OLDUĞU GİBİ DİYALOGLAR
Cengiz Türüdü&Naim Kandemir
“Sol, baştan beri sadece burjuvazinin şiddetinin, işkencelerinin, saldırılarının kurbanı değil, aynı zamanda kendi içerisinde yarattığı acziyeti, çözümsüzlüğü, bunalımları aşabilecek bir yeteneği, bilgeliği gösterememesinin de kurbanıdır.”
***
Naim- Toplumların kültürlerinde mitler, semboller, efsaneler, kahramanlıklar pek çok işleve sahip olagelmiş. Türk kültüründe de bu böyle. Dahası, sol hareketler de bu etkilenimden nasibini almışlar. Faşist hareketlerde bu işin, kitleleri örgütleyip aynı potada eritmede çok önemli bir araç olduğunu tarihten ve günümüzden biliyoruz.
Biz bugün daha çok Türkiye’de bizim tarafa, sol hareketlere bakalım. 68 ve 78 Kuşakları’nın örgütlenmesinde, oluşturulan politik yapılarda ve önderlerde de bu yönde etkilenimler olduğunu gördük ve biliyoruz. Bu tür etkilenimlerin kitleleri soldan örgütlemede sebep olduğu yanlışları, örgütsel yapılarda ve önder kesiminde sebep olduğu hataları irdelemek gerekir. Kabuğun altındaki cerahat temizlenmediğinde, zamanla ya o kabuk kalkacak ya da vücut enfeksiyona açık hale gelecek…
Cengiz- İnsanlık tarihine baktığımız zaman; insanların ilk ortaya çıkışı ve Maslow Hiyerarşisi diye bilinen şemada olduğu gibi temel gereksinimleri, yaşama içgüdüsü, cinsellik, yeme-içme, barınma gibi sorunlarını çözmek için iş bölümünün gelişmediği dönemlerde, ilk önce toplayıcılık ve hazır yemeyle başlıyor süreç.
Daha sonra iş bölümünün gelişmesine, emeğin üretimde kullanılmasına bağlı olarak toplumsal yapıda değişiklikler oluyor, toplayıcılık ekonomisinden yavaş yavaş iş bölümünün gelişmesi ile birlikte yerleşik ekonomiye geçiliyor ve bu iş bölümü gelişirken, emek üretimde kullanılırken toplulukların maddi yapısı değişiyor, toplumlarda bir takım hiyerarşiler oluşuyor, maddi yeni unsurlar ortaya çıkıyor. Zamanın kendine göre üretimi gerçekleştirilirken bunu ileriye götürecek teknolojik şekillenmeler oluyor, buluşlar, icatlar, keşifler oluyor.
Bu şekilde insanlık başından beri uygarlığa geçişle ilgili kültürel dünyasını yaratmaya çalışıyor. İş bölümünün sınıfların ortaya çıkması, siyasi kurumların devlet öncesi şekillenişi gibi kurumlar insanlığın uygarlığa geçiş döneminde başlangıç yılları oluyor.
İnsan kendini geliştirirken, yerleşirken hayatla doğayla pasif ilişkiden aktif ilişkiye geçerken, uygarlığı yaratırken aynı zamanda kendini yaratıyor. İnsanın kendini var etme süreci aynı zamanda iş bölümünü, teknolojiyi geliştirme, ekonomik yapıyı kurumsallaştırma, siyasal aygıtları şekillendirme, devletin ön biçimlerini siyasal kurum olarak ortaya koyma gibi gelişmelere neden oluyor. Daha doğrusu insan kendini geliştirirken, yaratırken aynı zamanda uygarlığı, kültürü, teknolojiyi ve yeni sosyal hayatı da yaratmış oluyor. Bu bağlamda baktığımız zaman insanın ilk dönemlerinde bunlar ilkel şekilde tezahür ediyor, tüm bunlar primitif denilen ilk biçimi ile var olan şeyler. Birden bu kültürler, teknolojiler gelişmiş hali ile bugünkü modern durumları ile ortaya çıkmıyor.
Bugün modern anlamda antropolojinin kültür diye tanımladığı bir kültürden bahsetmek mümkün değil o evrede. Ama onların da bir kültürü var kendilerine göre. Bu kültür ilk önce bilimle, felsefeyle, modern anlamda dinle örülü bir kültür değil, sihirle-büyüyle daha sonraki evrede mitlerle ve daha sonraki evrelerde dinle ve dinin sorgulanması sonucu ortaya çıkan felsefe ve bilimle zenginliğe kavuşuyor. İlk önceleri: sihir ve büyü. Bunlar insanın tarihinde var olan şeyler… J.D Bernal, Materyalist Bilimler Tarihi’nde insanlık tarihini üç kültürel evreye ayırır: 1- sihir ve büyü, 2-mitoloji, 3-bilim çağı. Mitoloji ve din başladığı zaman da bu sihir ve büyü yok olmuyor. Felsefe dinden ayrıldığı zaman da, bilim ortaya çıktığı zaman da, bu sefer de din ve mitoloji yok olmuyor. Bunlar her dönemde var oluyor ama, bilim baskın oluyor. Bir dönemde büyü-sihir, bir dönemde din-mitoloji, bir dönemde bilim çağı baskın oluyor. Bilim çağı insanlığın ulaştığı kültürel son evre. Bütün bu aşamalarda bir evre oluşurken, diğer evredekiler kalıp olarak duruyor, eski toplumlardan yeni topluma miras olarak kalıyor. Bugün her ne kadar dünyada yaşanana bilim çağı denilse de, taa insanın ilk ilkel dönemlerinden kalma sihir-büyü, dinsel inanışlar, algılar, mitler bir ölçüde duruyor. Bugün de bunlar tamamen yok olmuyor. Etkilerini kaybediyor, belirleyici olmaktan çıkıyorlar ama hep var oluyorlar.
Bugün bilimin, teknolojinin, iş bölümünün, endüstrinin, kültürel yapının, eğitim aygıtlarının, sosyal yaşantının, insan haklarının, demokrasinin özgürlüklerin gelişmediği ülkelere baktığımız zaman; mitler, mitolojiler, eski dinsel hurafeler, inançlar üzerinden kurgulanıyor hayat. Örneğin Ortadoğu toplumları. Mesela, Saddam’ın hayallerinden birisi Babil İmparatorluğunu yeniden yaratmaktı. Bu tür şeyler dünyanın gelişmemiş ülkelerinde, bölgelerinde hâlâ var olan şeyler. En gelişmiş ülkeler, uygarlığı var eden ülkeler, iş bölümünde, teknolojide, kültürde, maddi sosyal hayatta, eğitim aygıtının düzenlenmesinde, laikleşmede, hukukun gelişmesinde öncülük eden ülkeler; bunlarda da din, mitoloji, sihir, büyü var. Ama etkisiz haldeler. Belirleyici olan bilim ve bilime yakın duran felsefe; bu eğitim aygıtlarını, devletin ve toplumun kurumlaşma tarzını, toplumdaki ekonomik aygıtların oluşma biçimini belirliyor. Dünyada böyle bir genel şema var.
Şema böyle dururken diğer tarafta işler normal gitmiyor. Bazılarında da gelişmeler doğrusal bir çizgi izlemiyor. Bazen bu gelişme çizgisi kırılıyor, toplum geriliyor, krize giriyor, var olan bu toplumsal unsurlar ayrışmaya başlıyor ve toplum böylece pusulasını kaybediyor. Devlet yönetilemez hale geliyor. Ekonomik, sosyal, kültürel, manevi bir kriz oluşuyor toplumların tarihinde. Bu dönemlerde yeni çözümler üretemeyen toplumlar eskiye sarılıyor, eskide keramet buluyor. Örneğin, Arapların asr-ı saadeti mutluluk çağı, İslam’ın ilk dönemi. Bu yaratılmış bir şey. İslam’ın ilk dönemi gerçekten bir mutluluk dönemi miydi? Bu konuda hiç bilimsel bir veri yok. Sadece böyle bir bilgi savunuluyor. Osmanlı’ya geldiğimiz zaman da Osmanlıcılar, muhafazakârlar tarafından Osmanlı’nın altın çağı adaletin dağıtıldığı, devletin adil olduğu, şeriatın kestiği parmağın acımadığı, herkese hoş görüyle aynı eşitlikte davranıldığı, kimsenin hakkının yenmediği, harama el sürülmediği, yetim hakkı yenilmediği bir dönem olarak tasavvur ediliyor. Bu hayali bir Altın Çağ. Bunu yeniyi üretemedikleri için yaratıyorlar. Toplumda kriz, kargaşa, ileri gitme ile ilgili sıkıntılar var. Bir bakış açısı, felsefe, sorunları çözümleyen bir eğitim aygıtı yok. Toplumun karmaşaları, çelişkileri çıkmazları karşısında yeniyi, çözümü üretemeyince bunun yerine geçmişe sığınmak, geçmişi kutsallaştırmak, fetişize etmek, geçmişi yüceltmek biçiminde bir tarihperestlik ortaya çıkıyor. Bunlar hayali şeyler, bu gerçek değil, bu sanal bir dünya, sanal “Altınçağ”. Ama bilim insanları veya gerçekçi düşünen insanlar bunun farkında. Ancak toplum, kitleler, toplumun eğitimsiz kesimleri bu hurafelere, inançlara inanıyorlar ve bunlar egemen sınıfların toplumu kontrol etmek, yönetmek, toplumda tahakküm kurmak için gerekli olan ihtiyaçları.
Bunlar hem psikolojik, hem siyasi, hem sosyal bir ihtiyaç. Bu mitolojiyi kullanmak, geçmişte Altınçağ yaratmak, hayali çağlar, kahramanlıklar üretmek, hayali adaletten, güçten, ekonomiden bahsetmek; çözümsüzlükten kaçışın, çözüm üretememenin, yeniyi üretememenin, yeniyi var edememenin karşısında gelişen bu kaçış bunların bir sığınağı oluyor. Geçmişe sığınıyorlar, yeniyi var edemiyorlar, yenide yoklar, çözüm üretemiyorlar, geçmişe sığınıp orada var oluyorlar. Geçmişe sığınarak, geçmişin sihirli dünyasından materyaller bularak toplumun sorunlarına çözüm getireceğine inanıyorlar ve eğitimsiz, cahil, aydınlanmamış, bilinçsiz kitleleri büyük ölçüde buna inandırıyorlar. Bu inanışlar etrafında kitleleri biat ettiriyorlar ve insanlar bunu sorgulamadan, eleştirmeden, meczuplaştırılmış hale gelmiş biçimi ile sersemlemiş, soysuzlaşmış hale gelmiş biçimiyle bu yalanlara, mitoslara, hurafelere inanıp, bu yalanı uyduranlara biat ediyorlar. Böylece bu kitleler kendi gerçekliğinden, kendi somut durumundan uzaklaşmış, kendine yabancılaşmış hale geliyorlar. Sosyal gerçeklik dünyasında değil, uydurulmuş psikolojik harp diye tabir edilen tekniklerle kurgulanmış bir hurafeler dünyası içerisinde benliğini kaybediyorlar, beyinlerini kullanamaz hale geliyorlar. Beyinlerini başkalarına kiraya veriyorlar, biat ediyorlar.
***
Alman toplumu 1920’lerde krizlere girince, o krizler boyunca Nazizmin ilk ortaya çıkışına, Nazizmin mitolojiden destek alarak üretilme biçimlerine baktığımız zaman da buna benzer durumları görürüz. Hitler, yeni çözüm üretemiyor, eski Germen İmparatorluğu’nu canlandırma hedefini koyuyor toplumun önüne. Dünyada yeni bir Germen İmparatorluğu kurmak gibi büyük bir mitostan bahsediyor ve buna inandırıyor insanları. Daniel Guarin Faşizm ve Büyük Sermaye kitabında Nazizmin bu çıkışını, bakış açısını modern toplumda, kapitalist toplum içerisinde yeniden bir feodal toplum kurmak için toplumu zorlamak olarak, adlandırıyor. Feodalizmin o eski hiyerarşik dünyasını yeniden kurma isteğini, toplumu zorlama olarak görüyor. Bunlar hep literatürde olan şeyler. Dünyadaki genel durum bu.
Mitoslar ve benzerleri hep iç içe şeyler, hepsi bir bütünlük içerisinde analiz edilip değerlendirilmeli, bunun politika ile ilişkisi bu bütünlük göz önüne alınarak analiz edilmeli. İtalya’da Mussolini Roma İmparatorluğunu canlandırmak, Hitler Almanya’da Germen İmparatorluğunu, İslamcılar dünyada asr-ı saadeti yeniden kurmak, Türkiye’de Ortodoks, bağnaz Kemalistler tek parti döneminin Cumhuriyetini aynı asr-ı saadet haline getirmek gibi gerçek dışı mitoslar üretiyorlar.
Bu bütün dünyada ve kapitalist dünyada var olan bu mekanizmalardan sosyalist dünya da arınamadı. Faşistler, gericiler bu yeni dünyaya cevap veremediği, sorunlara bir çözüm bulamadıkları için geçmişe sığınıyorlar, mitoslar üzerinden ideolojilerini, politikalarını kurguluyorlar, sloganlarını mitoslar, hurafeler üzerinden yaratıyorlar. Franco, Mussolini, Hitler dönemlerinde bu hep böyle olmuştur. Sağda durum böyle.
Günümüzde bu yöntemlerin kullanılmasına psikiyatri literatüründen yararlanarak; bilinçaltındaki tarihsel saplantıların, kırık bilgilerin, bilinçaltında eski sosyal kültürde toplumsal hayatta var olan eski hurafelerin canlandırılarak, buradan bir kurgu toplum, devlet tasarımı oluşturulması, bir liderlik anlayışı, bir biat kültürünün oluşturulmasından bugünkü bilimsel literatürde psikolojik savaş-beyin yıkama olarak bahsedilir. Böyle bir mekanizma oluşturmak için cahil kitlelerin beyinleri yıkanıyor. Bugün kapitalist ve sosyalist dünyada devlet yönetmenin en önemli araçlarından birisi hiç ara verilmeyen psikolojik savaştır. Bunun yöntem ve araçlarından birisi de beyin yıkamadır. Psikolojik Savaşın en zirveye çıktığı dönem ABD tarihinde cadı avı olarak bilinen McCarthycilik dönemidir. Sağda durum, yine böyle.
Sola gelince. Marksist sol kendisini bilime inanan, bilimi kılavuz edinen sol olarak değerlendirir. Marksizmi bir bilim olarak görür. Sosyolojisiyle, iktisadıyla, tarih ve felsefesi ile bir bilim olarak görür. Marks, iktisatçı, tarihçi ve sosyologdur. Bir bilimler sentezi yapmıştır. Marksizm hep hurafelere, saplantılara, dini inançlara, eski çağdan gelen bozuk, hastalıklı kültür kalıplarına karşı mücadele içerisinde kendini kurgulamış, bu şekilde var olmak istemiş ve başlangıcı böyle olmuştur.
Marksizm ön aydınlanma diye bilinen eski Yunan felsefesinin, Rönesans’ın, aydınlanmanın en gerçekçi mirasıdır. Aydınlanma, Rönesans geleneğinin zirvesidir. Teorik olarak Marksizm böyledir. Marksizmin gerçek ayağını aydınlanma, Rönesans oluşturuyor ve bunların devamı olarak kendini kurguluyor. Dolayısıyla Marksizmde saplantıların, hurafelerin, kör inançların, metafiziğin skolastiğin, dinsel inançların olmaması gerekiyor. Çünkü Marksizm, kendisine bilimsel bir ideolojiyim, diyor.
Bütün bunlara rağmen gelişmemiş, az gelişmiş toplumlardaki sol Marksist kültür gelişirken değişik reaksiyonlar da ortaya çıkıyor. Bu toplumlarda bilim, modern anlamda kültür, felsefe gelişmediği için bu gelişmemenin boşluklarını hurafeler dolduruyor, rasyonel gerçeklerin yerini kahramanlık menkıbeleri, hurafeler, destanlar ve solun kendine ait mitosları alıyor ve bunlar sloganlarla, şarkılarla, marşlarla, afişlerle dile getiriliyor. Sol kendini bu eski toplumun alışkanlıklarından, eski kültürün ağlarından kurtarıp gerçek bir özerklik ortaya koyamıyor. Bu da kaçınılmaz bir şey. Kültürün kültür olma halinin ortaya çıkan sonuçlarından birisi.
Hurafeciliğin, dogmaların, menkıbecilerin çok etkili olması, bilimsel gerçeklerin yerini almasının en önemli sebeplerinden birisi toplumun kültürünün, felsefesinin, bilimin az gelişmişliği ya da olmayışı, üniversitelerin bilim üreten yerler olamayışı, toplumun kültürel hayatındaki modernleşmenin eksikliği gibi etkenler bunu hızlandırıp çoğaltıyor.
Türkiye’ye gelince. Türkiye’deki sol da bu şema içerisinde kendini var etti. Sol bilimsel gerçekleri araştırma yerine, objektif gerçekleri araştırıp ortaya çıkarma ve bunlar içindeki çelişkileri, durumları değerlendirip bir teorik çerçeve oluşturma, bir kavramsal dünya yaratma, bir felsefi bakış açısı, bir strateji oluşturma biçiminde olması gereken durumlarda başarısız olduğu için, bu başarısızlığın yarattığı boşlukları hurafelerle, destanlarla, kahramanlık menkıbeleri ile doldurmuştur.
Öldürmeler, işkenceler, insanların sakat bırakılması, delirtilmesine ilişkin söylemler olması gerekenden çok fazla ileri götürülerek bir menkıbeye dönüştürülmüştür. Sol kendi bilimsel ve teorik yetersizliğini, felsefe ve bilimle kurduğu bağların eksikliğini, zaafiyetini, bunların yarattığı boşlukları, kendisi hurafeler yaratarak, dogmalarını güçlendirerek, kendi menkıbeleri ve destanları ile doldurmaya çalışıyor. Bu da solun hastalıklarından birisi. Kaçınılmaz bir durum ama bunun aşırı olması ve bunun hastalıklı hal alması, bilimin, felsefenin, kültürün, sosyal mücadele deneyimlerinin eksikliği ile ilgili bir durum. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir; dünyada olan Türkiye’de de olmuştur. Bu aynı zamanda bir kaçınılmazlıktır.
Naim- Elbette, karşı devrim cephesi tüm imkânlarıyla, aparatlarıyla, ideolojik aygıtlarıyla solun yaptığı hataları büyüterek, çarpıtarak, dejenere ederek, solu kitlelerin gözünde yıpratmak için elinden geleni yapacaktır. Karşı devrim cephesinde ahlak aramak nafiledir.
Bu gerçeği biliyoruz, ancak bunu mazeret gösterip solda yapılan kişisel, örgütsel ve teorik hataları irdeleyip doğru önermeler ortaya koyulmazsa, hedefe ulaşmak şansa bırakılmış olmayacak mı?
Cengiz- Modern çağa baktığımız zaman, kapitalizm Fransız Devrimi ile birlikte burjuvazinin öncülüğünde, önceleri monarşiye, krallığa, kiliseye karşı bir isyan olarak başlıyor. İsyanın sonunda ulus devlet kuruluyor, ulusal kültür, eğitim yaratılıyor, laiklik devletin temel felsefesi haline getiriliyor; din-devlet işleri işleri ayrılıyor. Böyle baktığımız zaman bu burjuvazinin feodalizme, monarşiye, kiliseye yani geri olana karşı, Orta Çağ’ın karanlığına son vermek için bu ilerici devrimci bir ayaklanma oluyor. Engels’in Tarihte Zorun Rolü kitabında dediği gibi burada zor yani devrim yeni topluma ebelik ediyor, yeni topluma gebe olan eski toplumun içerisinde o gebeliği doğuma dönüştürüyor ve yeni toplumu yaratıyor. Devrim tam bu anlamda tarihte zorun rolünü kanıtlayan bir karakter kazanıyor. Burjuva toplumuna gebe olan eski feodal topluma sancılı, kanlı bir doğum yaptırıyor Fransız Devrimi. Bu burjuvazinin devrimci rolü.
Kapitalizmin gelişip burjuvazinin güçlenmesi, burjuvazinin yanında işçi sınıfının ortaya çıkması nedeniyle, burjuvazi yavaş yavaş devrimci, atılımcı ruhunu, felsefesini bırakıyor. Burjuvazi felsefesini, irrasyonel bir felsefeyi geliştiriyor, eğitim anlayışını değiştiriyor. Burjuvazi kendisini garantiye almak, kendi iktidarının güvenliğini tahkim etmek için toplumu yeniden dizayn ederken, kendine karşı seçenek oluşturacak, iktidarını, toplumsal tahkim araçlarını, devletini, egemenlik biçimlerini, kurumlarını tehdit edecek bütün seçenekleri yok etmek, hiçleştirmek, toplum tarafından kabul edilebilir bir seçenek olmaktan çıkarmak hedefine yöneliyor. Bu durumun oluşumundan sonra ortaya çıkan Lenin’in Emperyalizm kitabında dediği gibi, siyasi demokrasi, ilericilik yerini burjuvazinin devrimci barutunu bitirmesiyle birlikte gericiliğe bırakıyor.
Artık dünyada kapitalizmi geliştirip işçi sınıfını ortaya çıkardıktan sonra Marks’ın Komünist Manifesto’sundaki gibi ifade edersek; kapitalist toplumda sınıflı toplumun mezar kazıcısı devrimci işçi sınıfı ortaya çıktıktan sonra, burjuvazi bu seçenekten -özellikle Avrupa 1848 devriminden sonra- korkarak bambaşka bir dünya kurguluyor. Eskinin bütün hurafelerini, metafizik dinsel inançları, bütün irrasyonel felsefeleri, eski skolastik anlayışları tekrar canlandırıyor. (Bu bölüm, Komünist Manifesto’da çok güzel anlatılır). Bunlar burjuvazinin kendi devrimci barutunu bitirdikten sonra oluyor. Kendi düzenini, iktidarını, tahakküm sistemini, ekonomik toplumsal yapısını kurduktan sonra bu durum ortaya çıkıyor ve devrimi yapan, toplumu ileri götüren, feodal topluma, kiliseye, monarşiye son veren devrimci burjuvazi birdenbire gericileşiyor ve eğitimi, felsefeyi, kültürü de evcilleştirmeye başlıyor. Devrimci dönemin devrimci felsefeleri, romanları, şiirleri yerini yavaş yavaş tutuculuğun, bencilliğin, mistisizmin, metafiziğin belirleyici olduğu, ana tema olduğu romanlara, şiirlere, kültürel değerlere bırakıyor. Bu durum sadece batıda değil tüm dünyada böyle. Burjuvazi kendi iktidarını oluşturduktan sonra bu işi hep yapıyor.
Teknolojinin, tıbbın, beyin kontrol mekanizmaları ile ilgili araştırmaların, ilaç sanayiinin, matbuatın, basının gelişmesine bağlı olarak bu iş daha çok yaygınlaştırılıyor, daha organize hale getirilip daha çok evrenselleştiriliyor ve kapitalist sistem bunun üzerine kuruluyor. Bunun adı az önce dediğimiz gibi: psikolojik savaş… Yeninin kendini savunması, kendini koruması için bir yöntem bu.
Makyavel, Hükümdar, diğer adıyla Prens kitabında burjuvazinin doğuşunu, iktidarı alış biçimini ortaya koyarken arivizm diye bir akım ortaya atıyor, bunun diğer adı da Makyavelizm. Bunun ana fikri şu: amaca varmak için her yol mübah! Burjuvazi ahlakını bu anlayış üzerine kuruyor. İktidarda kalmak, sürdürmek için her yol mübah, her yol meşru, her araç kullanılabilir. Burada ahlak, etik böyle bir şey aranmamalı. Esas hedeflenen: maksadın hasıl olması. Burjuvazinin ahlakı Makyavelizmdir. Bütün dünyada burjuvazi Makyavelizmi benimsemiştir. Burada ahlak, insani değerlere dair amaç güdülmez, maksimum kâr amaçtır. Hatta burjuvazi bu amacına varmak için öldürmeleri, cinayetleri, katliamları yapıp, toplama kampları, gaz odaları oluşturup, işkenceler yapıp, soykırımlar gerçekleştirmiştir. Burada tek amaç burjuvazinin o anki amacına uygun bir dünyayı tasarlamak, kurgulamak ve gerçekleştirmektir. Bu burjuvazinin evrensel karakteristik özelliklerinden biridir. Bütün devletlerde, ülkelerde durum budur.
Burjuvazi ulusal sınırlarının dışına çıkıp sermaye küreselleşmeye başlayınca ulusal çitler yıkılıp sermaye evrenselleşmeye başlayınca, aynı zamanda sermaye evrensel bir egemenlik aracına dönüşüyor. Küreselleşme bilgisizlerin sandığı gibi SSCB’nin yıkılışı ile beraber değil, baştan beri sermayenin doğasında var olan bir şey. Bu baştan beri sermayenin varoluş eğilimi zaten. Ulusal çitler aşıldığı andan itibaren sermaye küreselleşmeye başlıyor.
Küreselleşme günümüzün bir olgusu değil, kapitalizmin tarihine mahsus bir olgudur. Sermayenin tarihsel bir eğilimidir. Böylece sermaye evrensel bir karakter kazanıyor. Bu karakter daha çok evrensel hale geliyor ve dünya paylaşılıyor, sermaye güçleniyor, meta üretiminin yerini sermaye ihracı alıyor.
Emperyalizm çağında sermaye ile devlet arasındaki ilişkiler güçleniyor, yeni sermaye örgütlenmeleri, yeni finans biçimleri ortaya çıkıyor. Tüm bu gelişmeler olurken bu burjuvazi hem devletini, hem toplumsal ilişkilerini dinle, siyasetle, üniversitelerle, eğitim aygıtıyla, toplumsal yaşamla ilgili ilişkileri sürekli bu gelişmelere bağlı olarak yeniden kurguluyor. Burada hiç değişmeyen bir ana fikir var: burjuvazinin egemenliği ve egemenliğini ebedi kılmak. Bunun için her şey yapılıyor. Bu yapılırken en etkili yöntem psikolojik savaştır. Burada da en önemli şey: alternatife izin vermemek… Burjuvazinin egemenliğini tehdit edecek, hegemonyasını sarsacak, düzeninde gedik açacak hiçbir seçeneğe, hiçbir gücün oluşmasına izin vermemek… Bunun için Makyavelizm doğrultusunda her türlü iftira, karalama kampanyası meşru sayılıyor.
***
Türkiye’ye baktığımız zaman; 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve 12 Eylül öncesi koşullarda yapılan birçok şey bu tip yalanlara dayalı. Örneğin faşist yazar Necdet Sevinç’in Ülkücüye Notlar kitabında, propagandanın esası yalandır, deniliyor yani Goebbels’i tekrarlıyor yerli versiyon. Goebbels de büyük yalan söyleyeceksin, diyor. Nazizm yalan üzerine kurulu bir ideolojidir. Yalan kombinizasyonundan oluşmuştur, ondan dolayı da eklektiktir. Gerçekçi olmayan, kitlelerin aklına değil bilinçaltına hitap eden bir ideoloji.
Hatırla, çocukluğumuzda sol hakkında neler uydururlardı. Bunlar da ahlak, ana-baba yok. Solcuların evinin kapısına bir şapka asılınca içeride erkek var girme, o erkek şapkasını alıp gittikten sonra sıra sana gelir, diye yalanlar uyduruyorlardı. Sovyetlerin devrimcilere silah, para verdiğini, Karadeniz sahillerine Rusların gemilerle devrimcilere silah taşıdığını, anlatırlardı. Başka bir yalan da örneğin, Sovyetlerdeki kreşler ve anaokullarında çocukların zorla anasından-babasından kopartılıp kız-erkek aynı okula yerleştirildiği, bu kız-erkek çocukların birbirlerini kardeş olarak bilmedikleri için, ileride birbirleriyle evlendiklerini, anlatarak sosyalizmin ahlaksızlık olduğu yalanlarını söylerlerdi. Bu iğrenç yalanları uydurarak devrimcilerin toplumla bağlarını kopartıp, ön yargı, antipati yaratıp devrimcileri rezil etmek maksadı güdüyorlardı. Bu devrimcileri rezil etmek, tüm dünyada burjuvazinin şaşmaz yöntemidir. Bu iftira ve yalan kampanyaları sonucunda Çorum, Maraş, Malatya, Sivas gibi katliamlar düzenlendi. Böylece halkı sola karşı düşman ederek, solu bir seçenek olmaktan çıkarmak arzusundadır burjuvazi ve onun yamakları.
Tüm bu faaliyetlerin nasıl yürütüldüğünü anlatan bir kitap var. Kendisi ordudan atılmış bir subayın, profesör Nevzat Tarhan’ın yazdığı Psikolojik Savaş isimli kitabı bu. Kitapta hangi aşamada, ne şekilde psikolojik savaşın hangi araçlarla, nasıl yürütüldüğü anlatılıyor. Bu kitapta anlatılan konular bizlerin bildiği konular. Ancak yazarın ordudan atılmış bir subay ve bir psikiyatrist olması; aynı zamanda devlet içerisinde psikolojik savaşın nasıl örgütlendiğini ifşa ediyor olması… Bu anlamda önemli bir kitap.
***
Yukarıda anlattıklarım egemenlerin cephesinde olanlar. Burjuvazi egemenliğini sürdürmek için bu yöntemleri kullanarak solun zayıf, dağınık olduğu ülkelerde ciddi sonuçlar elde ediyor. Örneğin 12 Eylül’den önce bunu bizde de başardılar.
Diğer taraftan karşı devrim cephesi böyleyken sol ne yapıyor? Sol, geçmişten beri temel marksist metinlerde eleştirilen bir şey var; kişiyi putlaştırmak, kişi kültü, kült yaratmak, karizmatik, efsane, hata yapmayan bir lider yaratmak İslamcılar gibi. Sol metinlerde bunlar eleştirilip sosyalizmin yanlışları olarak görülüyor. Örneğin Rusya’da Stalin putlaştırılmış. Örneğin İlya Ehrenburg, Hatıralar kitabında Stalin’i anlatırken Rusyada bir gazetede çıkan bir haberden bahsediyor, gazete şu ifadeyi kullanıyor: Mutluluğun kuyumcusu Stalin. Stalin, insan olmaktan çıkıp Rusya’dan mutluluğun kuyumcusu oluyor, fetişize edilip tanrılaştırılıyor. Dinsel kitaplarda mutluluğun kuyumcusu tanrıdır. Yaratılan bu tanrı insan bu toplumda mutluluğun kuyumcusu olarak ilân ediliyor.
Sosyalizm özü itibariyle kör, batıl inançlara, putlaştırmalara karşı olduğu halde SSCB’deki gazete kendisinde bunu önleyemiyor. Örneğin Çin’de Mao kültü, Yugoslavya’da Tito kültü. Sosyalist Sistem teoride bunların yanlışlarını bildiği halde bu hastalıklar önlenemiyor ve bu durum sosyalist sistemde de bir gerçeklik haline geliyor.
***
12 Eylülden sonra ki solun en büyük zaaflarından biri, solun kendinden uzaklaşmasıdır. Sol, kendi kültür, felsefe, sanat kaynaklarından uzaklaştı. Sol, bir boşluğa düştü ve bu boşluğu da bir özelleştiri ile aşma çabası gösteremedi; gösterse de bu çaba yetersiz kaldı. Sol, burjuvazi nasıl başarılı oluyor, biz nerelerde hata yaptık’ı değerlendiremedi. Bu da şunu gösteriyor; solda önderlik yapan insanların gerçek anlamda burjuvazinin bu yöntemlerinden, hesaplarından haberi olmadığı, tecrübeli olmadıkları, bir zeka olgunluğunda olmadıklarını, bir birikime sahip olmadıklarını gösteriyor. Solda var olan bu teorik, kültürel, psikolojik bunalımı aşmak için yaratıcı bir yöntem geliştirilemedi. Bunun için de birçok solcu soldan koptu, uzaklaştı, değersizleşti, inancını, ahlakını, değerlerini yitirip yoz insanlar haline geldi. Toplumun en dejenere insanlarından biri haline gelip; kimi alkolik oldu, kimi sapıttı, kimisi mafyatik örgütlere karıştı, kimisi karanlık işlere bulaştı. Bu da solun bir gerçeği. Bu tip solcuların bugün etkili biçimde ortaya çıkması ve solun bu dejenerasyonu yaşamasının en önemli nedenlerinden birisi de solun bunalımı aşacak bir teorik bilimsel bir çalışmanın, bir bakış açısının, teorik hattının, felsefenin, stratejinin oluşturulmamasıdır. Sol bunu başaramadı.
Özellikle Sosyalist Sistem’in dağılmasından sonra solun, bunalımını aşacak, bu yıkımların üstesinden gelecek, bu enkazdan, çözülmeden, çürümeden, dağınıklıktan, parçalanmışlık halinden kurtaracak, solun bunalımını aşacak, solu bütünlüklü bir yapı içerisinde birleştirecek, bütünlüklü bir perspektif verecek, bir yaratıcı zeka, düşünür, felsefeci, teorisyen, yol gösterici ortaya çıkmadı. Sol, bilgelik yaratamadı. Sol kendi sorunlarına boğuldu. Kendi sorunlarını aşamadı. Bu cesareti, feraseti gösteremedi. Kendi içine hapsoldu, kendini toplumdan izole etti, zaman içerisinde marjinalleşti, etkisiz güç haline geldi. Solun geçmişte yarattığı bütün birikimlere, deneyimlere rağmen deneyimleri geliştirip, daha canlı hale getirerek, teorik bir çerçeveye oturtup, pratikleştiremedi, bir siyasi aygıta dönüştüremedi.
Sol baştan beri sadece burjuvazinin şiddetinin, işkencelerinin, saldırılarının kurbanı değil, aynı zamanda kendi içerisinde yarattığı acziyeti, çözümsüzlüğü, bunalımları aşabilecek bir yeteneği, bilgeliği gösterememesinin de kurbanıdır. Soldaki yozlaşmanın, dağılmanın, menkıbeciliğin, kişi putlaştırmalarının, kişiye tapmaların, adamcılığın, ilkesizliğin, oportünizmin, fırsatçılığın, çürümenin en büyük nedenlerinden birisi de budur. Solun kendi bunalımını aşacak, bütünlüklü bir teorik hat-çerçeve ortaya koyamaması, kendi bunalımını aşacak bir iradeyi ve yeteneği gösterememesi, yaratıcı akıldan yoksun olması…
Sol, bütün bu hataları yaptı ve aynı hataları yapmaya devam ediyor. 2023’e geldiğimiz zaman da; sol kendi bunalımın aşacak bir çözüm geliştiremiyor bugün hâlâ. SSCB, Sosyalist Sistem varmış gibi, dünya Soğuk Savaş dönemini yaşıyormuş gibi analizler yapan, o kavramlarla konuşan, yeni tek bir laf üretemeyen, topluma yeni bir bakış açısı sunamayan, toplumun sorunlarını çözeceğine dair hiçbir araştırması, programı, düşüncesi olmayan insanlar bugün sol yapıları oluşturuyor. Sol yine dogmatizme kendini hapsediyor, hiçbir yaratıcılık ortaya koyamıyor. Örneğin sol yapılarda 30 sene önce genel sekreter seçilen kişi hâlâ genel sekreter, hiç değişmiyor, ondan bilgili, yetenekli kimse yok mu? Şefler hiç değişmiyor. Şef aynı spor antrenörü gibi hep antrenör olarak kalıyor, hiç yeni antrenörler ortaya çıkmıyor. Bunlar geriliğin belirtileri. Bunlar kültürel geriliğin, eleştirel aklın, düşünce özgürlüğünün, özgür düşüncenin gelişmemesinin sonuçları.
***
Bunu nasıl görmüştük 12 Eylül’den önce? Örneğin, Kızıldere, Türkiye solunun kutsal bir anısı, kutsal bir destanı olmuştu. Kızıldere’ye varan yol hiç eleştirilmedi. Kızıldere’nin doğruluğunu, yanlışlığını tartışmak mümkün değildi, öyle bir ortam yoktu. Kızıldere’ye yanlış diyenler hainlikle, devrim kaçaklığıyla, devrimci harekete küfür etmekle, devrimci hareketi bozmakla suçlandı. Örneğin, Mahir Çayan’ın Kızıldere’ye giden yolun taşlarını döşeyen teorik hattı olan Kesintisiz Devrim broşürü bir kutsal metin olarak, İncil’miş gibi değerlendirildi. Mahir Çayan’ın görüşlerini benimseyen kesimler bu tezlerin bir tek satırının eleştirilmesine izin vermedi. Kesintisiz Devrim nasıl bir broşürdü, Mahir Çayan kimden etkilenmiş, hangi kavramları kimden almış, nasıl bir bütünsellik yaratmış, nasıl bir eklektizm oluşturmuş; bunlar hiç eleştirilemedi, dokunulmaz kılındı, bütün kutsal metinler gibi doğruluğundan sual edilmez metinler olarak kabul edildi, kutsallaştırıldı, eleştiriden muaf tutuldu. Bu da Türkiye’deki teorik gelişmenin önündeki en büyük engellerden biri oldu.
Sosyalizmde, bilimde kutsal diye bir şey yoktur. Her şey eleştiriye tabidir, her şey eleştirel aklın süzgecinden geçirilir. Marks’ın deyişiyle: Marksizim sadece devrimci değil, aynı zamanda eleştirel akıldır. Devrimci pratikten eleştirel aklı kopartınca devrimcilik eksik kalır. Devrimci pratiğe ruhunu veren eleştirel akıldır. Marksizmdeki tanımı budur. Türkiye’de eksik olan budur. Türkiye’de devrimci pratik öne çıkartılmış, menkıbeler yaratılmış, Kızıldere eleştirileri imkânsız hale getirilmiş, kutsallaştırılarak, menkıbeleştirilerek, dokunulmaz, solun kutsal destanları gibi varsayılmış. Bu kabul edişler, bu inanışlar, bu yaklaşım biçimleri solda teorik yaratıcılığın, yeni perspektiflerin geliştirilmesi biçimindeki çabayı önlemiş, köreltmiş, dumura uğratmıştır.
Örneğin bu konuda sanatçılar, romancılar, filmciler, sinemacılar da putlaştırılmış, onların hatası göze gelmemiştir. Örneğin çok iyi filmler çekmiş bir sinemacı kalkıp karısının üzerine araba sürebiliyor, ciddi biçimde hayatını tehlikeye atabiliyor, bu eleştirilmiyor mesela. Geçmişte lümpenlik de yapabiliyor, bir kumarbaz da olabilir, mafyanın, kabadayıların dostu olabiliyor; bunlar hiç eleştirilmiyor. Bunları yapanlar kutsal bir şahıs sayılıyor. Böyle bir şey yok.
Gerçek devrimcilik, bir şeyi sadece olumlu, güzel yanlarıyla değil, günahıyla, sevabıyla olumlu ve olumsuz bütün yanlarını değerlendiren bir bakış açısına sahip olabilmektir. Gerçek sol anlayış budur. Bazı özellikleri öne çıkartıp, olumsuz yoz, hastalıklı eğilimleri görmezlikten gelmek, üzerini örtmek devrimciliğin yozlaşmasına, solun gerilemesine neden olan olumsuzluklar yaratıyor. Bazıları bunun farkında değil. Bu konuda şairler, sanatçılar, devrimciler putlaştırıldı. Bu anlayış solu mahvediyor. Bu kafalar az gelişmiş ülkelere özgü zihni donukluk içerisinde olan, eleştirel aklı gelişmemiş, aklı, düşünce özgürlüğü gelişmemiş, aklın özgürleşmediği ülkelerde daha fazla görülüyor.
Teorik, felsefi, sanatsal, bilimsel gelenek olmadığı için Türkiye’de bu putlaştırma, kutsallaştırma, destanlaştırma, menkıbeleştirme eğilimleri solda da çok fazla görülür ve bunlar solun zaafa uğramasında, egemen güçlerin solda bir boşluk oluşturmasında büyük etken oluyor ve bunlar solu zayıflatıyor; solun kitle gücünü, yaratıcılığını, solun yeni perspektiflere yönelmesini engelliyor, solu köreltiyor, solun marjinalize edilmesine, egemen güçlerin sol üzerindeki tahakkümünü sürdürmesine katkıda bulunuyor.
Türkiye’de genel olarak solun durumu budur ve bu durumlar alt edilmeden yol alınması mümkün değildir. Gerçekçi olmak zorundayız: Kendimize, topluma ve dünyaya karşı… Önümüzü görebilmek, ayakta kalabilmek ve geleceği kurmak için buna mecburuz…
9 Ekim 2023
Çanakkale- İstanbul