Unutmam ’18 Mayıs’ı…
Türküsünü her dinlediğimde yüreğimden bir ok fırlar gider gider, o karanlık günlerin ardından güzel bir hapishane anısına saplanıp geri döner. Filmciler buna flashback derler, yani geçmişi günümüze getirme. Görünenin aksine ışık makinadan çıkmaz görüntüden makinaya yansır, oradan ekrana ya da beyaz perdeye. O günlerden imgelemimde dönen tatlı bir anıdır. Dinlemek ister misiniz?
Şu an kulağımda o türkü, o anlara gidiyorum. O anlara, o anları yaşadığım yıllara gidiyorum. Benimle gelin lütfen.
80’li yılların ortasıydı, sağmalcılar cezaeviydi. Uzun açlık grevleri, dayak ve işkence dolu günleri gerilerde bırakmıştık. Cezaevi kısmi refah dönemine girmiş, demokratik hak ve özgürlükler geri alınmıştı. İstenilen kitaplar, müzik çalar aletleri, kasetler, gitarlar ve sazlar içeri girmiş, koğuşlar şenlenmişti. Bizler, grup olarak genellikle İbocu olarak bilinen grupla ortak koğuşlarda kalıyorduk. Siyaseten uzak olsak da kültürel olarak farklı olsak da iyi anlaşıyor ve birbirimizi seviyor, tamamlıyorduk. İbocular türkü dinler, saz çalar bizler ise daha çok yabancı müzikler dinler, gitar çalardık. Onlar bizlere türküyü sevdirtir, saz öğretir; bizler de onlara yeni öğrendiğimiz, benimseyip sevdiğimiz gruplar; Pink Floyd, Beatles ile tanıştırır, gitarın sesini dinletirdik. Güzel günlerdi. Bizler, çalardık ama o kadar haşır neşir değildik gitarla. Ama İbocular, sazla yatıp sazla kalkarlardı. Bizler de bir iki gitar vardı. İbocular da üç beş kara düzen, bir iki bağlama vardı. Neredeyse insan başına bir saz düşerdi. Bilen çalardı; diğerleri olarak dinler, efkarlanır, hüzünlenir, coşardık. Bugünlere, sizlere anlatacağımız anılar, izler toplardık. Bir de saz çalmasını bilmeyenler vardı. Bilmiyorlardı ama deli bir istek ve merak vardı içlerinde. Zaten öğrenmenin de ana çıkışı değil miydi bu merak. İbocuların kitlesel fazlalıklarını da düşünecek olursak bu hevesle arkadaşların, kulaklarımıza nasıl bir kakofonik ses yansıttığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Saz, bağlama çalmak örgüt kararlarıydı adeta. Tüzüklerinde var mıydı? Bilemem ama her İbocunun saz çalıp, akort ayarı yaptığını biliyorum. Yeni tutuklamalar olurdu. Koğuş kapısından içeri giren İbocular; “Selamünaleyküm yoldaşlar’ demeden saza doğru koşarlardı adeta. Bu bana hep caretta carettarın yumurtalarından çıkar çıkmaz, yönleri nerede olursa olsun denize koşmasını hatırlatırdı (Bu benim muzipliğimdi elbet). Yemin etmişlerdi sanki hepsi birer büyük halk ozanı Emekçi olacaklardı. Muhabbet eder gülerdik. Bir de hep aynı türküyü; “18 Mayısı unutmam. Unutmam 18 Mayısı” ya da “Ali Haydar ölmez ağlama bacı…” sözleri dolardı kulaklarımıza. Bu türkü bana Dersim’in Vartinik mezrasının nasıl bir yer olduğu düşündürürdü. Deli gibi merak ederdim gözlerim kapalı dinlerken. 18 Mayısı unutmam türküsünün daha yanığıydı. Türküden daha çok ağıttı, onu da çalarlardı. Çalanı dinlerdik de çalamayan bizi polis sorgusundaki işkenceye götürürdü “Yeter yeter, konuşacağım, her şeyi ben yaptım, Roma’yı da ben yaktım” derdik, gülerdik.
Bu “rahatsızlıklar” üzerine koğuşta “sessizlik saatleri” konulurdu. Bu saatlerde kitap okur, yazı yazardık. Etrafta fısıltı halinde konuşan, parmaklarının ucunda yürüyen insanlar vardı. Neredeyse mutlak bir sessizlik oluşurdu. Tabi “saz” bu “bağımlılık” yaratmıştı. Derken uzaklarda sazın ince sesi 18 Mayıs türküsünün ilk notaları koşar gelirdi kulaklarımıza. Yasak sazla delinirdi. “Kurtuluş yok, bari keyif alalım” derdik. İbocu temsilci arkadaş gelir; “Bre kirve yeni gelen arkadaşlar disiplini henüz bilmiyorlar, öğrenecekler” der, tekrar gülerdik. Tek “eksiğimiz”, tek “yanlışımız” bu tür şeylerdi. Ne güzel değil mi? İşte böyleydi bizim hayatımız.
18 Mayısı unutmam. İbocularda derin izler bırakmıştır bu türkü. Bende de tatlı, sıcak hatıralar.
18 Mayısı unutmam, unutmam 18 Mayısı… Emekçi’den daha çok İbrahim Kaypakkaya’nın yaşadıklarını hatırlatır, hissettirir dinleyicilerine. Zaten İbrahim olmasaydı bu türkü de olmazdı. Bu türküyü dinlerken gözlerimi kapatır sazın ince telinin nağmelerinde İbrahim ile yola çıkardım. Bu türkü İbo’nun; dağları taşları aşıp, köy köy dolaşıp, çobanları örgütleyip, köylülere ağa-patron düzenine nasıl karşı geleceklerini öğreten hayatını kulaklarıma getirirdi. Bu türkü gerçekten şairin dediği gibi “… toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsüydü.” İbrahim’in yürüdüğü yollarda ayak tozları henüz dağılmamışken jandarmanın gelip köylüleri meydan dayağından geçirmesini, İbrahim Kaypakkaya’nın Kürecik’ten, Antep’e oradan Siverek’e ve Dersim’e sonunda Diyarbakır’a dağ ve keçi yollarından giderken aklından geçen fikirleri kulağıma taşırdı. Bu türkü, “Ser verip, sır vermeyen” kimdir sorusunun yanıtını, “İbrahim Kaypakkaya’dır” cevabıyla hatırlatır bana. Bu türkü, İbrahim’in işkencehanelerde “alev bir saç örgüsü” ile çarmıhtaki, falakada ki halini, soğuktan kangrenleşmiş ayaklarını hatırlatır bana. Bir babanın çuval içindeki taşıdığı oğlunu, yardım eden hamalın para almayışını… Yani insan sevgisini anlatır bana. Bu nedenle 18 Mayısı unutmam. Unutmam 18 Mayısı.

Halk Ozanı Emekçi
İşkencemde rehberimdir İbrahim. Rehberidir; Fatih Öktülmüş’lerin, Niyazi Aydın’ların, Zeki Yumurtacı’ların, Nurettin Gürateş’lerin… Nasıl unuturum 18 Mayısı. 18 Mayıs demek, İbrahim Kaypakkaya demek. “Ser” ile “sır” arasında tercih yapmayı bilmek demek. Kır gerillası demek. Toprağı asıl sahiplerine vermek için savaşmak demek. Bu türkü bir kültür demek. Ali Haydar Yıldız demek, Orhan Bakır, Haki Karer, Baba Erdoğan demek. Diyarbakır zindanlarında vücutlarını ateşe sunan “Dörtler” demek.
18 Mayısı unutmam.
Bu türkü yüreğimden bir ok fırlatır, oradan işkencedeki direnişime saplanır. Direnişi fısıldar kulağıma. Bir de İbrahim Kaypakkaya’nın evrensel sözlerini hatırlatır:
“Sünnilik, Alevilik, Kürtlük, Türklük diye ayrım yapmak yanlıştır. Bu kavga yoksul zengin kavgasıdır. Kimden olursa olsun yoksulların birleşmesi şarttır!”
İbrahim Kaypakkaya bir devrimci kültürdür. Ülkemizin Emiliano Zapata’sıdır. Yumuşak yüzündeki kirli sakalları, uzun yün paltosu ve onunla bütünleşmiş sekiz köşe kasketi… Gözleri yeşil miydi, yoksa açık kahverengi miydi, önemi yoktu. O gözlerle bu günleri görebilmişti. O günlerde Fikir Kulüpleri Federasyonu kürsüsündeki konuşmasındaki düşünceleri bu günlere gelmişti İbrahim Kaypakkaya’nın.
18 Mayısı unutmam. Unutmam 18 Mayısı.
Memet Sönmez