Kendimizi diğerlerinden farklı kılan özelliklerimizi yansıtan kimliğimiz, sosyal medyanın etkisiyle bambaşka bir hal aldı. Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.” felsefesini çoktan unuttuk.
Artık değerimiz, güzel görünüp görünmediğimizle ölçülüyor. Daha güzel olanın daha çok sevileceği ve arzulanacağı telkini zihinlere kazınıyor: Sana sunulan kriterlere uygun görün. Daima güzel ol!
Uyku dışında en çok zaman geçirilen yer olan sosyal medyada, kimse gerçek bir insan görmek istemiyor. Sağlık ve güzellik sektörünün zihinlerimize sürekli kazımaya çalıştığı genç ve güzel görünme olgusu milyon dolarlık bir sektör yaratıyor. İnce bir vücut, pürüzsüz bir cilt ve belirli yüz hatlarının idealize edildiği güzellik anlayışı dayatılıyor kadınlara.
Böylece kendi en iyi modelini yaratmaya çalışan kadınlar, her zaman muhteşem görünmeyi istemek gibi boş bir hedefin peşinden koşuyor. Böyle bir hedefin peşinden koşmak sadece boş değil, aynı zamanda yorucu olsa da “muhteşem görünme” balonuna binmeye kesilen biletler kapış kapış gidiyor. Kimse bundan mahrum kalmak istemiyor.
Arzulanan ve beğenilen bir kişi olarak görülme arzusu, reklam dünyası ve medya tarafından sürekli manipüle edildiğinden aynaya baktığında dolgun memeler, yuvarlak kalçalar, sıkı bir vücut; kusursuz bir burun, pürüzsüz bir cilt göremeyenler genç yaşlardan itibaren estetiğe başvuruyor. Doldurulmuş yanakları, şişirilmiş dudaklarıyla kendi olma özelliğini yitirmiş, birbirinin benzeri kadınlar aynı vurgulamalarla konuşup aynı şekilde gülümsüyor, karakteristik bütün özelliklerini sistemin yarattığı sahte güzelliğe feda ediyorlar.
Bense, “Güzel olan sevilir.” mitine set çekip hoşnutlukla bakıyorum aynaya. Yüzümdeki çizgiler derinleşmiş. Gözlerimin çevresi kırışık. Yıllar bir şekilde iz bırakmış kâh yüzümde kâh yüreğimde. Yüreğimdekilerden acılı olanlar çoktan silinip gitmiş. Gülümseyerek hatırladıklarım arada bir dönüp bakmama değer. Yüzümde kalanlarsa yaşadıklarımın bir hediyesi. İçimdeyse aynaya nanik yapmak isteyen muzip bir kız çocuğu…







