Mazlum Çetinkaya
Nedir bu “Hubris Sendromu” diyeceksiniz şimdi, eminim çoğunuz da benim gibi duymamıştır bu kavramı, ben de geçen yıl bir hekim arkadaştan duymuştum. Doktorların çoğunun bildiği bir kavram tabii. Ben de kıyısından dönmüştüm bu hastalığın, çevremin biraz pohpohlaması ile, neredeyse ben de o gruba girecektim. Allahtan istediklerim olmadı da…
Kobani Davası ile ilgili o ağır cezalardan sonraki süreçte başlayan yorumlar, tartışmalar, atışmalar benim bu kavram üzerine, dahası bu hastalık üzerine, hiç ilgi alanım değilken okumalara yönlendirdi.
Bireysel bir hastalık olmasından öte, sonuçları itibarı ile sosyal zararlar veren bir hastalıktır hubris. Hubris; sanat, edebiyat, ticaret, siyaset hemen hayatın her alanında görülen bu hastalıktır. Ama esasen ve en çok görüldüğü alan siyaset alanıdır. Başkalarını küçümseme ile başlar bu hastalık ve abartılı gurur üzerinde şekillenir. Kısacası aşırı gurur ve güç zehirlenmesidir hubris, tıbbi anlamda bu şekilde kabul görmüştür. Yöneticilerde ve liderlerde yaygın görülür. Gücün belli bir oranı aşması sonucu aşırı kibre kapılmak da diyebiliriz. Liderlik veya liderlik hırsıyla yakından ilgilidir.
Kendine aşırı güven duyarlar bu hastalığa yakalananlar, başkalarını da küçümseme duygusu yaşarlar.
Birazcık düşünürseniz hemen hepimizin çevresinde vardır böyle birileri. Yıllar önce bir basın açıklaması olacaktı, kim okuyacak diye tartışılıyordu, hiç unutmam kadının biri her konuda: “bana da bana da” “ben de ben de” ben okuyacağım ben” diyerek kendine bir de grup arıyordu, Allahtan sonrasında bir partiye girdi de rahatlamıştık…
Yunanca “kibir” ve “küstahlık” anlamına gelen hubris hastalığını geçmişte ve günümüzde de birçok siyasi figür ve liderde görmek mümkün. Bu hastalık parti ayrımı gütmez, en soldan en sağa birçok liderde görülmüştür/ görülebilir. Liderlerden de aşağıya doğru eğilim gösteren bir hastalıktır. Mesela AKP’nin en güçlü yıllarında “reis” en tepede, üyeleri de kaldırımlarda yürürken bu hastalığı yansıtıyorlardı, özellikle geçmişte etkili olamadıkları şehirlerin kaldırımlarında. O iktidar olma, güç olma kibrini ve şımarıklığını sokakta yürürken bile dışa vururlar. Çünkü kaldırımda yürüyen o zavallıların tek derdi de en tepeye çıkma çabasıdır.
Hubris Sendromu ve Narsizm
Kendini beğenmişlik, aşırı güven, kibir, üstünlük gösterme benzerlikleri ile hubris sendromu narsizme de benzer, ama aynı hastalıklar değil tabi. Bizim Şire Pazarı’nda parası olan ilkokul mezunu bir tüccarla bunlar arasında hiçbir kişilik farkı yoktur, hele bir de arabasının kapısını benim gibi biri açıyorsa, deme keyfine. Bu hastalığa yakalananlar durmadan bir üst aşamaya geçme çabası taşırlar içlerinde ve aşırı güç kazandıkça da şımarırlar. Bir tür siyasi şımarıklık da diyebiliriz bu hastalığa.
Tarihte Hitler bu hastalığın en somut örneğidir. George Bush, Tony Blair, Stalin. Birleşik krallığın yaşlı bir bunak başbakanı vardı, Margaret Thatcher, o bunak da şöyle der, “güçlü olmak soylu bir kadın olmak gibidir. Eğer başkalarına güçlü olduğunu anlatmak zorunda kalıyorsan, güçlü değilsin demektir.”
Tabii kadın siyasetçi az olduğu için en çok erkeklerde baş gösteren bir hastalık gibi algılanır, oysa bu hastalığın cinsiyeti yok. Sadece “egomania” bir özellik taşımaz, ama en çok erkeklerde görülür. İşte günümüzde Putin, Trump, Beşşar Esat işte bizimkisi mesela. Tabii bunlar büyük hubrisler, ama küçük küçük gruplarda da hubrisler var. Bu konuda TBMM iyi bir hubris tedavi merkezi gibi bence.
Eskiden benim bir şefim vardı, küçük bir hubrisdi, yanındayken ellerimi korkudan cebime koyamıyordum, mutfakta bile hazır ola geçerdim! Tıp da bu konuda sanırım çaresiz, çünkü bu hastalık yönetmek yönetilmek dönemi ile başlar, sanırım sınıflı toplumla başladı.
Bunlar her şeyin karar vericisidirler, en doğru kararın kendisinde olduğu sanrısı içindedirler hep. Bu hastalık güç olmaya başladığı anda kendini gösterir, olayların merkezinde olmasından keyif alır, bir tür “sosyolojik uyuşturucu” diyebiliriz. İlerleyen aşamaları narsizme hatta daha da ilerlerse akli dengesizliklere de götürebilir. İpin ucunu kaçırabilirler bu tür hastalar. Çünkü ilerleyen aşamalarda “güç” bağımlılık yapıyor. Normalde tedavi edilmesi gerekiyor, ama güç başka bir güce koşmanın tetikleyicisi oluyor. Mesela bu tür vakalar, bir çiçeğe bakıp mutlu olamazlar, tek başına kaldıklarında vicdanları veya tanrıları ile oturup konuşamazlar, bir şiir okumazlar, bir çocuğu sevemezler, şiir nedir ki bile derler! Aşktan habersizdirler, tek aşkları “güç”tür, ve bir yerlere gelme çabasıdır.
Dünyanın herhangi bir yerindeki acıyı sadece siyasetin kürsüsüne bir süslü söz olarak alırlar, bazıları da demeçlerde “one minute” yaparlar, bazen de herhangi bir meydanda “yoldaşlarrr!” diye başlayan bir nutuk olur…
Hubris olanların pişmanlık duyacakları bir hayatları yoktur, bunu düşünecek kadar oturup kendileriyle baş başa kalacak zamanları da olmamıştır, kürsüden kürsüye, demeçten demece, meclisten meclise koşarlar.
Verdikleri sözlerin arkasından hemencecik dönebilirler, gerekçeleri de mutlaka ama mutlaka vardır. Buna çok şahit oldum ben bizzat siyasette; yoldaş maalesef koşullar ve şartlar her şeyi belirliyor… Nasıl da tanıdık bir cümle değil mi?
Oysa en iyi koşullara onlar sahipti, biz dürümle beslenirken, altı delik ayakkabılarla sokaklarda yaşarken! Bu Hubris hastaları hep doğruyu bilirler, asla yanlışlarını kabul etmezler, ama her konuyu da bilirler. Biz derler her defasında, ama o “biz” kavramının altında gizli “bir ben kavramı” saklıdır. Devrimcilerdeki “biz” kavramı ile bu siyasetçilerdeki “biz” apayrı şeylerdir tabii. Dedim ya, bir çiçekle ağlamak veya bir köpekle oturup ağlamak, bir ağaçla konuşmak gibi huyları yoktur siyasetçilerin, devrimciler ise romantik ve hümanistlerdir, kendisinden olmayanlarla da kaybedeceklerini bile bile sarılıp ağlarlar.
Yıllar önce, daha yirmili yaşlardayken, yanımda dört beş arkadaşımla bir dergi bürosunda otururken, bir “ağbi şef” bize “plenum” nedir diye sormuştu, birbirimize baktık bilemeyince, mahcup olduk, hubris ağbi ise çok bilmenin, hatta çok doğru bilmenin verdiği şımarıklık ile de bize üç saat Stalin ve Lenin nutukları atmıştı. Oysa o günkü Erzincanlı Oya, bir rüya olabilirdi bugün hayalini anlattığı o çiftlikte, ya da Gülperi davamıza giren bir avukat, ya da Cizreli Gerdan herhangi bir sınıfta bana şu anda anadilimi öğretiyor olabilirdi. Olmadı, hepsi ayrıldı aramızdan!
İşte bu “Hubris hastası adamlar” yüzünden yıllarca duygusuz bir varlık gibi yaşadım, bir eşya gibi yaşadım. Ve o gün bilmediğimiz o kavramın altında ezilirken, bugün bizim çocuklarımızın ona soracağı on sorudan birine bile cevap veremeyecek durumda o hubris. Bilgi sıfır.
Normalde, bunları, bu “hubris sendromu”na yakalananları en azından beş yılda bir hastaneye götürüp testlerden geçirmek lazım, raporla siyaset yaptırmak gerekir. Birkaç doktora sordum kendi durumumu da, az hasarla atlatmışsın dediler.
Bu yazıyı yazarken burada sabah saat beş, bir ağaca dokunuyorum kendi varlığımın farkına vararak, bir çiçekle konuşuyorum, serçelere su veriyorum, sonra Feqiyê Teyran aklımda ağlamaklı bir şarkı oluyor.