6-7 Eylül Kıbrıs’ta sıkışan Demokrat Parti’nin örgütlediği sağcı-paramiliter bir ayaklanmadır. 6-7 Eylül’de olabilecek en kötü şey oldu ve Demokrat Parti’nin İstanbul Rumlarını tehdit hareketi kontrolden tamamen çıkarak bütün azınlıkları hedef alan korkunç bir yağma, gasp, cinayet ve tecavüz vakalarına dönüştü. Yazımız bu ırkçı-gerici ayaklanmayı bütün tarihsel-ideolojik-ekonomik ve politik bağlamıda tartışmak için kaleme alındı. Okumanız dileğiyle.
Ekonomi ve İç Siyaset Bağlamında 6-7 Eylül
1953’te başlayan milli histeri ve soğuk savaşta abartılan komünizm tehdidi, devletin ve onun eksenindeki basının haber diline yansımakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye’de azınlıkları da hedef alan milliyetçi-ayrımcı bir eksene oturdu. 1453’te fethedilen İstanbul’un, fethin 500. yılı kutlamaları vesilesiyle iyice belirginleşen bu dil, zamanla azınlık karşıtı bir içeriğe büründü. O kadar ki CHP Kars Mebusu ve Umumi İdare Heyeti Üyesi Cevat Dursunoğlu 1944’te yazdığı bir raporda “1453’ün 500. yılında yani 1953’te İstanbul’da hiç Rum kalmamalıdır” raporunu yazar. Umumi İdare Heyeti üyelerinin 1934 Trakya olaylarında oynadıkları merkezi rol düşünüldüğünde raporun ne kadar ciddi olduğu ortaya çıkar. 6-7 Eylül’ün ekonomik boyutunu 1954 krizi tetikler. 1954, Kore savaşının bitmesiyle Türkiye’nin neredeyse tek ihraç ürünü olan pamuk ve tahılın Amerika tarafından başa çıkılamayacak ölçüde ihraç edilmesiyle Türkiye ekonomisini önce durgunluğa (1953 GSMH büyüme hızı 11.2 iken 1954’de -3.8 le eksi büyümeye geriler) sonra krize ittiği yıldır. 1953-1954 ve 1955 arasında enflasyon artışı sırasıyla 4.8, 5.3 ve 11.2’ye yükselir. Artan ithalat açıkları sürekli büyüyen ödemeler dengesi, artan enflasyon, istikrarsızlaşan para, hortlayan karaborsa için bulunan çare, daha fazla Amerikan yardımıydı. Mart 1954’te Cumhurbaşkanı Bayar, Haziran 1954’te de Başbakan Menderes ABD’ye yaptıkları ziyaretlerde ekonomik yardımların arttırılmasını istediler. Ancak Menderes’in 300 milyon dolarlık yardım isteği geri çevrildi. Çünkü dış borçlar artarken, bunların ödenmesinde ciddi gecikmeler ortaya çıkmaya başlamış, bu da Türkiye’yi borç verilebilir ülke olmaktan çıkarır olmuştu.1 Ekonominin giderek bozulması, içine sürüklenilen kriz ortamı tarım ve ticaret kapitalizmi sancağı altında “nurlu ufuklar” ile “her mahallede bir milyoner yaratmayı” vaat eden ve Amerikan emperyalizmine her düzeyde yedeklenen DP’nin hegemonya stratejisinde büyük bir gedik açılmasına neden oldu.
DP iktidarının bahar dönemi bitip baskı dönemi basın susturulmaya çalışıldı. İspat hakkının ortadan kaldırılması yolsuzluk haberleri yazmayı iyice imkansızlaştırdı. Karikatür Akbaba mizah dergisinden
DP’nin hegemonya stratejisinde önemli bir yer tutan ve Türkiye muhafazakarlığının da buna bir de DP’nin köylü oylarını konsolide etmek için ihtiyaç olsun olmasın bütün ürüne alım garantisi vermesi ve tarım ürünlerini satın alabilmek için devlet tahvili basması; vadesi gelen tahvilleri ödeyebilmek için dış borç servisine bağımlılığıyla açmaz içinden çıkılamaz hale gelir. Ekonomik bunalım, tarımın makineleşmesinin yarattığı pazar genişlemesinin sınırında ortaya çıkar.
6-7 Eylül pogromu, bir bakıma bu iktisadi koşulların ürünüdür. Yerleşik gayrimüslim küçük burjuvaziye olan geleneksel muhafazakar hınç, Kıbrıs sorununda soğuk savaş milliyetçiliğinin etkisi ve kente yığılan tarımdan kopan binlerce işsizin maniple edilmesi bu felaketi hazırlayan başlıca faktörlerdir.
Ekonomi bağlamında ise 1955 yılı Demokrat Parti’nin liberal ekonomi politikalarının sınırına gelindiği bir dönemdi. Yukarıda saydığımız nedenlerin doğal sonucu olarak kentlere büyük bir göç akını başladı. İşsizliğin yarattığı yıkım, enflasyonun başını kaldırması ve DP’nin borçlanmaya dayalı ekonomi politikasının yıkıcı etkileri beraber düşünüldüğünde azınlık karşıtı milliyetçi öfke ve hıncın ekonomik psikolojisini kavramak kolaylaşır. Bütün bunlara bir de Demokrat Parti’nin siyasal hegemonyasını ve Türk muhafazakarlığının amentüsü diyebileceğimiz biz ve onlar söylemini eklememiz gerekir. Demokrat Parti’nin “biz”i değerleri, inanışları, yaşam tarzları ve gelenekleriyle yerli olan köylüler, işçiler ve esnaf gibi toplumun çoğunluğunu oluşturan kesimlerdi. “Onlar” ise kültür, beğeni inanç ve yaşayışlarıyla Batılı olmaya çalışan, bürokratik burjuvazi ve orta sınıflardı. Bunların içinde elbette ticaret ve küçük burjuvazinin içinde kökleşmiş Rum, Ermeni ve Yahudi gibi azınlıkların yer aldığı ve giderek kültürel hayatta etkileri olan gayrimüslim küçük burjuvazi vardı. Muhafazakar söylemin biz ve onlar zıtlığı ile bunun yanına eklenen soğuk savaş milliyetçiliğinin zehirli etkisi ve Kıbrıs sorununda yaşanan çaresizlik beraber düşünüldüğünde 6-7 Eylül’ü hazırlayan fay hattı daha net görülebilecektir.
Fay hattındaki gerilimi ve kısık ateşte ırkçılığı besleyen bir başka olgu, özellikle Hürriyet gazetesi başta olmak üzere Yeni Sabah, Milliyet ve Cumhuriyet gibi gazetelerin özellikle Fener Rum Patrikhanesi’ni hedef alan kışkırtıcı haber diliyle yayınladıkları haberlerdi. Bu haberlerin ortak noktası İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi ile Kıbrıs Rum Patriki Başpiskopos Makarios arasındaki iletişim olduğuydu. Haberlerin bu biçimde sunumu ve iddialarda dile getirilenler Kıbrıs meselesi çerçevesinde Rumlara yönelik milliyetçi histerinin temellerinin atılmasına sebep oldu. Adını saydığımız gazetelerin manşetlerinde ortaya atılan iddiaların pek çoğu iddia olmanın ötesine geçmemiştir.
Dış Politika bağlamında 6-7 Eylül pogromu
Nedenleri bakımından 6-7 Eylül 1955, Kıbrıs meselesinde Demokrat Parti’nin büyük fiyaskosunu örtme çabasıydı. Bu büyük tertipten amaçlanan ve dünyaya verilmek istenen mesaj, Türkiye’de yaşayan Rumlara rehin muamelesi yapıldığıydı. Porgrom sonrasında Kıbrıs sorunu içinden çıkılamaz bir hal aldığı gibi soğuk savaşta Türkiye tamamen yalnızlaştı. Demokrat Parti’nin kurmay heyetinin Kıbrıs sorununun çözümünü emperyalizme havale etmesi, bu konuda neredeyse hiçbir politikasının olmaması 6-7 Eylül pogromunun bir başka sebebidir. O kadar öyle ki dönemin CHP’li Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak şu açıklamayı yapabiliyordu:
“Baylar ortada Kıbrıs sorunu diye bir şey yoktur. Bunu bir süre önce muhabirlerin sorularına karşılık verirken de söylemiştim. Kıbrıs sorunu diye bir şey yok çünkü ada Büyük Britanya’nın egemenliği ve yönetimi altında. Biliyoruz ki İngiltere’nin bu ada üzerindeki haklarını başka bir güce devretmek gibi bir düşüncesi zerrece yoktur ve hiçbir zaman bu yönde bir eğilim göstermemiştir.”2
İktidarı 14 Mayıs 1950 seçimlerinde CHP’den devralan Demokrat Parti de Kıbrıs meselesinde politika üretmemeyi, tutum belirlememe apolitik davranmayı genel bir eğilim olarak devam ettirdi. Ancak Yunanistan’da ortaya çıkan soğuk savaş milliyetçiliğinin etkisiyle Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Yunanistan’ın Kıbrıs üzerindeki taleplerini bildirmesiyle bu hava bozuldu. Yunanistan ve milliyetçi düşüncesi Enosis, yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması milliyetçi fikri ile adadaki emperyalist varlığını devam ettirmek isteyen İngilizlerin bölgedeki çıkarları çatışmaya başladı. Bu çatışmanın olası sonuçlarından biri adada yaşamakta olan Türklere yönelik saldırıların artmasıydı. Emperyalizmin Orta Doğu’da yükselmekte olan Arap milliyetçi akımları ile karışık sosyalist halkçı rejimleri tehdit olarak görmesi ve bölgeyi soğuk savaşta askeri güçle kontrol etme politikası, Kıbrıs meselesinin bir başka boyutunu oluşturur. Yeni kurulmakta olan İsrail devletine destek sunma ve Arap Orta Doğu’sunun baskı altına alınması, bölgeye yakınlığı nedeniyle İngiliz emperyalizmi açısından Kıbrıs’ı vazgeçilmez bir üs olarak görülmesine neden oluyordu. İngiliz emperyalizminin adadaki varlığının devamı Türk ve Rum ada halkının sürekli çatıştırılmasına bağlıydı.
İngiliz kolonizasyonu ile Yunan Milliyetçiliğinin av sahasına dönüşen Kıbrıs meselesi, kısa zamanda Türkiye’deki iç siyasetin referanslarını değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda Türk dış siyasetinin yıllarca yeni çözümsüzlük ve kördüğümünün ana kaynaklarından biri oldu. Fotoğrafta 1950’lerde Kıbrıs bir sokak çatışması
6-7 Eylül öncesi kışkırtmalar ve provokasyonlar.
26 Ağustos 1955’te İzmir’de bir gösteri düzenlenmiş, bu gösteriye, Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini İzmir’de sahibi olduğu Gece Postası gazetesiyle duyuran Nuri Erdöl de katılmıştı. Erdöl, aynı zamanda Kıbrıs Türktür Cemiyeti İzmir şubesinin yönetim kurulu üyelerinden biriydi.3
Geçerken belirtmekte fayda var Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun Başbakan Adnan Menderes ve DP’nin isteği üzerine kurdurulan Kıbrıs Türktür Derneği, 6-7 Eylül pogromundan birkaç hafta önce İstanbul başta olmak üzere gerici faşist ayaklanmanın çıktığı kentlerde örgütlenmesini tamamlamıştı.
Nitekim olaylardan birkaç gün önce Londra’dan ulaştırılan bir şifreli mesajda dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu “bir şeyler yapmalı” mesajını iletiyordu. Nelerin yapılacağını herkes birkaç gün içinde görecekti. Pogromdan bir kaç gün önce Kıbrıs Türktür Derneği Başkanı Hikmet Bil, Kamil Ünal’a, KKTC Londra Şubesinin orada gerçekleştirdiği bir eylemi desteklemek amacıyla, öğrencilerin Taksim meydanında bazı Rumca gazetelerin yakılması talimatını verdi. 1 Gerçekten de Gündüz Gölönü ve Hurşit Şahsıvar, çok sayıda gazetecinin önünde Rumca gazeteleri yaktılar.2 Soğuk savaşta devlet güdümlü bir derneğin yönlendirdiği öğrencilerin yaptığı bu eylem, pek yakında patlayacak gerici ayaklanmanın fitilini ateşliyordu. Saldırıdan bir gün önce 5 Eylül’de Beyoğlu Hacı Abdullah Lokantası’nda Kıbrıs Türktür Derneği Başkanı Hikmet Bil ile Beyoğlu Hacı Abdullah Lokantasındaki bir yemekte buluşan Başbakan Adnan Menderes, derneğe doğrudan maddi yardımda bulunarak, gerekli havanın ve kamuoyu baskısının oluşmasında merkezi bir rol oynadı. Ancak pogromu ateşleyen bildiri, milliyetçi-faşizan Kıbrıs Türk’tür Derneği İkinci Başkanı Orhan Birgit’in kaleme aldığı bildiriydi. Birgit’in sol jargonu kullanarak kaleme aldığı bildiride ayaklanmacıları “zincirlerinizden başka kaybedecek bir şey yoktur saflarınızı sıklaştırın” 3cümleleri Karl Marx’ın bilimsel sosyalizmin kurucu belgesi Komünist Manifesto’nun son cümlelerinin tahrif edilmiş bir haliydi. Karl Marx işçileri Komünist Manifestoda burjuvaziye karşı birlik ve mücadeleye davet ederken, Birgit bu cümleleri kullanarak gerici ayaklanmanın, pogromun fitilini ateşliyordu. Birgit’in bu siyasal dili kullanmasının görünür nedeni, soğuk savaşta 6-7 Eylül pogromunu solcuların başlattığını ima etmek olabilir mi? O günlerin siyasal gerilim ve atmosferini düşündüğümüzde bu ihtimalin çok da akıldan uzak olmadığını söylemek mümkündür. Herhangi bir etik değeri olmayan Orhan Birgit gibi gazeteciden başka her şey diyebileceğimiz tiplerin kışkırtmasıyla başlayacak olan pogrom, Türkiye siyasal tarihinin utanç veren sayfalarında yerini alacaktı…
Pogrom !
İçlerinde dönemin MİT’i (MAH) ve Gökşin Sipahioğlu’nun yönettiği İstanbul Express, Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve bazı tekstil sendikaları hazırlığı ve bizatihi MAH’ın provokasyonuyla Selanik’te Atatürk’ün kaldığı evin duvarında bomba patlatıldı. Bomba Atatürk’ün kaldığı evde ciddi bir hasara neden olmadıysa da iyice gerginleşen siyasi atmosferin yağmaya ve yıkıma dönüşmesine neden oldu. Bombayı patlatan bir MİT görevlisi olan Oktay Engin’di. Engin, daha sonra Niğde Valisi olacaktı. Günler önce hazırlanan kamyonlara doldurulan eli sopalı güruh, intikamcı milliyetçi histeri ile harekete geçirildi. Beyoğlu ve Adalar iki gün boyunca durmaksızın yağmalandı. Yağmacıların her şeyi yok etme hıncı, güvenlik kuvvetlerinin pasifizmi ve dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın tedbir almaması ile birleşince tahminlerin ötesinde bir vandalizmin, ırkçı nefretin kentlerdeki gayrimüslim azınlığa ait iş yerleri ve dini yapılar olmak üzere her şeyin yağmalamasına neden oldu. Pogromu kışkırtan eylemleri örgütleyen Kıbrıs Türktür Cemiyeti üyeleri başta olmak üzere Demokrat Parti il ve İlçe teşkilatlarının üyeleri yağmaya ve saldırılara katıldılar. Aralarından bazıları azınlık karşıtı söylemi kullanarak şiddeti özendirdiler. Bu esnada defalarca eylemler sırasında kimsenin can güvenliğinin tehlikeye atılmayacağı vurgulanıyordu. 6
Pogromun kitlesel desteği ve örgütlenmesinde lumpen proleterlerin katkısı oldu. Burada özellikle yine DP’nin güdümünde olan Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası, Şoförler Cemiyeti ve Tekstil Sanayi Sendikası’nın alet edevat ve göstericilerin taşıdığı bayrakların temin edilmesi gibi pogroma lojistik ve kitlesel destek sundu. Soğuk savaşta DP’nin propagandası altında zihinleri esir edilmiş işçilerin bir kısmının kendi haklarını arayacakları yerde, binlerce yıldır İstanbul’da yaşamakta olan azınlıkların evlerine ve dükkanlarına saldırmaları, kendi için bir sınıf olmadığında emekçi sınıfların yaşayabileceği çürümeyi göstermesi bakımından ibretliktir.
Elbette bu çapta bir saldırı kontrgerillanın desteği ve gözetimi olmadan örgütlenemezdi. Fatih Güllapoğlu “Tanksız Topsuz Harekat” adlı kitabı için Seferberlik Tetkik Kurulu’ndan Sabri Yirmibeşoğlu ile yaptığı söyleşide sarf ettiği “6-7 Eylül Özel Harp işidir mükemmel bir örgütlenmeydi amacına da ulaştı” sözleri faillerin kim olduğunu kuşkuya bırakmayacak netlikte ortaya koyuyordu. 6-7 Eylül’ün yargılandığı Yassı Ada duruşmalarında sabık DP Milletvekili Mükerrem Sarol’un yanında bulunanlara sarf ettiği “Yapın dedik. Ama yapın dedikse, böyle mi yapın dedik? Türk milletine vur deyince, öldürür zaten. Halbuki dirayetli emniyet amirleri, hadiselere pek ala hakim olabildiler. Mesela Hayrettin Nakiboğlu” (Akis Dergisi Sayı 329 s. 21) sözleri DP’nin 6-7 Eylül pogromundaki örgütleyici rolünün itirafıydı. DP ve siyasi kadrosu, büyük bir provokasyonun ardından konuyla ilgisiz kendi azınlık yurttaşlarını kendine bağlı lumpenlere hücum emri vererek bir insanlık suçu işledi ve bu insanlık suçuyla tarihe geçtiler.
Yeşilçam’da birbirinden babacan ve güzel rollerin insanı Nubar Terziyan’ın 6-7 Eylül tanıklığı ise ibretliktir. Terziyan, pogromun yaşandığı günün akşamında evinde gazete okurken sokaktan gelen seslerle irkilir. Bayrak asın! Seslerini duyan Terziyan, can havliyle evinin balkonuna Türk bayrağı asarak saldırıdan kurtulur. Bayrak asmayanların kepenklerini ve camlarını kırın seslerini duyan Terziyan, evinin sokağın karşısındaki kırtasiyeci arkadaşının dükkanına da bayrak asan Terziyan, saldırı ve yağmadan dükkanı kurtarmış olur. Balıkpazarı’nda oturan kız kardeşinin evine gitmek için yola çıkan Terziyan, kalabalığın arasında kalır. Taksim’deki Aya Triada Kilisesi’ni yakmaya yeltenen kalabalığın baskısından sıyrılmayı başaran Terziyan, kilisenin yakılması için getirilen gaz tenekelerini tekmeler. Ancak yağmacı güruh tarafından fark edilen Terziyan, linç edilmek üzereyken güvenlik kuvvetlerinin son andaki müdahalesiyle kurtulur. Terziyan yağmacılar tarafından kendisine hediye edilen sigara ve sabunları almaz. Kendisi de dahil yağmacı güruhla tutuklanır, karakoldan çıkarken pırıl pırıl makaslar, bıçaklar, esanslar, çeşit çeşit sigaralardan saymakla bitmeyecek eşyaların üzerine bastığını fark eder. Yağmalanan her şey ayaklar altındadır… Terziyan, Emniyet müdürlüğü nezarethanesine ve sonra Selimiye kışlasına vapurla nakledilir. Nubar Terziyan bir punduna getirip sığındığı makine dairesinden kendini tanıyan makinistin yardımıyla kurtulur ve evine döner. Nubar Terziyan’ın 6 Eylül gecesi yaşadıklarını kaleme aldığı Ne İdim Ne Oldum adlı kitabından aktardığımız bu anekdot, gözü dönmüş bir vandalizm esnasında bile elinden geleni yaparak yağmacıların daha fazla zarar vermesine engel olmaya çalışan azınlık vatandaşın ibretlik öyküsüdür.
Dönemin İstanbul Vali Yardımcısı Vefik Kitapçıgil’in tanıklığında dile getirdiğine göre; dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, olayların çığırından çıkmak üzere olduğunu görerek güvenlik tedbirleri alması çabası üzerine dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in “Vali Bey bu hadise milli bir galeyanın mahsulüdür, sert tebirlerle mukabele etmek doğru olmaz” sözleriyle valiyi engeller. Öte yandan Karl Marks’ın primitif akümülasyon olarak nitelendirdiği ilksel birikim azınlıkların mallarının yağmalanması ve yaratılan korku iklimi nedeniyle türedi zenginlerin burjuvaların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu zengin türüne literatürde “6-7 Eylül Zenginleri” adı verildi. Kültürel sonuçları bakımından 6-7 Eylül pogromu Beyoğlu ve civarındaki çok kültürlü hayatın ana kaynaklarını kurutmakla kalmadı, aynı zamanda bugün etkilerini daha fazla gördüğümüz lumpenleşmenin ve bayağılaşmanın temellerini attı. Bunların arasında Türk milli takımının formasını giyen Fenerbahçeli Rum futbolcu Lefter Küçükandonyanidis’in 6-7 Eylül sonrasında dile getirdiği sözler acının insani boyutuna yakından bakmamıza neden olur: “15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü onları öldürmeye kalktılar. İstanbul’dan Emniyet Müdürü gelmişti. Gece gördüğü manzara karşısında “Aman Allah’ım” demişti. Sonra çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”
Siyasal sonuçları bakımından 6-7 Eylül.
6-7 Eylül pogromu, sonrasında Beyoğlu’nda dolaşan Cumhurbaşkanı Celal Bayar yanındakilerin duyacağı biçimde “galiba ipin ucunu kaçırdık” diyerek pogromdaki sorumluluğunu itiraf etmiştir. Aynı Bayar 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında yargılandığı Yassı Ada duruşmalarında mahkeme başkanı Salim Başol’un 6-7 Eylül olaylarına ilişkin bilgisi olup olmadığı sorusuna “hakkında en ufak bir malumatım yoktur” diyerek inkarcı bir tutum sergiledi. Zamanın İçişleri Bakanı Namık Gedik ve üç generalin görevden alınmasıyla rezaletini savuşturmaya çalışan Demokrat Parti, bölünmeye engel olamamış ve bölünmeden Hür Parti adında bir parti doğmuştur. Bu DP gibi sağ faşizan bir parti için bir ilkti. Demokrat Parti ve lideri Adnan Menderes bozulan ekonomik ve sosyal yapının etkisi ve denge fren mekanizmalarının yokluğunda hızla diktatoryal bir sürece girdi. Hubris sendromu7 olarak niteleyebileceğimiz bu süreç, zirvesine 1958 büyük iflasıyla ulaştı. Basın üzerinde artan oranda baskı gazetecilerin sürekli tutuklanması, dergi ve gazetelerin toplatılmasına paralel olarak kurulan Vatan Cephesi ile tahkikat komisyonu DP’nin amok koşusu olarak tarihte yerini aldı. 6-7 Eylül’den sonra azınlıkların açtığı davaların hiçbirinde tazminat ödenmemiş veya zararın çok altında tazminat ödenmiştir. Siyasi sonuçları bakımından 6-7 Eylül, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası Yassıada duruşmalarında yargılanıp ceza aldığı en ciddi davalardan biri olmuştur. DP’yi iktidara taşıyan azınlık desteği de 6-7 Eylül sonrasında sona erdi.
Davada yargılanan DP’nin Kızıltoprak Örgütü Başkanı Serafim Saramel’in mahkeme tutanaklarına geçen ifadesi pogromdaki DP’nin merkezi rolünü anlatır:
“DP’nin ocak örgütlerinden birinin başkanı, arkadaşlarımıza şunu anlatmış: Merkezden bir talimat aldık. Yazıda, Kıbrıs’ta bir gösteri olacağı yazılıydı. O yüzden Taksim Meydanında toplanılacaktı. Öğrenciler, Kıbrıs sorunuyla ilgili konuşmalar yapacaklardı. Konuşmalardan sonra bizler İstiklal Caddesi’nden geçip, “Kahrolsun Yunanistan, Kıbrıs Türk’tür” diye bağıracaktık. Ondan sonra da yolumuzun üzerindeki Rum dükkanlarını taşlayıp, tahrik edecektik. Ama hiçbir şekilde yağma olmayacaktı. Bize verilen talimat buydu. Ancak gösteri bizim tahmin etmediğimiz boyutlara ulaştı. Bunu biz de anlayamadık”8
Pogrom sonrası Demokrat Parti, aralarında Aziz Nesin’in de bulunduğu kamuoyunda solcu-demokrat olarak bilinen kim varsa tutuklayarak suçu bu insanların üzerine yıkmaya çalıştı. Ancak hiçbiri ceza almadı çünkü zaten masumdular. Hatta DP’nin ABD’den getirttiği uzman “komünistler bu kadar güçlü olsalardı dükkan tahrip edeceklerine ihtilal yaparlardı” diyerek alay etmiştir.
6-7 Eylül azınlık politikaları bağlamında değerlendirildiğinde örneğin onu önceleyen 1934 Trakya Olayları, 1943 Varlık Vergisi ve Aşkale sürgünleri tekil bir olay değildi. Devletin azınlık karşıtı politikalarının ulaşabileceği sınırı göstermesi bakımından 6-7 Eylül, en örgütlü ve sonuçları bakımından maalesef en yıkıcı sağcı ayaklanmaydı. 1954 seçimlerinden hemen sonra Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın dile getirdiği “ince demokrasi devri bitti” kinayeli sözlerinin mantık sınırında yer alan 6-7 Eylül pogromunun yarattığı kültürel tahribat ve yıkım, 25 Eylül 1956’da Başbakan Adnan Menderes’in “İstanbul’u Yeniden Fethetmek” sloganıyla 1957’de bu kez kentin kültürel mirası kapsamındaki tarihi-dini eserlerini hedef alan bir vandalizmle birleşerek yeni bir içerik kazandı. İstanbul’da “trafiği rahatlatmak”, “yeni yollar ve meydanlar açmak” “şehri güzelleştirmek” ve “tarihi yapıları koruma” iddiasıyla başlayan yıkımlar, kısa sürede tarihi kültürel dokuyu paramparça ederek kentin mimari mirasını tıpkı 6-7 Eylül’deki gibi geri döndürülemez biçimde tahrip etti. Rant ekonomisinin yarattığı mülksüzleşme ve tarihi dokunun tahribinin bir diğer sonucu belleksiz ve giderek kimliğini yitirmek üzere olan bir kent yaratılmasıydı.
1956-1957 yıllarında devam eden kentin imarı projesi ya da diğer adıyla Menderizasyon kısa zamanda çarpık kentleşmenin ta kendisi haline geldi
Bütün bu karamsar tabloya rağmen, Azınlık komşularıyla kişisel bir husumeti olmayan bazı Türklerin komşularına sahip çıkarak can kaybının daha çoğalmasına engel olmaları belki de bu karanlık pogromda tek teselliydi. 6-7 Eylül pogromu 50. yılında bir fotoğraf sergisinin konusu olduysa da milliyetçi histeri bir kez daha harekete geçti ve serginin düzenlendiği Karşı Sanat Galerisi ülkücü faşistlerin saldırısına uğradı. Unutmaya karşı verilen mücadelenin iktidarlara karşı verilen mücadele olduğunu bir kere daha doğrulayan bu olayla birlikte siyasi iktidarların güdümündeki gençlik örgütlenmelerin, faşist yapıların hafızayı geri getirmeye yönelik her denemeyi boğmaya çalışacağı bir kez daha ortaya çıktı.
Rıdvan Akar imzalı “Unutulmayan İki Gün: 6-7 Eylül Belgeseli”ni izlemek için.
2AESF, Fahri Çöker Dosyası, Örfi idare Beyoğlu Bölgesi 2 No’lu Mahkemesi, 02.12.1955
3https://www.haberturk.com/polemik/haber/127615-orhan-birgit-sanem-altana-konustu
1NARA 782.00/2-2056, İstanbul Başkonsolosluğu Raporu, 20 02.1956
2AESF, Fahri Çöker Dosyası, Örfi idare Beyoğlu Bölgesi 2 No’lu Mahkemesi, 02.12.1955
1Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat / Gökhan Atılgan ve diğerleri, İstanbul, Yordam Kitap, s.418
2Armaoğlu, Kıbrıs Meselesi 1954-1959 Türk Hükümeti ve Kamuoyunun Davranışları, s 17
3Aktaran Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s.62
4NARA 782.00/2-2056, İstanbul Başkonsolosluğu Raporu, 20 02.1956
5AESF, Fahri Çöker Dosyası, Örfi idare Beyoğlu Bölgesi 2 No’lu Mahkemesi, 02.12.1955
6 https://www.haberturk.com/polemik/haber/127615-orhan-birgit-sanem-altana-konustu
7https://www.kimpsikoloji.com/hubris-kibir-sendromu-nedir/
8Yassıada, Yüksek Adalet Divanı Tutanakları, 6-7 Eylül Hadiseleri, Tanık gazeteci Aziz Ozan, s. 140.