“Kim daha suçlu? Soylu bir ruhu çirkin bir bedene yerleştiren doğa mı, yoksa soylu ruh taşıyan bir bedene aşağılık bir işi uygun gören talih mi!?”
Edebiyat tarihinde bazı yazarlar vardır ki yalnızca kelimelerle değil, kelimelerin ötesinde bir cesaretle var olurlar. Giovanni Boccaccio işte o yazarlardan biridir. Orta Çağ’ın ağır gölgesinde, ölümün soluğunun her eve değdiği bir çağda o, hayatı, kahkahayı, arzuyu ve insana dair bütün çelişkileri anlatmaya cesaret
etmiştir. Onu büyük kılan, yalnızca kaleminin gücü değildir; onda asıl büyük olan, insanın çıplak gerçeğine yüzünü dönebilmesidir. Dante, ilahi olanın doruklarına çıkarken Boccaccio yeryüzüne eğilir. Dante’nin evreni kutsal düzenin ihtişamıdır; Boccaccio’nun evreni ise gündelik hayatın kakofonisi.
“Dostluğun kutsal yasalarının bir dosta nasıl davranılması gerektiğini açıklamaya kalkışmayacağım. Dostluk bağının kan bağından, akrabalık bağından çok daha sıkı olduğunu anımsatmakla yetineceğim. Dostlarımızı biz seçeriz, akrabalarımızı ise yazgımız belirler.”
Ve ne ilginçtir ki, bu gündeliklik, bu sıradanlık, onun eserinde bambaşka bir ihtişama dönüşür. Çünkü insan, bütün kusurlarıyla, zayıflıklarıyla, tutkularıyla onun yazılarında evrensel bir kahramana dönüşür. Decameron, yalnızca yüz hikâyeden ibaret değildir; o, insanlığın varoluş karşısındaki en eski refleksini
hatırlatır: Anlatmak. Veba şehri kasıp kavururken, gençler kendilerini bir kır evine kapatır ve hikâyelere sığınır. Bu bir kaçış değil, bir direniştir. Ölüm kapıda beklerken hayatı dillendirmek, yaşamanın kendisinden bile güçlüdür. Anlatının gücü tam da burada gizlidir: İnsan, ölümü aşamaz belki ama kelimeyle ona meydan okuyabilir.
Ve işte o hikâyeler… Ne büyük bir zenginliktir! Rahiplerin riyakârlığı, kadınların zekâsı, âşıkların oyunları, tüccarların kurnazlığı, insanın sınırsız arzuları… Boccaccio’nun kaleminde hepsi birer tiyatro sahnesine dönüşür. Bazen güleriz, bazen utanırız; bazen düşünürken, bazen de suçüstü yakalarız kendimizi.
“Hepiniz bilirsiniz ki, akılsızlık insanı en büyük saadetten, en derin sefalete düşürebilir. Buna mukabil akıl insanı en büyük tehlikeden kurtararak tam bir huzura eriştirebilir.”
Onun hikâyelerinde kahkaha yalnızca eğlencelik değildir, kahkaha aslında bir ayna işlevi görür. Kendimize güleriz, kendi eksikliklerimizi görürüz. Orta Çağ’ın katı dogmalarına karşı Boccaccio’nun edebiyatı neredeyse bir özgürlük bildirisi gibidir. Çünkü o, insanı anlatır. Ne kutsalın yüceltilmiş figürlerine teslim olur ne
de dünyeviliği küçümser. Tam tersine dünyevilikte anlam arar.
“Bilhassa ortada hiç neden yokken kıskançlık eden kocalarına çektirmelerini gayet yerinde buluyorum. Eğer yasaları çıkartanlar her şeyi dikkate alsaydı, kanaatimce kadınlara bu bağlamda uygun görülen ceza, nefsi müdafaa sırasında suç işleyenlere kesilen cezaya denk görülürdü; çünkü kıskanç kocalar yalnızca genç
karılarının hayatını mahvetmekle kalmazlar, ölmeleri için de ellerinden geleni yaparlar.”
Boccaccio için insanın zaafı da, neşesi de değerlidir. O, zaafların içindeki hakikati görür; kahkahaların ardındaki acıyı duyar. Ve bunu öyle bir ustalıkla dile getirir ki, okuyan kendini hayatın ortasında yakalanmış hisseder. Boccaccio’yu okumak, aslında insanın kendisine bakmasıdır. Çünkü onun hikâyeleri sadece Floransa
sokaklarının insanlarını anlatmaz; bugünün sokaklarında yürüyen bizleri de anlatır. İnsan doğası değişmez; çağlar geçse de, bin yıllar devrilse de arzular, hırslar, zaaflar hep aynı kalır. Bu yüzden Decameron yalnızca 14. yüzyıl İtalyanlarının değil, insanlığın ortak kitabıdır.
Ve en önemlisi: Boccaccio insana güvenir. Her şeye rağmen güvenir. Ölüm kol gezerken bile insanın anlatıya, söze, kahkahaya sarılmasına bakar ve şöyle der: “İnsan hayata tutunmayı bilir.” İşte bu güven, onun edebiyatını zamansız kılar. Çünkü insanı yüceltmek, insana inanmak, her çağda en büyük cesarettir.
Bugün biz Boccaccio’yu okurken yalnızca bir edebî ustayla değil, kendi içimizdeki yankıyla da karşılaşırız. Onun kahkahasında kendimizi duyarız; onun hikâyelerinde kendi arzularımızı, kendi hatalarımızı, kendi sevinçlerimizi buluruz. Ve belki de bu yüzden, asırlar sonra bile Boccaccio hâlâ taze, hâlâ diri, hâlâ bizimle konuşuyor gibidir. Çünkü o, insanlık durumunu anlatır. Değil mi ki insan evladı, edebiyatın en büyük, en sonsuz, en varsıl konusudur.
Ve son söz Boccaccio’da:
“Dostluk kutsal bir şeydir. Yalnızca saygı duymak yetmez, sürekli övülmesi gerekir. Çünkü yüceliğin, dürüstlüğün anası; değer bilmenin, iyilik yapmanın bacısı; kinin, cimriliğin düşmanıdır dostluk. Şahsi çıkarları bir yana itip, istemeye gerek bırakmadan, yararlanabileceği şeyden başkasını yararlandırır. Ne var ki dostluğun kutsal sonuçlarına günümüzde daha az rastlanıyor. Bu ayıplanacak, utanılacak durum ölümlülerin açgözlülüğünden kaynaklanıyor. Bireysel çıkarlar ağırlık kazandı, dostluk sonsuza dek dünyanın öbür ucuna sürüldü.”







