Pazartesi, Eylül 22, 2025
Son Haber
  • Yazarlar
  • Manşetler
  • Son Haber Tv
  • Künye
No Result
View All Result
  • Yazarlar
  • Manşetler
  • Son Haber Tv
  • Künye
No Result
View All Result
Son Haber
No Result
View All Result
Home Dosyalar

HAFIZA-İ BEŞER: TÜRKİYE SOĞUK SAVAŞTA ABD’YE NASIL TESLİM OLDU ? BİR UTANCIN MUHASEBESİ

Ümit Özdemir by Ümit Özdemir
03/06/2025
in Dosyalar, Manşet Haberler, Yazarlar
A A
0
HAFIZA-İ BEŞER: TÜRKİYE SOĞUK SAVAŞTA ABD’YE NASIL TESLİM OLDU ? BİR UTANCIN MUHASEBESİ
0
SHARES
376
VIEWS
Share on FacebookShare on TwitterShare on Whatsapp Send Mail

Celal İnce’nin şarkısıdır.. Amerika Amerika / Türkler dünya durdukça / beraberdir seninle / hürriyet savaşında. Dost Amerika adlı şarkısıyla İnce, ABD emperyalizmine tam teslimiyetin şarkısını yazdı. İnce’nin bu sömürge şarkısını yazması sebepsiz değildi. Yazımız o sebeplerin nesnel bir değerlendirmesini yapmak üzere kaleme alındı. Kalem deyip geçmeyin tarih yazımı üzerinde pek kafa yormamış bir milletin çocukları olarak bu işleri bilinen resmi tarih kodlarının dışında yazmak boynumuzun borcudur.

SSCB savaştan galip ayrılmış ancak lideri Stalin’in tek adam yönetimiyle Nazi Almanya’sına karşı kazandığı savaş, bütün hatalarına rağmen prestijini arttırmıştı. Stalin muzaffer bir komutan edasıyla yeni dünya düzeninde kurucu bir aktör olarak ortaya çıkmıştı. Stalin’in Soğuk Savaştaki iki hasmı ABD ve İngiltere liderleri Roosevelt ve Churchill ile karşı karşıya geldiği Yalta Konferansı, dünya üzerindeki güç ve egemenlik alanlarının paylaşımının karara bağlandığı toplantıydı. Şubat 1945’te tamamlanan Yalta Konferansı, galiplerin mağluplara SSCB-ABD arasında kalıcı olarak bölünecek olan güç ve nüfuz alanlarını tek taraflı dayattığı anlaşma olarak kayıtlara geçti.

Bir soğuk savaş yalanı: SSCB’nin toprak talebi

1925’te imzalanan Sovyetler Birliği-Türkiye Dostluk ve Tarafsızlık anlaşmasını tek taraflı olarak fesheden SSCB, 19 Mart 1945’te Türkiye’nin SSCB’ye nota verdiği ve Türkiye’den toprak talep ettiği haberi gazetelerde yer aldı. Gerçek ise elbette böyle değildi. Sovyet tarafının temsilcisi Dışişleri Bakanı Molotov, boğazlardaki Montreux sözleşmesinin gözden geçirilmesi talebinde bulunduklarını bildirir. SSCB tarafı adına bunun kendi güvenliklerinin sağlanması adına elzem olduğunun altını çizen Molotov ‘un bu tutumunu, dönemin Dışişleri Bakanı Sarper yazdığı raporda, “kişisel görüşü olarak SSCB’nin toprak talebinde ısrarlı olmadığını, Molotov’un boğazlar konusunda taviz koparabilmek adına bu talepleri öne sürdüğünü” bildirir.

2. Dünya Savaşı bitiminde Amerikan yardımı alabilmek adına atılacak ilk adım, çok partili siyasal hayata geçileceğinin meclis kürsüsünden ilanıydı. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile başlayan tartışmaya katılan CHP içindeki tarım ve ticaret burjuvazisinin temsilcileri Refik Koraltan, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes’ten oluşan grup, tek parti diktatörlüğünün yumuşaması ve yeni döneme uygun demokratik adımları atması gerektiği yönündeki Dörtlü Takrir’le CHP içindeki liberal muhalefetin bayrağını kaldırdılar. Liberalleşme eğilimleri, daha sonra DP’yi kuracak olan çekirdek kadroyu Dörtlü Takrir ile bir araya getirecekti. CHP’den demokrasiye geçilmesi talebi, ABD’nin Marshall yardımı planıyla yerini ve anlamını bulur. 18 Temmuz 1945’te kurulan Milli Kalkınma Partisi ile tek parti dönemi fiilen sona erdirilir. Öte yandan tam bir restorasyoncu olduğunu her fırsatta ispat eden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1 Kasım 1945’te meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada sarf ettiği “bizim tek eksiğimiz, hükümet partisi karşısında bir parti bulunmamasıdır” sözleriyle işaret ettiği çok partili siyasal yaşamın başlaması gerektiği yönündeki eleştirisi, mecliste yoğun alkışlar ve tezahüratlarla karşılanır. Türkiye adım adım tek parti içinden öne çıkan liberal muhalefetin tasfiyesiyle, çok partili olduğu iddia edilen, ancak son analizde iktidar partisinin bir hizbi olarak siyaset sahnesinde yerini alacak olan DP ile iki partili Amerikan siyasal sisteminin kötü bir kopyasını uygulamak üzere kolları sıvayacaktır. DP’nin kurucularından Celal Bayar’ın bir Amerikancı olduğunu gizlememesi ve diğer kuruculardan Adnan Menderes’in NATO’yu öven sözleriyle bu yönelişi tamamlaması, iki partili Amerikan taklidi bir siyasal sisteme geçileceğinin işaretleriydi. Ancak hepsinin fevkinde İnönü bu konuşmayla liberal bir demokrasiye geçileceğini “hür dünyaya” ilan etti. Restorasyoncu İnönü tam 23 yıl boyunca tek parti diktatörlüğündeki isimlendirmesiyle “Milli Şef” rolünden istifa ederek, yeni siyasi düzenin kurucu bir önderi olarak yine ön planda yer alıyordu. 23 yıl boyunca sürdürülen savaş ekonomisi, yağmaya dönüşerek yeni zengin bir hacı ağa sınıfını, yoksulları ekmek karnesine mecbur ve mahkum ederek yaratabildi. Zenginlerin sınıf çıkarlarını savunacak yeni bir parti kurulması ihtiyacı Dörtlü Takrir ile netleşir. DP ile esasen bu hacı ağa sınıfının en seçkinlerinin önü açılıyordu. Üstyapıdaki liberal refomcular kendi seslerini duyurabilecekleri basın organı ararken bu arayış onları Sertellerin Görüşler dergisiyle buluşturacaktı…

Selim Sarper’in raporuna ve İsmet İnönü’nün iki partili siyasal hayat mesajlarına rağmen, ülkede büyük bir anti-komünist teyyakuz süratle devlet güdümündeki basın yayın ve CHP’nin güdümündeki öğrenci gençlik tarafından örgütlenecektir. Tan Gazetesi’nin basılması ve yağmalanması sırasında yaşanan utanç sahneleri mesela faşist saldırganların yanlarında getirdikleri kırmızı boyayla yakalamayı hedefledikleri Sabiha ve Zekeriya Sertel’i kızıla boyayarak İstanbul sokaklarında dolaştırma arzuları, saldırıyı son anda haber alan Sabiha ve Zekeriya Sertel’in o gün gazete gitmemesiyle akim kalır. Sertellerin ülkeyi terk etmelerine sebep olacak bu saldırı, daha sonra kendisi de hapse atılacak olan Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Kalkın Ya Ey Ehli Vatan” başlıklı provokatif yazısıyla tertiplenir. Saldırıyla soğuk savaş döneminde demokratik muhalefetin en önemli odaklarından biri olan Tan Gazetesi susturulur. Sabahattin Ali’nin yıllar sonra kaleme aldığı “Esas Tehlike Bugünkü Ehliyetsiz İktidarın Devamıdır” yazısında işaret ettiği üzere “Bu çare ise komünist tehlikesi masalıdır. Gerçi yurdumuzda ne bir tehlike teşkil edecek kadar komünist, ne de onları temsil edecek kadar şuurlu (bilinçli) ve teşkilatçı bir komünist kitlesi vardır. Buna rağmen böyle bir tehlike, Amerika’dan para koparmak ve içerideki namuslu halk dostlarını yıldırmak için lüzumlu olduğundan mevcut değilse de icat edilmelidir. İşte bunun için sosyalist partilerin kurulmasına izin verilip, sonra bunlar “Komünist” diyerek gürültü patırtı içinde kapatılır” cümleleriyle soğuk savaş mantığını gözler önüne serer.

Tan Matbaası baskını: sağ terörün prelüdü

Rejimin sahipleri, Tan Gazetesi matbaası baskını, Sabahattin Ali ve Cami Baykut’un La Turqie ve Yeni Dünya dergileri matbaalarının tahribiyle soğuk Savaş’ta, SSCB “saldırganlığına” karşı cephe ülkesi olacağını ilan eder. Bu ilan ve anti-komünist hezeyan, ilerici-demokrat kimlikli kim varsa “komünist” ilan edilerek, terörden nasibini almasıyla biçimlendi ve soğuk savaşçıların anti komünizmi, Türkiye’de sağının kültürel-siyasi kodlarından biri haline getirildi. Paranoya o kadar derindi ki, yıllarca Rus salatası olarak bilinen salatanın adı Amerikan Salatası olarak değiştirilebildi. Türk sağının tarihsel kodlarında yer alan yenilgilerden kaynaklı “Moskof düşmanlığı”, yerini hayali bir “kızıl işgalci” imajına bırakırken, sağcı basın bu teyakkuzu besleyecek sayısız resim ve yazıyla ateşi harlıyordu. Komünist Vedat Türkali’nin Güven adlı başyapıtında çeşitli tip ve karakterler üzerinden enfes bir biçimde betimlediği üzere 2. Dünya Savaşı sırasında SSCB karşıtı Alman yanlısı bir tutum alan Türk burjuvazisi, suçunu örtmek ve Yalta Konferansı sonrası kurulan yeni dünya düzeninde yerini almak için sarıldığı soğuk savaş ipi, anti-komünist teyyakuzun perde arkasındaki sebebiydi.

Tan Baskını’ndan bir gün sonra yayınlanan Cumhuriyet’ten bir karikatür. Neredeyse bütün basın önde gelen yazarları bir olmuş Tan ve Görüşler’i çıkaran Sabiha Sertel’e saldırıyor. Tam bir linç manzarası olan karikatürde Sabiha Sertel’in elindeki orakla Görüşler dergisi sembolize edilmiş.

SSCB adına ikinci nota 7 Ağustos 1946’da gelir. Notada SSCB boğazların yeni rejimi üzerinde taleplerini yineler. SSCB’nin “Karadeniz’de kıyısı olan ülkelerin silahlı kuvvetlerinin gemilerine her zaman açık olması” talebi, fiilen Montreux’nün delinmesi anlamına geldiğinden kabul edilebilir bir madde değildi. Sovyet tarafının tutarsızlığının en belirgin olduğu madde ise Montreux’nün getirdiği “Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerine kapalı olması” maddesi Montreux’nün teyidiydi. SSCB’nin nota olarak sunduğu bu maddeleri Montreux ile Karadeniz’in silahsızlandırılması esprisinin dışına çıkılması anlamına geldiğinden uygulanması imkansız maddelerdi ve elbette bu maddeler ile SSCB diplomatlarının yeteneksizliği bir kez daha ortaya çıkıyordu. SSCB bu notaları vermeyerek Türkiye’yi tarafızlaştırabilir ve zaten kendi güneyindeki Türkiye’yi Lenin dönemindeki dış politikanın uzantısı olarak Batı kampına itecek gelişmeleri tetiklemeyebilirdi. Türkiye’yi az çok tanıyan her diplomatın 2. Dünya Savaşı içinde Türkiye’de Nazi Almanyası yanlısı propagandaya izin verilmesi, desteklenmesi sonucu bu adımları atmak zorunda kalacağını görebilir, buna uygun esnek bir karşılık üretebilirdi. Bunların hiçbiri olmadı. SSCB’nin 7 Ağustos 1946 tarihli notasında Kars ve Ardahan’la ilgili herhangi bir maddenin yer almaması, Selim Sarper’in tezinin teyit edilmesiydi.

Missouri Zırhlısı ziyareti ve ABD hayranlığı cinneti !

Soğuk Savaştaki bu nota trafiği dış politika iç politikanın devamıdır tezini doğrularken, Türkiye’de Amerikan yanlılarına müthiş bir alan açtı. Missouri zırhlısının taşıdığı Washington büyükelçimiz Münir Ertegün’ün naaşı, 1.Dünya Savaşı’nda Alman emperyalizmine teslim oluşumuzun simgelerinden Yavuz zırhlısı tarafından karşılandı. Karşılıklı jestler ABD’nin Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı yıllarında aldığı ödünç verme ve kiralama (Land and Lease) borçlarını silmesiyle devam etti. ABD’nin bu jesti, büyük bir kampanyanın işaret fişeği olarak havaya atılacaktı. Missouri zırhlısı İstanbul’da cami mahyalarına asılan “Welcome Missouri” yazısıyla selamlanırken, ziyaretin anısına PTT’ye hatıra pulu bastırıldı. Tekel “Missouri” adında bir sigara çıkarırken, gemi’nin Dolmabahçe’ye yanaşacağı için bütün binalar tek renge boyandı. Genelevler badana boya yaptırıldı, genelevde çalışan kadınlara sağlık bakımı yapıldı ve göbeklerine “Welcome” yazısı yazılabildi ! Türkiye’deki bütün genelevlerden en güzel kadınlar toplanarak İstanbul’a getirildi. ABD askerlerinin sahile çıkmaları ve olay çıkarmaları durumunda müdahale etmemeleri yönünde uyarılan güvenlik kuvvetleri, ABD askerlerinin her türlü tacizine ve taşkınlığına göz yumarak yarı sömürgeciliğe hizmet ettiler. Bu utanmazlık ve ABD emperyalizmine biat etme yarışı, giderek bütün toplumu saracak olan bir tür çılgınlığa doğru evrilir. Amerika’nın şampiyonluğunu kimin yapabileceği yönündeki tartışma, yarı sömürge boyunduruğuna yönelik kamu oyu oluşturma yönünde devleti ve basını içine alan bir çılgınlığa dönüşür. Rejimin sadık gazetecilerinden biri olan her devrin adamı Falih Rıfkı, 5 Nisan günü Akşam gazetesinde kaleme aldığı yazısında “Amerika’nın ne istediğini biliyoruz: hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan, harpsiz, saldırışsız, sadece ahlak ve kanun bağlaşma ve antlaşmalarının hüküm sürdüğü bir dünya! Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes, Amerikan Bayrağında kendi talih yıldızını da görür.” kalemini emperyalizmin hizmetine kiralayan sadece Atay değildir. Cumhuriyet gibi köklü Kemalist bir gazetede bile Nadir Nadi şunları yazabildi: “Amerika, bugün yeryüzünün en kuvvetli bir milletidir. Fakat bu kuvvet saldırganlığın, istila ve tahakküm hırsının değil, barışın, adaletin ve milletler arasında eşitlik hakkını kurup yaşatmak isteyen temiz bir idealin emrindedir.” Kiralıklar korosuna Asım Us da “Amerika’dan kalkarak, Atlantik okyanusunu aşarak, Akdeniz sularını ve Boğazları geçerek İstanbul limanına geren Missouri Zırhlısı bugün artık Birleşmiş Milletler tarafından gönderilmiş bir sulh bekçisinden başka bir şey değildir”1 cümleleriyle Vakit Gazetesi’nden katılır. Missouri ziyaretinin bu derece abartılmasının politik manası çok açıktır: ABD emperyalizmi, 2. Dünya Savaşı esnasında Nazi Almanyası ile çok yönlü ilişkiler geliştirerek dünya savaşı sonrası izole duruma düşerek dış politikada paralize olan Türkiye’yi Missouri ziyaretiyle emperyal saflara çekti. Karşılıklı yapılan bütün jestlerin kökeninde, Türkiye rejiminin egemen sınıflarının savaştan galip çıkan emperyallere yedeklenme ihtiyacının inkar edilemez varlığıyla birlikte, Türkiye’de kurulacak ABD üsleriyle Orta Doğu ve Kafkaslara yönelik baskı kurmayı hedefleyen emperyal stratejinin payı büyüktür.

ABD yanlısı propaganda meclis kürsüsünden yapılan konuşmalara da yansır. Bursa Milletvekili Muhittin Baha Pars’ın yaptığı konuşma ibretliktir. Pars, “.. Bu ses nihayet, Amerika’dan peygamber gibi temiz ve kusursuz olan büyük insanı, büyük Rozvelt’in sesi olarak ufuklara aksetti. İnsanları esaret altında bırakmayacağız, medeniyeti yıktırmayacağız diyen bu azametli ses, Rozvelt’in vatandaşlarının sesleriyle birleşerek ufuklarda gulguleler (patırtılar) vücuda getirdi. Bundan sonra Amerikalılar açların imdadına ve silahları ellerinde olarak esir milletlerin muavenetine (yardımına) koştular… Bugün bu büyük milletin insanlara yaptığı yardımı hatırlayıp, teşekkür ederken, Peygamber gibi temiz ve kusursuz Rozvelt’i, onun halefi olan kıymetli devlet adamı Truman’ı hürmetle selamlar ve Türk milletinin insanlık yolunda da, sulhte ve beşeriyete yardımda beraber olacağını söylemekle iftihar duyarım” (Alkışlar) 2 Pars’taki bu ölçüsüzlük ve Amerikan Başkanını Roosevelt’i peygamber, ABD’yi “tanrı” olarak gören sözleri, ABD emperyalizmine tam yedeklenmenin şampiyonluğunu kimselere vermeyen bir gözü karalıkla birleşir. DP’li “entelektüel” Fuat Köprülü’nün “Birleşik Amerika’nın dünyanın hiçbir yerinde emperyalist bir gaye takip etmediği bütün siyasi hayatı ile ve bütün vakıaları sabittir. Amerika’nın bütün Avrupa ve dünya milletlerine yardımı doğrudan doğruya büyük maddi imkanlara malik olan bu memleketin, bütün insanlığın korkunç bir çöküntüden kurtarmak için yapılmış büyük bir fedakarlıktır. Tarihte misli görülmemiş bir insani harekettir” sözleriyle ABD yardımını meşrulaştırırken, Pars’a göre daha soğuk kanlıdır. Rejimin bütün unsurlarının ABD yardımını meşrulaştırmak için kutsallık halesine bürüdüğü Amerikan yardımları, gerçekten de savaş sonrası çökmüş olan kapitalist uygarlığı ayağa kaldırıp Sovyet kampının karşısına konumlamak için yapılmış yardımlardı ve bu haliyle, yardım yapılan bütün ülkeleri yarı sömürgeleştirme amacına yönelikti.

Amerikan yardımının mantığını Hayter “Emperyalizmin Yardımı” adlı eserinde şu sözlerle açıklar: “Yardım ancak emperyalist güçlerin yarı sömürge ülkeleri sömürmeye devam etmeleri için katlandıkları fedakarlık olarak görülebilir… Sömürücü sınıflar temel çıkarlarını sürdürmek için zorunlu olan en küçük miktarı gözden çıkarırlar… Bu yardımlar, karşılaştıkları ekonomik güçlüklere bazı kısa vadeli çözümler bularak, böyle hükümetleri ayakta tutmaya yarayabilir. Üçüncü dünya ülkelerinde yardıma ve yabancı özel yatırımlara bağımlı, emperyalizme bağımlı, emperyalizmin müttefiki bir sınıfın yaratılmasını, desteklenip korunmasını da sağlar”3

Marshall Yardımları’ndan pay kapma yarışı, 12 Temmuz 1947’den sonra hedefine ulaşır. Şubat 1946’da Soğuk Savaş teorisyeni George Kennan’ın tavsiyesiyle Türkiye’ye yardım kararı alan Amerika ile Türkiye arasında imzalanan “Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında Anlaşma” ile Türkiye’nin yarı sömürgeleşme sinde önemli bir eşik geçilir. Anlaşma ile soğuk savaşta emperyalizme yedeklenme hevesi ve arzusu, sonu NATO üyeliğiyle bitecek bir koridora girilmesiyle sonuçlanır. Emperyalizme yedeklenme ve ordudan başlayarak bütün kurumları ABD kapitalizminin ve dış siyasetinin taleplerine göre biçimlendirmenin ekonomik sonuçlarından biri de silah yardımlarının devam etmesi için dolar üzerinden borçlandırılmaktır. Türkiye’nin savunma güvenliğini de riske eden bu bağımlılık, askeri teknolojileri geliştirerek yurt savunması adına harcanacak kaynakların, emperyalist silah tekellerine akmasına neden olur. Marshall Yardımı’nın felsefesi, önce verip sonra daha büyük alma gibi bir sömürü mantığına dayanıyor olmasıdır. Böylece Amerikan dış yardımlarıyla belirlenen ülke sanayileri, yaşanan sömürgeleşmenin belli bir aşamasından sonra birer ticari pazar olmaya başlamışlarıdır. Böylesine bir yapıda ülkeler, görece zengin ülkeler tarafından kredi verilerek, borçlandırılarak mal alımına yöneltilmişlerdir.4 ABD emperyalizminin yayınladığı raporlarla -Thornburg- sanayileşme hedeflerinden de vazgeçilmesiyle, Türkiye geleneksel din-tarım toplumunun kültürel-siyasi kodlarının dışına çıkamayan bağımlı yarı sömürge bir ülke haline getirilir.

ABD emperyalizmine yedeklenme, mizah dergilerinin kapaklarına kadar genişledi. Aydede kapağında bir ayı olarak tasvir edilen Rusya’nın ağzında genç bir kadın olarak tasvir edilen Türkiye ve onu kızıl tehditten üzerinde Marshall yazılı direkle kurtarmaya çalışan Sam Amca

Destabilizasyon: Raporlarla Türkiye Ekonomisinin Emperyalizme Yedeklenmesi

Emperyalizmin Türkiye’ye ilk girişi, Orhan Kurmuş’un doktora tezinde tanımadığı gibi demiryolları imtiyazlarıyla gerçekleşti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’ye yedeklenmek için ikinci girişine izin verilmesi ise raporlarla gerçekleşecekti. Ama önce devletçi kapitalizmden vazgeçildiğinin ilan edilmesi gerekiyordu. Vaner planı adı verilen ve müellifleri arasında Şevket Sürreya Aydemir ile Kemal Süleyman Vaner’in olduğu plan, ülkenin öz kaynaklarını baz alan bir kalkınma planıydı. Vaner Planı, yazıldığı haliyle liberalizmin yarı sömürgeci tahakkümünün inkarına dayalı olduğundan, plan olarak kaldı, hayata geçirilemedi. Vaner Planı’nın rafa kaldırılmasıyla birlikte Demir Çelik Kombinaları, Genel Makine Fabrikası ve Elektrolitik Bakır Fabrikası gibi 1.kuşak ağır sanayi yatırımlarından vazgeçildi. Planlara derinleştirilen yıkımla MKE’nin ürettiği ve Danimarka dahil pek çok ülkeye ihraç edilen 8 kişilik yolcu uçağı üretiminden de vazgeçildi. Böylece yarı sömürge, bağımlı bir ekonomiye gidileceği de dolaylı yoldan ilan ediliyordu. 1934-1938 arasında kurduğu 20 büyük fabrika ile sanayi altyapısında önemli bir atılım yapan Türkiye, biraz sonra anlatacağımız emperyalist planların neticesinde kasasında 235 ton altın olmasına rağmen, beş yeni fabrika bile kuramamıştır. Sanayileşmedeki her geri adım sadece sanayi kapitalistlerini değil, ülkede emeğiyle geçinen ve modern üretim teknikleriyle tanışarak artan oranda sendikal mücadeleye ısınan emekçileri de derinden etkileyen bir olgudur. Sanayişizleşme, proleteryayı da modern üretim tekniklerine bigane bırakarak işçi sınıfı sosyolojisinin gelişimine de ket vurur.

ABD federal karayolları örgütü genel müdür yardımcısı Hilts’in hazırladığı Hilts Raporu’na göre, Türkiye demir yolu yatırımlarından vazgeçmeli ve kara yolu taşımacılığına yönelmeliydi. Hilts Raporu, ABD’nin devasa ölçekte üretim yapan petro-kimya tekellerinin ARAMCO’nun vb lerin çıkarlarını savunuyor ve bu haliyle kentleri büyük bir trafik keşmekeşine sokarak, Amerikan kapitalizminin bireysel araç kullanımını yani tüketimi, israfı ve trafik kazalarını teşvik eden büyük trafik kaosu ve keşmekeşi anlamına gelen lastik tekerlekli taşımacılığı tavsiye ediyordu. ABD’li otomotiv tekeli Ford’un ve Chrysler’in pek çok ürününün ele geçirdiği Türkiye otomobil sektörü, yedek parçadan lisans anlaşmalarına kadar Amerikan otomotiv sektörünün sömürüsüne maruz kalacaktı. Bu yönelişin tek istisnası olan Devrim Otomobili macerası ise 27 Mayısçıların anlamsız kibri ve emperyalizmin lobi faaliyetleri nedeniyle engellendi. Devrim otomobilinin prototipi garajda çürümeye terk edilirken, yarı sömürge bir ülkede hiçbir başarının cezasız kalmayacağı bir kez daha hatırlatılıyordu.

ABD’nin Türkiye’yi yarı sömürgeleştirmesinde pivotal bir rol oynayan en önemli raporlardan biri de Thornburg Raporu‘dur. Raporun müellifi Max Weston Thornburg, gerici kapitalist Rockefeller’in şirketi Standart Oil’in yöneticisi ve ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslar arası ilişkiler ve petrol sanayi danışmanlarındandır. Thornburg Raporu, Türkiye’de ağır sanayi hamlesinin altına konulan bir dinamit olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Thornburg raporunda Türkiye’nin ağır sanayi yatırımlarını durdurulmasını, başta Karabük Demir Çelik olmak üzere, uçak sanayi, makine ve motor teknolojileri alanındaki yatırımlarını durdurmasını “tavsiye” eder. ABD’den yapılan her “tavsiye”nin emir telakki edildiği bir Termidor döneminde raporun ciddiye alındığı kesindir. Thornburg Raporu’nda Karabük Demir Çelik Tesisleri’ni, “iktisadi bir ucube” olarak aşağılarken, devlet kapitalizminin kontrollü üretim ve dağıtım ağından vazgeçilerek, liberal kapitalizmin serbest piyasaya, yok edici rekabete ve tekelleşmeye dayalı anarşizan yapısını, tıpkı ABD’deki gibi tavsiye ediyordu. Üretim ilişkilerinin ABD kadar gelişmiş ve yaygın olmadığı bir ülke olan Türkiye’de bu tavsiyenin ne gibi yıkıcı etkileri olacağı zamanla anlaşılacaktı. Thornburg Raporu’nun rüşveti, bu sanayi altyapı yatırımlarından vazgeçilmesi karşılığında Türkiye’ye kredi verilmesiydi. Bir başka rapor Barker Raporu ise Türkiye’nin 1 Şubat 1947’de üye olduğu Dünya Bankası tarafından hazırlandı. Barker Raporu’yla Türkiye’ye Uluslar arası kapitalist iş bölümünde biçilen rol, gelişmemiş bir tarım toplumu olma rolüydü. Uluslararası kapitalizmin örgütlerinden DB, tarafından hazırlanan raporla, Türkiye’nin sadece tarım ürünleri ihraç etmesi öneriliyor ve böylece Türkiye eşitsiz ticari ilişkilere mecbur ve mahkum edilmesi ön görülüyordu. Tarım ürünlerinin rekoltesinin arttırılması için traktör ithalatı ile bütçede devasa bir delik yaratılmakla kalmadı aynı zamanda Anadolu’nun pek çok köşesine Amerikan menşeili traktörler girmesine izin verildi. Amerikan menşeili traktörleri destekleyecek yedek parça ağı ve sanayi altyapısı olmadığından arızalanan ve parçası bulunmadığı için kaderine terk edilen pek çok traktör, tarlaları bir traktör mezarlığına dönüştürüyordu.

Raporda en dikkat çekici bölüm ise eğitim ve sağlık alanında yapılması hedeflenen yatırımların minimum düzeyde tutulmasıydı. Barker Raporu ile TSKB’nin kurulması önerilmiş ve TSKB’ye yurt dışından gönderilen krediyi ilgili sektörlere dağıtması rolü verilmişti. TSKB’nin kurulmasının bir başka amacı özel sektör kapitalizminin geliştirilmesiydi. Böylece 2. Dünya savaşı bitimine kadar sıradan bir acenta olan Vehbi Koç gibi küçük burjuva sermayedarları, önemli dış ve iç sermaye desteğiyle kompadorlaştı. Emperyalizmin mali açıdan da Türkiye’yi kıskaca aldığı Barker Raporu, tahmin edebileceğiniz üzere yabancı uzmanların istihdam edilmesini “yardımın” şartı olarak öne sürdü. Böylece ülkenin kilit kurumları ve mevkileri yabancı ülkelerin çıkarlarına çalışan uzman görünümlü emperyal iç olgulara teslim edildi. Bütün bu destabilizasyon (istikrarsızlaştırma) raporlarının sınıfsal anlamı, Türkiye’nin bütün üretim altyapısının, üretim altyapısına bağlı sektörlerin, sektörlere bağlı ekosistemin emperyalizme vasalize edilmesiydi. Buna izin verilmesiyle birlikte tahmin edebileceğiniz üzere ülkenin özgül şartlarını baz alan halkın çıkarlarını gözeten bir üretim modeli geliştirilemediği gibi bu üretim ilişkileri üzerine temellenen bir eğitim sistemi de örgütlenemedi.

1946 Gerici Restorasyonu: Termidorun bir Başka Evresi

1946’da ilan edildiği haliyle demokrasi rafa kaldırılır. Kurulan sosyalist partilerden Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partileri ve sendikalar birer ikişer kapatılır. Rejimin sahiplerinin “demokrasi vaadi” ve ifade özgürlüğünün garanti altına alınacağı söyleminin tam aksi bir politika izlemeleri burjuvazinin demokrasi ile kısa flörtünün sona erdiğini bildirir. Basın kanunun 50. maddesinde yapılan düzenleme ile Bakanlar kurulunun gazete ve dergi kapatma yetkisi, mahkemelere devredilir. 1946’da kurulan sosyalist partilerin kapatılmasını takip eden bu kararla sol basın üzerinde devlet terörü mahkemeler tarafından devam ettirilecektir. Ses, Gün, Yığın, Dost ve Sendika gibi dergiler de kapatılır. Sol muhalefetin sesi binlerce tiraja ulaşarak yok satan bir mizah ve muhalefet efsanesi Markopaşa dergisi, kapatıla kapatıla sürekli isim değiştirmek zorunda kalan bir Sisifos efsanesine dönüşür. Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Mim Uykusuz ve Rıfat Ilgaz’ın çıkardığı derginin başına gelmeyen kalmaz. Burjuvazinin flörtünü bitirdiği sadece demokrasi ve basın özgürlüğü değil, laikliktir. Kıymetli yazar Tahir Abacı’nın “Bir Gün Yeniden” adlı eserinde anlattığı dönem, Esat Adil Müstecaplığlu’nun şüpheli ölümünden DTCF’de kurulan cadı kazanıyla solcu öğretim görevlilerinin tasfiyesine kadar genişler. Köy Enstitülerinin de birer ikişer kapatılmasıyla derinleşen termidor, beklenilebileceği gibi tek parti döneminin son demlerini yaşayan CHP’yi “katı” laik uygulamalarından da vazgeçirir. 13 Kasım 1947’de toplanan CHP 7. Kurultayı’nda devletçilik ve laiklik ilkelerinde “yumuşamaya” gidilir. Devlet denetiminde din eğitimi verilmesiyle başlayan laiklikten çıkış politikası, birden çok partiyle rekabet etme durumunda olan CHP’nin yeni duruma yönelik sağ-popülist politikaları olarak tarihe geçti. CHP’nin yeni lideri seçilen islamcı-muhafazakar Şemsettin Günaltay’ın kararı ile imam hatip okulları da açılırken, ilkokulların 4 ve 5. sınıflarında din eğitimi dersleri seçmeli olarak verilmeye başlar. Soğuk savaş içinde ABD emperyalizmine yedeklenmenin öncüsü olan CHP, bayrağı DP’ye devrederken, DP tarım ve ticaret kapitalistlerin sancağını “yeter söz milletin” sloganıyla ABD’ye tam teslimiyetin burçlarına dikecektir. DP’nin “kalkınmacı” söylemi ve liberal özgürlükler vaadi, tek parti dikta rejiminden bunalan geniş yığınlarda bir yanılsama yarattı. Yanılsama ve buna bağlı DP hegemonyasını besleyen olgu 2. Dünya Savaşı sonrasındaki 10 yıla damgasını vuracak olan tarım ve gıda ihtiyacının yarattığı talepti. Tarım ihracat gelirlerinin yüksek olduğu 1950’li yılların ilk yarısındaki DP’nin bütün siyasi alanı domine etmesinin kökeninde işte bu refah algısı vardı. Yoksul köylü yine yoksul kalırken genişleyen orta sınıf ve küçük burjuvazi, gelirden daha çok pay alıyor ve bu da DP’nin değirmenine su taşıyordu. Kore Savaşı’nın bitmesinin ardından şemsiye tersine döndü ve tarım ihraç ürünlerinin fiyatlarının normale dönmesiyle yaşanan gelir kaybının kapatılması için sürekli yüksek faizlerle borçlanma ihtiyacı, sanayileşme hamlelerini ABD’nin direktifleriyle erteleyen DP’yi derin bir rejim bunalımıyla karşı karşıya getirdi.

Son Darbe: Fullbright Komisyonu

Türk sağının termidorculardan aldığı el, eğitimden başlayarak yaptığı bütün olumlu işleri yok etti. Yok ediş sürecini tetikleyen gelişme ABD ile imzalanan 27 Aralık 1949 tarihli Türkiye ile ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Anlaşması’ydı. Anlaşmaya göre Fullbright eğitim komisyonu kuruluyor eğitim yoluyla ABD endoktrinasyonundan geçirilerek devşirilenler ABD’ye hizmet edecek biçimde formatlanıyordu. 4’ü ABD’li 4’ü Türk üyeden oluşan komisyonun başkanı ABD Büyükelçisi’ydi. Komisyon bu haliyle sömürge ülkelerde bile örneğine pek rastlanmayan bir yetkiyi ABD Büyükelçisi’ne verirken, komisyonu denetleyecek herhangi bir hukuki dayanak da öngörülmüyordu. Komisyona verilen yetkiyle Türk Milli Eğitim programlarının düzenlenme işi gibi çok kritik ve ulusal eğitim politikalarını yakından ilgilendiren bir konu, komisyona devrediliyordu. Bu kritik kararla eğitimin yerel ve evrensel pedagojik kodlarından vazgeçilerek, ABD düzeniyle yani tam uyumlu bir zihniyetin hakimiyetine geçmesi teşvik ediliyordu. ABD eğitim sisteminin rekabet ve not odaklı öğrenmeye engel bir kitle imha silahı olduğu, geçen zaman içinde anlaşılacaktı. Bu eğitim sisteminin bir diğer sakıncası burs mantığına dayalı olmasıydı. Burs ile eğitimdeki eşitsizlikler içselleştiriliyor ve eğitim alma hakkı ayrıcalıklı bir sınıfın imtiyazı gibi benimsetiliyordu.

Türk sağının termidorculardan aldığı el, eğitimden başlayarak yaptığı bütün olumlu işleri yok etti. Köylü proleterlerin emekleriyle kurulan Köy Enstitülerinin yıkımı, Halkevlerine ve halk odalarındaki kütüphanelere kadar sıçradı. Halk odalarında yoksul halkın çocukları okusun diye efsanevi Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından bastırılan dünya klasikleri yok edildi. Tasfiye edilen 52 bin kitabın akıbeti hala meçhul. Yıkılan Halkevleri, devlet desteğini yitirip malları müsadere edilip yağmalanırken, halkevlerinde ortaya çıkan halkın eğitilmesi esprisi solun sahip çıkmasıyla sivilleşti. Adına “kıraathane” denilen ancak daha çok kumar ve pinekleme mekanları olarak tasarlanan halkevlerinin karikatürü kahvehaneler pıtrak gibi yaygınlaştırıldı. Kahvehaneler ile müthiş bir lümpenleşmeyle çanak tutulan kumar bağımlılığı ve derinleştirilen cehaletle, cehalet pandemisi başladı. Bu politikaların tamamı, modernleşme pratiklerini eğitim politikaları üzerine inşa eden klasik Cumhuriyetin tasfiye edilmesini isteyen ABD’nin istekleriyle de uyumluydu. Kompradorlaşma ve ABD emperyalizmine yedeklenme, Köy Enstitüleriyle eğitilmiş zeki ve eleştirel düşünceye sahip bir ulusun ortaya çıkmasının rejimin sahipleri adına yaratacağı sakıncaları görülmesi üzerine derinleşti. Toprak ağası Kinyas Kartal’a şu sözlerinden süzülen itiraf Termidorcuların eğitimi neden ve nasıl yok ettiklerinin kanıtıydı: “Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğu’da en yüksek uygulama gören insan benim. Üstelik Rus ordusunda görev yapmış biriyim… Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerimizdeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmen gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. Bölgede ağaları örgütledim. Örgütlü olarak Demokrat Parti’yle pazalığa girdik, kapattık” 5

                                                                   Köy Enstitülerinde öğretilen dersler

Kendini kaybeden Menderes meclis kürsüsünden “siz isterseniz hilafet bile geri gelir” derken, tarikatlar çoktan DP ilçe ve il teşkilatlarını ele geçirmişti. Yığınları çalışmaya, sebata ve tasarrufa yönlendiren Cumhuriyet ekonomisi, yerini liberalizmin borçlandırmaya, sefahata, tembelliğe ve borç köleliğine dayalı yıkım projesine bıraktı. Liberalizmin sahte özgürlük ve demokrasi vaadiyle uyuşturulan küçük burjuvazi nitelikli bir eğitim alma olanaklarını da yitirdiğinde, kendi lümpenliğinin yansımasını parlamentoda ve devletin idari kadrolarında görmeye başladı. Yükselmek için sınavlardan, eğitimden geçme yani liyakat zorunluluğu, yerini vurgun ve talan ekonomisi olan liberal kapitalizmde köşe kapma kavgasına bıraktı. Toplumsal altyapıdaki bu dönüşüm süratle üstyapı kurumlarına da kanserli bir hücrenin metastaz yapması türünden sirayet etti. Böylece örneğin tam bir açık hava müzesi görünümündeki İstanbul’un tarihi ve kültürel mirası, 1957 Menderes yıkımlarıyla talan edilirken, anlamlı hiçbir muhalefet yapılmadı. 1946’da başlatılan devalüasyonlar serisi, 4 Ağustos 1958 moratoryumu ile vahametin zirvesini gördü. Devlet iflas ettiğini ilan etmiş ve kime ne kadar borçlanıldığının bile kaydı tutulmamıştı ! DP döneminde otoriter-faşist uygulamaların DP’ye özgü olmadığı, kökenini tek parti burjuva despotizminden aldığını ve bu despotizme engel olabilecek anayasal kurumların denetiminin yokluğunda, desporluğun kaçınılmaz olduğu yaşanan acı tecrübelerle deneyimlendi.

Burjuva despotizminin kökeninde, halkı, emekçileri yönetime katmayarak düzene yabancılaşmasına sebep olan burjuva elitizminin payı büyüktür. Siyasal alanı daraltan ve bu alana müdahale etmek isteyen politik çevreleri despotizmiyle geri püskürten sağcılık, kendi zayıf tabanını sola saldırarak daha da daralttı ve ABD emperyalizminin güdümüne girerek memlekete büyük bir zarar verdi. Türkiye’nin ABD’ye yedeklenmemesi, Kore Savaşı’na asker göndermemesini savunan Türk Barışseverler Cemiyeti’nin mücadelesine rağmen DP, meclis kararına bile ihtiyaç duymadan Kore’ye asker gönderebildi. Kore Savaşı’yla militer bir derinlik de kazanacak olan ABD’nin yarı sömürge olma hali, TSK’yı Amerikancı askeri darbelerin ana kaynaklarından biri haline getirdi. Türkiye sağının halka ve emekçilere karşı işlediği suçların arkeolojisini araştırmaya, bulguları ve sonuçları yayınlamaya devam edeceğim.

1Türkiye-ABD İlişkilerinde Basının Yeri: Missori Zırhlısının Türkiye’yi Ziyareti, Melek Tuğba Kocaman, Abdülkadir Göncü, Akdeniz İletişim Fakültesi Dergisi, Sayı 35, Haziran 2021, s.13-14.

2TBMM Tutanak Dergisi, CXXXIII, Dönem 7, Toplantı 3 Bileşim 48, Oturum 1, 8 Mayıs 1947, s.31.

3Teresa Hayter, Emperyalizmin Yardımı, Yöntem Yayınları, İstanbul, 1972, s.11-12

4Sait Yılmaz, Türkiye’deki Amerika, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2017, s.122.

5Elektronik Erişim: https://bandirmamanset.com/kose-yazilari/-koy-enstitulerini-ben-kapattirdim%E2%80%9D-9952.html

Tags: Ümit Özdemir
Previous Post

KAYPAKKAYA SADECE BİR DİRENİŞ SEMBOLÜ MÜ ?

Next Post

İBB’ye 5. dalga operasyonunda 36 kişi adliyeye sevk edildi

Next Post
İBB’ye 5. dalga operasyonunda 36 kişi adliyeye sevk edildi

İBB’ye 5. dalga operasyonunda 36 kişi adliyeye sevk edildi

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Güncel Haberler

Bayrampaşa Belediye Başkanvekili İbrahim Kahraman seçildi
Manşet Haberler

Bayrampaşa Belediye Başkanvekili İbrahim Kahraman seçildi

21/09/2025
CHP’nin 22. Olağanüstü Kurultayı’nda Özgür Özel yeniden Genel Başkan seçildi
Manşet Haberler

CHP’nin 22. Olağanüstü Kurultayı’nda Özgür Özel yeniden Genel Başkan seçildi

21/09/2025
Bayrampaşa’da Belediye Başkanvekili seçimi kura çekimine kaldı
Manşet Haberler

Bayrampaşa’da Belediye Başkanvekili seçimi kura çekimine kaldı

21/09/2025
Avrupa havalimanlarında siber saldırı krizi: Binlerce yolcu mağdur oldu
Avrupa

Avrupa havalimanlarında siber saldırı krizi: Binlerce yolcu mağdur oldu

21/09/2025
CHP’li Utku Çakırözer: Kayyum ve siyasallaşmış yargıyla engellenemeyiz
Manşet Haberler

CHP’li Utku Çakırözer: Kayyum ve siyasallaşmış yargıyla engellenemeyiz

21/09/2025

Arşivler

  • Yazarlar
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Reklam
  • İletişim
  • Söyleşi / Podcast
  • Kitap Önerileri
  • Öykü
  • Manşetler
  • Dosyalar
  • Arşiv

© 2024 Sonhaber / Bağımsız, doğru , gerçek habercilik

No Result
View All Result
  • ANA SAYFA
  • İSVİÇRE
  • TÜRKİYE
  • DÜNYA
    • AVRUPA
    • ORTADOĞU
    • ASYA
    • AMERİKA
    • AFRİKA
  • YAZARLAR
  • POLİTİKA
  • EKONOMİ
  • SÖYLEŞİ
  • YAŞAM
    • EĞİTİM
    • SAĞLIK
    • KADIN
    • LGBT
    • EMEK DÜNYASI
    • Podcast / Röportaj
  • SANAT
  • BİLİM
  • EKOLOJİ
  • FORUM
  • Languages

© 2024 Sonhaber / Bağımsız, doğru , gerçek habercilik