayır Aykut ya ben inanmak istemiyorum. Dünyada doğaya zarar vermekten, ormanları rant için, para için kesip; yakıp biçmekten daha aşağılık bir şey var mı? Ben kimsenin bu kadar vicdansız, bu kadar onursuz olabileceğine olanak vermek istemem.”
“Ah, Meryem. Ben de vermek istemem. Ama sen temiz yüreklisin, erdemlisin diye kendin gibi sanma herkesi.”
“Ne diyeyim Aykut, umarım bir an önce söndürebilirler yangını. Daha var mı Osman Amca’nın evine?”
“Yok, geldik sayılır…”
Osman Amca, Burdur Gölü’nün epeyce yakınındaki Çınarcık köyünde karısı Ayşe Kadın ile beraber yaşıyor. Mütevazı, şirin bir bahçesi olan, klasik bir taş evde oturuyorlar. Bahçelerine girer girmez ciğerlerimizi tazecik sebze kokuları dolduruyor. İçimize çektikçe çekmek istiyoruz bu kokuları…
Minik bahçelerinde, domates, salatalık, biber, marul, maydanoz, nane yetiştiriyorlar.
Röportajdan önce kahvaltıya davet ediyorlar bizi. Aykut sabah kahvaltı yapmadığından epeyce mutlu görünüyor. İşin aslı sabah karnımı bir hayli doyurmuş olsam da bu organik ve lezzetli kahvaltıya ben de sırtımı dönemiyorum.
Masadaki her şey o kadar tazecik ve lezzetli ki. Domates, biber, salatalık; kendi bahçelerinden… Tereyağı, peynir, yoğurt… Bunları da koyun sütünden yapmışlar. Hele Ayşe Teyze’nin, komşu kadınlarla bir araya gelip açtığı yufkaların tadı yok mu? Bambaşka… Şehir hayatından çıkıp bu doğal yaşamı deneyimlemeye geldiğimiz için Aykut da ben de pek mutlu oluyoruz doğrusu… Nitekim röportajımıza mevzu olan konu, ağzımızın tadını kaçıracak türden…
Kahvaltıdan sonra, Osman Amcayla birlikte Burdur Gölüne doğru yola çıkıyoruz. Gölün kenarına vardığımızda derin bir “Ah!” çekiyor Osman Amca.
“Ahhh, ah! Benim ev göle bu kadar uzak mıydı sanırsınız? Yok işte. Sular bu ayak bastığımız yerden, benim evle arasında on beş metre kalıncaya kadar uzanır giderdi. Son otuz yıl içinde neredeyse üçte biri çekti.”
“Peki, bunun nedenini öğrenebilir miyiz, Osman Amca?” diye soruyoruz.
“Neden olacak? Birinci sebebi iklim değişikliği, kuraklık… Eskisi kadar yağış almıyor artık buralar… Ama tabii kaçak sondajlar, gölü besleyen derelerin üzerine barajların yapılması da bunların başında geliyor. Eskiden tekne turu yapılırdı buralarda. Eee, tabii göl çekilince iskele de boşa çıktı. Gölle iskele arasında yaklaşık on sekiz metre mesafe var artık. Şimdi ancak fotoğraf çekilmeye geliyor insanlar.”
“Peki, gölün eski manzarası ile şu anki manzarası arasında ne gibi farklılıklar var Osman Amca?”
“Şimdi manzarası neyin kalmadı ki; evladım. Çevresi bir kuru çorak arazi, kendisi avuç kadar su parçası… Eskiden böyle miydi? Bu kıyılar hep insan kaynardı. Yüzme etkinlikleri bile düzenlenirdi. Hele bir de kuşları vardı ki, sormayın gitsin. Cennet, cennet! Kuş cenneti! Kışları dik kuyruk ördekleri, yazları flamingolar… Daha ne kuşlar, ne kuşlar… Şimdi arayın ki bulasınız.”
Osman Amca böyle deyince Sait Faik’in Son Kuşlar’ı geliyor aklıma…
Ardından Osman Amca ile beraber göl kenarındaki ormanlık ve otlak araziye doğru yürüyüş yapıyoruz. Arazideki alkol şişeleri, poşetler ve diğer çöpler gözümüze çarpıyor. Bildiğiniz atık alanı olarak kullanmış burayı insanlar.
Osman Amca sinirleniyor. “Elimden geldiğince gelir toplarım buradaki çöpleri. Akşamın geç saatlerinde yemişini, içkisini alan arabayı göl kenarına çeker. Yer, içer, pisliğini buraya akıtıp gider.”
“Ah!” çekiyor yine Osman Amca. “Görüyorsunuz işte. Hal böyle. Bir ülkede gönüller kurumaya görsün. Göller kuruma mı hiç? Gönülleri kurumuş olanlara, çevre kirlenmiş, ormanlar yanmış, sular çekilmiş, koyar mı hiç?”
Bu sitemlerle sonlandırıyor Osman Amca konuşmasını. Ve tüm vatansever, çağdaş, duyarlı insanların sesi oluyor adeta.