“İçine bak ama düşme!”
Bir süre önce İzmir Ekonomi Üniversitesi bir kongreye ev sahipliği yaptı. Bu sayede ben de çok sayıda akademisyenle tanıştım. Zaten okulun siyaset bilimi hocalarının neredeyse hepsiyle muhabbetim var. Benim gibi akademi dışı biri için büyük şans. Sahiden kongre, Zana Hoca’nın dediği gibi lunaparkta iki gün geçirip çocukluğun keyfini sürmek gibiydi benim için. Sorumluluk yok, yükümlülük yok, görev yok. O panelden bu panele koşturarak. Yani sadece eğlence. Eğlence dediysek bilimsel harita metot defterine işli sosyosu, siyaseti, ekonomisi, artık Allah ne verdiyse tüm meseleler. Ancak bir kaydırak ya da salıncak beni bu kadar mutlu edebilirdi.
İlginç bir olay yaşadım kapanış saatlerinde. Kampüs boşalmak üzereyken Emrah Hoca ile karşılaştım. Önceki gün harika sunumlarını dinlemiştim. Lakin tanışıp konuşmak başka bir şey! Filiz Hoca, geçen yılki kongrede bana o ve arkadaşının ortak tebliğinden bahsetmişti: Romanı alıp siyasi okuma yapıyorlardı. Kuru siyasi analiz can sıkıcıdır. Teoriyi hayata yedirmeniz gerekir ve bu sahiden zor. Ama bir edebi esere içkin siyaseti kazıp çıkarmak, işte bu başka bir şey. Romanın güzelliği bir yana içindeki ince fikri keşfetmek… Yazarken bile heyecanı hissediyorum. Konferans salonunun kapısında yakaladım Emrah Hoca’yı. Onları tanıma hikâyemi anlattım. Benzer bir makalemden bahsettim.
Fakat konuşmamız bilimsel toplantıda karşılaşan iki kişinin muhaveresi gibi değildi. Tuhaf şekilde yükseliyorduk. Duygusal bir take off! İçeriden ve sebepsiz bir coşkuyla gelen ve başkası için sıradan konuların bizim yüreklerimizi kanatlandıran ve bu kanatlanmış yüreklerin sevgiyle kucaklaştığı, ufka doğru irtifa kazanan bir konuşma. Anlatıyoruz birbirimize. Mutluyuz, gülüyoruz. Neden bu mutluluk bilmiyoruz. Sanki bir düğün evindeymiş gibi heyecanla Kemal Tahir, Orhan Pamuk, Yakup Kadri, Üç İstanbul, Osmanlı’nın son demleri ve Kemalizm’den bahsediyoruz. Çok güzel bir iş yapmanın sevinciyle konuşurken elimiz kolumuz (özellikle benim) kuşlar gibi.
Tokalaştık. Sonra biraz daha konuştuğumuzda tekrar ellerimizi avuçlarımıza aldık. Bizi dışarıdan gören kırk yıllık iki arkadaş, kırk yıl sonra tesadüfen karşılaşmışlar sanır. O derece sarhoşluk.
Bu duygu, enteresandır. Yaşanır ve bittiğinde geceden kalma hissedersiniz. Gece akıl kanatlanmış. Alkol etkisiyle başka âlemlere kapı açmış sabah olunca gerçek hayata dönmüşsünüz. Bunun gibi yani. Bir daha görüşmez, görüşseniz de aynı seviyeye çıkamazsınız. Özel bir andır. Lakin Emrah Hoca’yı üç hafta sonra aradığımda, yine aynı noktada olduğumuzu gördüm. Bu da ilk kez oluyordu.
Ruhunla Hemhal
Peki bu nasıl oluyor? Bilemiyorum. Necati Cumalı diyor ya şiirinde “Bu dünyaya insanlar eş gelir bir gün bir tesadüfle karşılaşır ve ayrılırlar.”
karanlıkta akan nehirler gibi
kalpleri birbirinin çağrısını duyar
olsa olsa mutluluktan bütün nasibi
macerası onunla bana benzeyenlerin
bir gün bir tesadüfle karşılaşır, ayrılırlar. (2)
Evet; sebebi ne bilemiyorum. Bu özel anları o kadar az yaşarsınız ki uhrevi bir elbise giyer ve metafizik boyuta geçersiniz. Çünkü o ruhla bir kaynaşma halidir hissedilen: Teklik olmaktan çıkmak, daha büyük bir teklikte kaybolmak. Aşk ile ilgisi yoktur bunun. Aşka benzer ama. Kadın ve erkek, cinsiyet fark etmez, karşı cins olması gerekmez, herkesle tecrübe etme ihtimali vardır. Dediğim gibi hayatın istisna hâlidir.
Bunu daha önce iki kez yaşadım. Ve o özel anlardaki ruh eşlerimi bir daha görmek kısmet olmadı.
İlki, fakültedeyken: Nasıl başladı pek hatırlamıyorum. Sanıyorum Siyasal alt kantinde ayaküstü konuşuyoruz. Uzaktan tanıdığım bir kız. Söz nasıl geldiyse, ilişkilerimizi anlatmaya başlıyoruz. Dertliyiz. Değer görmemekten şikâyetçi, aşkın karşılığını alamamaktan hüzünlü. Konuşarak Aziz Köklü amfisinin yanından dışarı çıkıyoruz. Sanki sıkı fıkı iki dostuz. Öyle Hesapsız. Caddeye indik. Omuzuna dokundum. “Hadi gel.” Dedim. “Bana gidelim.” Ders, kimin umurunda! Durağa geçip ilk gelen otobüse atlıyoruz.
Daha önce birkaç kelime konuştuğun kızı eve çağırmak! O yıllar için, belki de benim için iddialı bir teklif! Ama bize hiç de tuhaf gelmiyor. Sadece konuşulacak. Yaralarımızdan yoldaştık, biliyorduk. Aşk aramıyor, aşkımıza çare arıyorduk. İniş Sokak No:20’deki öğrenci evimize götürdüm onu. Odama geçtik. Arka sokağa uzanan bahçede, göğe uzanan kavakların taze yaprak sesleri açık pencereden içeri doluyordu. Bahardı. Hayat canlı biz ölgündük. Ona sütlü kahve yaptım. Kendime çay. Konuşmaya başladık. Mütemadiyen o anlattı ben anlattım. Dinledik sustuk konuştuk, kelime olduk aktık. Hiç susmadan, nefes almadan, birbirimizi anlayarak acılarımıza şefkatle bakarak ve ruhlarımızı kucaklayarak konuştuk, konuştuk. Gün battı. Karanlık çöktü. Işığı yakmadan o loş ortamda devam ettik konuşmaya. Ne vardı sevgililerimize dair bu kadar cümle kuracak bilemiyorum. Biz biliyorduk ama. Orada henüz yirmisinde bir kız ve erkek iki Siyasallı talebe olarak ne sevişmeyi ne öpüşmeyi ne dokunmayı aklının ucuna getirerek bizi üzenlerden bu şekilde hesap sormayı düşünmeden tüm o naif halimiz çocuksu saflığımızla yedi saat geçirdik. Kim, “Kalkalım artık!” dedi bilmiyorum. Ankara’da mı yaşıyordu ailesi? Adı neydi? Onu bile hatırlamıyorum. Bildiğim, hafızamın en özel yerinde halâ ağırlığıyla durduğu. Çıktık. Dikimevi’ne yürüdük. Otobüsüne bindirdim. Ve ayrıldık.
Birkaç gün sonra yine alt kantinde karşılaştık. Fakat o, konuştuğum kız değildi artık. Sanırım ben de o genç değildim. Ve o basit selamlaşmada dahi tuhaf bir uzaklık hissettik ikimizde. Sanki yapılmaması gereken bir şeyi yapmış, mahremi ihlal etmiş, yasak bölgeye girmiştik. Bir daha tek kelime konuşmadık.
Ruhuyla hemhal olmanın böyle bir riski de var. Eğer o derinliğe inilmeye hazır değilse ruhlar ayak basılan yerlerin kirlendiği duygusu hakim olabiliyor. Açık bir kötülüğe vesile olmasa dahi insanın kendini açığa çıkarması bir tür açığa düşmek olarak da algılanabiliyor. Bizim yaşadığımız böyle bir şey miydi? Değil. Daha çok hazırlıksız bir ruhsal temasın sonrasında hissedilen bir yabancılaşma gibi. Belki hiç tanımadığı biriyle seviştiğinde de insan böyle bir boşluğa düşebilir.
Her şey birdenbire oldu!
“her şey birdenbire oldu.
kız birdenbire, oğlan birdenbire;
yollar, kırlar, kediler, insanlar…
aşk birdenbire oldu,
sevinç birdenbire.”(3)
Bu olaydan 6 yıl sonra, yani devletle kafa kafaya gelip sonra Komünizm suç olmaktan çıkınca 141-142 beraat kararlarını cebe koyarak, kendi sularıma çekilip, üstüne evlenip işe girdikten sonra İstanbul’a hisse senedi basmaya gitmiştik. Gerçekte dev bir fabrika olan Güzel Sanatlar Matbaası’nın akıllı ve becerikli yönetim katı sekreteri Meryem Hanım’la kısa sürede arkadaş olmuştuk. Meryem ile muhabbet güzeldi. Her konuda konuşuyor, konudan bağımsız sürekli gülüyorduk. Tanrının varlığı, gülüyoruz. Kürt Meselesi kahkahadan kırılıyoruz. İstanbul simidinin büyüklüğü biz yerlerdeyiz artık. İstanbul için bile büyük burjuva sayılacak patronlar kafayı uzatıp hakir ve meraklı bakışlarını üzerimize bırakır o sırada susar sonra devam ederdik kaldığımız yerden kahkaha atmaya.
Evine davet etti beni bir akşam. Arkadaşları da gelecekti. Ailesiyle kalıyordu Meryem. Otelime yakındı evi. Zamanında gittim, iki arkadaşı önceden gelmişti. Bismillah demeden arkadaşlarıyla başladık konuşmaya. Ne “Kimsin necisin?” diye sormak ne kaynaşmak için zaman! Orhan Veli’nin şiirinde olduğu gibi her şey birden bire oldu! İçlerinden biriyle espri algımız, temasla birbirini büyüten iki dalga boyu gibiydi. Soyadı Komut’tu ve daha soyadında havada espriler uçuşmaya başlamıştı. Şimdi hayat bu kadar komik mi bilemiyorum. Yalan yok, birkaç gün önce üniversite buluşmasında da epey güldük ya, o daha çok ironi ve acıyla yıkanmış tecrübeyle terbiye edilmiş gülüşlerdi. Epey eğlendik. Lakin o akşam bambaşkaydı. Özellikle bilgisayarcı gençle hiç susmadan konuşuyor bir tür Hacivat Karagöz mizanseni içinde bir ben bir o, espri patlatıyor deli gibi gülüyor arada Meryem bize yetişmeye çalışıyor nihayetinde o daracık salon salamanje yıkılıyordu kahkahalardan. En sonunda biz o gençle o kadar yükseldik ki Meryem hızımıza yetişemedi ve “İyice koptunuz yahu, daha önce tanışıyor musunuz yoksa?” diye hayretle sordu. Biz bu sözünü de alıp espriye çevirdik tabii ki. Ben yetimhaneden girdim o David Copperfield’dan çıktı. En son üvey kardeşliğe bağladık ve rahatladık.
Nihayetinde geç oldu, evden birlikte çıktık, stand up partnerimle birlikte. Biraz yürüdük ve ayrılma anı geldi. Önce tokalaştık. Baktık birbirimize. Çok tuhaftı ve bir anda kucaklaştık. Başka bir şeydi bu. Sıkıca sarılmak, kalbinin içine yerleştirmek istercesine kucaklamak. Öyle bir süre kaldık. Ruhların kavuşması böyle bir şeydi işte. Tam olarak eşleşmiş ve kendi bedenlerimizin dışında bir başka beden bir başka hayat enerjisine eklenmiş ve o ruhu da kendimizle bütünleştirmiştik. Kartını verdi bana. Benim gibi isim hafızası korkunç kötü biri o ismi asla unutmadı: Mustafa Komut.
Bir daha Mustafa Komut ile hiç görüşmedik. Aradan kırk yıl geçti.
Bir kez de Sırrı Süreyya ile böyle bir denk geliş yaşadık. Ama o daha çok aklındakinin aklımla senkronize olmasıyla ilişkiliydi. Algıdaki derinlik, anlık eşleşmelerden kaynaklanıyor belki de. Aklını okumak denen aslında akılların eş frekansta buluşması. Her iki taraf da birbirine açık oluyor ama sanki biri diğerinin aklını okuyor sanılıyor. Bu nedenle Sırrı’nın kitabını hangi klasik esere referansla yazacağını bilebildim. Zekâ ya da tecrübe ya da entelektüel bilgi ile ilgili değildi bu. Ruh kapılarımız karşılıklı açılmıştı. Sezgiyi tetikleyen açılış. Olan buydu.
Kısa bir süre önce sosyal medyada benden yaşça büyük Abhaz bir hanımefendi ile benzer bir akışla temas ettim. İlk kez zahiri varlığıyla tanıştığım bu hanımefendiyle bir iki yorumda o denli yoğun bir sevgi akışı yaşadık ki sosyal medyanın ruhu gereği bu hem kolay hem de duygusal derinliğin gerçek olduğunu sezginizle hissediyorsanız çok ama çok zor bir ihtimaldir. Çünkü hiç tanımadığınız bir insana sanal ortamda kalbinizi açarsanız o kalbin paramparça edilme riski yüz yüze ilişkiye göre çok ama çok daha yüksektir. Bu riski almak istemez ayrıca hissettiğinizin gerçekliğinden de emin olamazsınız. Eğer yaşadığınız sahiden iki ruhun duygusal kucaklaşması ise size önerim anın keyfini çıkarmanızdır.
Neden özel hissettiriyor bu anlar bana kendimi. Totoloji gelecek, yine de yazayım: Çünkü sahiden çok çok özel anlar.
Bu anların benim için değeri, kâinatta tekliği bırakmaya dair. Bir başka ruhla temas ettiğinizde bu saf ve çıkarsız bir duygu duruma tekabül ediyorsa, sadece o anda benliğinizin dışına çıkmakla kalmıyor bir başka benlikle eşleşiyor ve büyüyorsunuz. İki sonucu var bunun. Kâinatı bütün olarak hissedebildiğiniz nadir anlara kapı açıyorsunuz. Ruhsal- bedensel varlığınızın sınırından geçip ötekinin sınırlarından içeri giriyorsunuz. Ancak bu çift taraflı sınır ilgası. Böylece ilk kez varlığınızın zarı kayboluyor ve diğer varlıkla bütünleştiğinizi hissediyorsunuz. Kâinatı başka bir bilinçle yaşamak. Ve bunun sonuncunda -ikinci olarak- ölümü öldürüyorsunuz. Bu bir metafor veya edebiyat değil. Gerçek bu. Hissettiğim, yaşadığım.
Peki, özel hissettiğiniz için egonuz kibirlenir mi? Mümkün. Ama o bütünleşme hali ve bir başka enerjiyle temas o kadar iyileştirici ki kibir bu duygu karşında nasıl da zavallı duruyor. Bir başka ruhla birleştiğinizde kâinatın kapısını aralıyorsunuz. Ve kâinatın kibri yok. Sahiden yok.







