İslam ülkelerinin geri kalmışlığını İslam dinine bağlayan görüş AKP iktidarı ile birlikte yaygınlaştı ve güncel hale geldi. Bu anlayış Atatürk Türkiye’sini ayrı ve özel bir yere koymaktadır.[1]
İslam ülkelerinin geriliğini dine bağlayan iddianın geçmişi 1880’li yıllara kadar gider. Tartışmayı başlatan kişi, Fransız pozitivisti ve Hıristiyanlık üzerine farklı görüşler öne sürdüğü için kiliseyle, Papa ile başı dertte olan Ernest Renan (1823-1892) idi. Renan 29 Mart 1883 günü Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği “İslam ve Bilim” adlı konferansta İslam ülkelerinin geri kalmışlığının nedenini İslam dinine ve Araplara bağlıyordu. Doktorasını İbn Rüşd ve İbn Rüşdcülük üzerine yapan Renan; “İslam ve Araplar, bilim ve felsefenin gelişmesine engel olmuşlar ve onu boğmuşlardır”, gerçek inanç sahibinin kafası âdeta demir bir çember içine alınmıştır ve her türlü bilime kapalıdır diyordu. Renan konferanstan iki ay sonra da şu tespiti yapıyordu:
“Müslümanı dininden kurtarmak, ona yapılabilecek en büyük hizmettir.”[2]
E. Renan’ın tezleri, günümüzde bu iddiada bulunanlar tarafından hemen hemen aynen tekrar edilmektedir.
Renan’a ilk cevap veren kişi o sırada Paris’te bulunan, İslamcılığın (İslam’da reformizmin) en bilinen ismi Cemaleddin Afgani oldu. Daha sonra Rus Müslümanları içindeki Kadimciler (muhafazakarlar), Namık Kemal Renan’ı eleştirdiler. Daha sonraki süreçte de Renan’a eleştiriler devam etti.[3]
Geri Kalmışlık Dinle Açıklanabilir Mi?
Doğa olaylarını örneğin depremi dinle açıklamak ne kadar bilimsel ise, tarihi toplumsal olguları dinle açıklamaya çalışmak ta o kadar bilimseldir. Bir ülkenin gelişmişliği ya da geri kalmışlığı o ülkenin diniyle değil, toplum bilimle, ekonomi politik bilimiyle açıklanabilir. Toplumsal olguların açıklanmasında bu iki yöntem arasındaki fark, bilimle hurafe arasındaki farktır.
Genel olarak baktığımızda, dini inançla gelişmişlik düzeyi arasında anlamlı bir ilişki olmadığını görürüz. Geri kalmışlık sadece İslam ülkelerine değil, dini ne olursa olsun, Batı denilen bir avuç ülke dışında kalan tüm dünyaya özgü bir özelliktir. Geri kalmışlığı dinlere göre sınıflandırmak mümkün değildir.
Aynı şekilde İslam ülkeleri aynı dine sahip olmalarına rağmen, farklı gelişmişlik düzeylerine, farklı siyasi ve ekonomik rejimlere sahiptirler. Bu nedenle “İslam ülkeleri” genellemesi, İslam ülkelerini homojen bir bütün olarak gösteren genellemeler doğru değildir. Geri kalmışlığın nedenleri her İslam ülkesinde somut olarak incelenmelidir. Biz bu yazıda az gelişmişliğin nedenlerini Osmanlı ve Türkiye örneği üzerinde inceleyeceğiz.
Bunu söylerken elbette asırlardan beri oluşmuş dini birikimin, günümüzdeki toplumsal olgular üzerinde etkisinin olmadığını iddia etmiyoruz. Örneğin Emevilerin, Abbasilerin, Osmanlı’nın devletçi din yorumları, Gazali ve İbn-i Rüşd külliyatı, Şiilik ve Aleviliğin tarihi birikimleri, Vahhabilik, 19. Yüz yıl sonlarında ortaya çıkan reformist İslamcılık, günümüz koşullarına göre biçimlenerek süreci etkilemektedir. Bu birikim sadece dini gericiliğin gelişmesine değil, eşitlikçi bir toplum düşüncesinin gelişmesine de hizmet edebilmektedir. Özellikle baskı altında tutulan, asimile edilmeye çalışılan dini inançlar, kendi geçmişlerini; direnişçi, eşitlikçi, ezileni ve yoksulu gözetecek biçimde yorumlamakta, tarihlerine bu gözle bakmaktadırlar. Bu da demokratik mücadele için kötü bir şey değildir.
Dini birikimlerin ve dinin günümüzü etkilemekte olduğu bir gerçektir. Ama dinin ve dini birikimlerin günümüzdeki etkisini görmezden gelmemek ayrı bir şeydir, bugünü, az gelişmişliği dinle açıklamaya çalışmak ayrı bir şeydir.
Toplumsal-ekonomik gelişmişlik düzeyini belirleyen olgu din değildir. Tam tersine din bir üst yapı kurumudur ve toplumsal-ekonomik gelişmeye göre farklı biçimler alır. Toplumsal-ekonomik biçimlenmeler dini kurumlarla değil, dini kurumlar toplumsal-ekonomik yapı ile açıklanabilir.
Geri Kalmışlık İle Burjuvazi Arasındaki İlişki
Geri kalmışlık ya da az gelişmişlik, kapitalizmin ekonomide ve üst yapı kurumlarında (siyaset, hukuksal alan, din, eğitim vs.) Batıdaki kadar gelişmemiş olmasını ifade eder. Konu doğrudan burjuvazinin gelişme düzeyi ile ilgilidir. Geri kalmışlığın ve çağdaşlığın, kapitalist kriterlere göre ölçülmesinin, ya da gelişmişlikten Batı kültürünü olduğu gibi taklit etmenin anlaşılmasının tartışmasına burada girmeyeceğiz.
Bu tartışma tarihi olarak 19. Yüz yılda İslam dünyasının Batı tarafından sömürge ve yarı-sömürge haline getirilmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu süreçte Osmanlı ve İran yarı-sömürge haline gelirken, diğer İslam devletleri, hanlıklar, beylikler, sultanlıklar, Batının ve Rus Çarlığının sömürgesi haline geldiler.
Osmanlı devleti daha 1839 yılında Tanzimat Fermanıyla geri kalmışlığını resmen ilan etti. Geri kalmışlık ve bunu aşma tartışmalarını sistemli olarak Osmanlı burjuvazisi başlattı. İttihat ve Terakki kapitalizmi alt yapıda ve üst yapıda geliştirmek amacını parti programlarında açıkça ilan etti ve 1908 Devrimi ile birlikte istikrarlı bir biçimde hayata geçirmeye çalıştı.
Bu tespiti yaptığımızda karşımıza Osmanlı’da burjuvazinin olup olmadığı tartışması çıkmaktadır. İslam ülkelerinin ve Osmanlı’nın geri kalmışlığını dinle açıklamaya çalışanların ortak özelliği, Osmanlı’da burjuvazinin varlığını kabul etmemeleri ya da dikkate alınmayacak kadar önemsiz olduğunu iddia etmeleridir. Bu görüş, Niyazi Berkes, Tarık Zafer Tunaya, Korkut Boratav, Çağlar Keyder, Feroz Ahmad gibi ciddi tarihçiler ve iktisatçılar arasında da yaygındır. 68 Kuşağı devrimcilerinin ve devamcılarının savunduğu “iç dinamiği olmayan kapitalizm”, “işçi sınıfının fiili değil ideolojik öncülüğü” tezleri de burjuvazinin önemsizliğini peşinen kabul eden yaklaşımın değişik biçimleridir. Bu nedenle bu konu üzerinde kısaca durmalıyız.
Osmanlı’da Burjuvazi Var mıydı?
Osmanlı’nın iktisadi tahlili bu yazının çapını aşar. Fakat Osmanlı’da genel olarak burjuva, özel olarak ta Müslüman-Türk burjuva sınıfının varlığını görebilmek için, Türkiye’nin ekonomik tarihi ile ilgili olarak yapılmış ciddi herhangi bir çalışmaya, sınıfsal bir gözle bakmak yeter.[4] Burada Osmanlı’da burjuvazinin, 20. Yüz yıl başlarında, ekonomik alt yapıda, siyasi ve ideolojik alanda en etkin sınıf olduğunu gösteren olgulara başlıklar halinde değinmekle yetineceğiz.
Ekonomik Alt Yapıda Burjuvazi: Aşağıdaki tespitler, Kürdistan bölgesi dışında kalan Anadolu ve Trakya’yı kapsamaktadır. Kürdistan bölgesi farklı ekonomik, siyasi, tarihsel ve toplumsal koşulları nedeniyle ayrıca ele alınmalıdır.
Osmanlı’da burjuvazi yoktu ya da önemsizdi diyen anlayış, sanayi denilince fabrikayı anlamakta ve fabrika denilince de tüm dikkati bunların azınlıkların elinde olmasına çekmektedir. Halbuki Marks; “Kategorik anlamda çiftçi bir fabrikatör kadar sanayici kapitalisttir” (Kapital I Sol yay 1975 s. 790) diyordu. Fabrikanın varlığı o ülkede kapitalizmin tarımda ve şehirlerde belli bir düzeyde gelişmiş olmasını, yani fabrika dışında da kapitalist ilişkilerin varlığını zorunlu kılar. En basit akıl yürütmeyle fabrikaya hammadde üreten, satış için üretim yapan üreticiler olmalıdır. Fabrikanın mallarını dağıtacak toptancı, perakendeci tüccarlar, tüketiciye satan bayiler (esnaf) ağı bulunmalıdır. Fabrika ürünlerine talep olmalı yani bir pazar oluşmuş olmalıdır. En önemlisi fabrika kurulmadan önce piyasada işçi ve işsizler ordusu oluşmuş olmalıdır ki elde hazır iş gücü kaynağı bulunabilsin. İş gücü ordusunun varlığı (Osmanlı’da varlığını inkar eden yok), kırsal alanda ve şehirlerde bir mülksüzleşme sürecinin yaşandığını, bir yanda işçi, diğer yanda burjuvazi üreten kapitalist işleyişin belli bir düzeye geldiğini gösterir. Fakat Osmanlı’da kırsal alandaki ve şehirlerdeki sınıfsal farklılaşma yeterince incelenmemiştir. Burjuvazi yoktu tezinin yaygınlığının en önemli nedenlerinden biri bu bilgisizliğimizdir.
Osmanlı’da kapitalizm, her ülkede olduğu gibi sadece fabrikalardan, burjuva sınıfı da fabrikatör azınlıklardan ibaret değildi.
20. yüzyıl başlarında Osmanlı tarımında kapitalist ilişkiler yaygın haldeydi. Ticari tarım, iç ve dış pazarlar için meta üretimi egemen durumdaydı. Doğu Karadeniz’de fındık ve tütün, Adana ve Çukurova bölgesinde pamuk, Ege, Marmara ve Batı Trakya’da tahıl, tütün, üzüm, incir, afyon, tiftik, pamuk, zeytinyağı, deri, ham ipek üretimi yaygındı. Ş. Pamuk tarımsal üretimin yüzde 20’den fazlasının ihraç edildiğini, “dış ve iç talebi birbirlerine eklediğimizde, Birinci Dünya Savaşı öncesinde tarımsal üretimin yarısına yaklaşan bölümünün pazara yöneldiği ortaya çıkıyor” diyor. İhracatın yüzde 90’ı tarımsal ürünlerden oluşuyordu. (Ş. Pamuk, age s. 131, 127)
Tarımsal nüfus, kendi topraklarını işleyen küçük, orta ölçekli üreticilerden ve büyük toprak sahiplerinin arazisini ortakçı, yarıcı olarak işleyen kiracılardan oluşuyordu. Ticari tarımın ayrılmaz parçası iç ve dış ticarette iş gören tüccarlar sınıfıydı. Dış ticarette genelde gayrımüslim tüccarlar egemen iken, iç ticarette ve liman şehirleriyle ilişkilerde hakim olanlar Müslüman tüccarlardı. Yerel perakende ticaret Müslümanların denetimindeydi. (Y. Doğan Çetinkaya, age, 47, 52)
Ticari tarım aynı zamanda tarıma dayalı sanayileri de (değirmenler, çiğit, zeytin yağı, tütün fabrikaları gibi) ortaya çıkarmıştı.
Gayrimüslimler tarımla da uğraşıyorlardı, ama toprakların ve kırsal işletmelerin çoğunluğu Müslümanlara aitti. Tarımdaki kapitalist ilişkiler İttihat ve Terakki’nin 1913 programına şöyle yansımıştı:
“Madde 27: Çiftçiler, orakçılar, aylıkçılar ve yarıcılar arasındaki münasebatı tanzim ve tayin edecek bir kanun teklif edilecektir.” [5]
Çiftçileri tarım kapitalistleri olarak, orakçı, yarıcı, aylıkçıları ise onlara çalışan küçük üreticiler, tarım proleter ve yarı proleterleri olarak anlamak gerekir.
Tarımdaki sınıfsal parçalanma, bu sınıflarla ilgili bir yasal düzenlemeyi gerektirecek düzeye ulaşmıştı. Sermayedarlarla işçiler arasındaki ilişkileri düzenleyen yasalar, 1909 yılında (Tatil-i Eşgal Kanunu ve Cemiyetler Kanunu) yapılmıştı.
Tarımda yaygın kapitalist ilişkilerden biri de manifaktür sanayi idi. Fabrika sanayii kapitalizmin gelişiminin son aşamasıdır. (Emperyalizmi bir kenara bırakıyoruz.) Ondan önce “kapitalist basit iş birliği” ve yüz yıllar süren (Avrupa’da 16. Yüzyıl ortalarından 18. Yüzyıl son üçte birine kadar) “kapitalist manifaktür” dönemi vardı. Adam Smith (1723-1790) bu dönemin teorisyeniydi, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” bu dönemin sloganıydı. Manifaktürün teknik temeli makine değil, el sanatları, zanaatkarlık, tarımda ve sanayide küçük meta üretimiydi.
20. yüz yıl başlarında Osmanlı’da kırsal alanda kapitalist ilişkilerin biçimi ve düzeyine ilişkin yeterli çalışmalara sahip değiliz, bu nedenle manifaktür hakkında da çok bilgimiz yok. Fakat manifaktürün bir biçimi olan eve iş verme sisteminin Osmanlı’da yaygın olduğunu biliyoruz. Örneğin Avrupalı sermayedarlar tarafından kurulan Şark Halı Şirketi Anadolu’nun çeşitli yerlerinde köylü kadınlara girdi sağlayarak ve parça başı ödeme yaparak halı dokumacılığı yapıyordu. 1910’lara gelindiğinde şirket için çalışanların sayısı 15 bine ulaşıyordu. (Ş. Pamuk, s. 140) Aynı işin Türk Müslüman sermayedarlar tarafından yapıldığını kabul etmemek için bir sebep yok. “Manifaktur” kelimesi (manu “el ile”, faktura “yapılmış”) dilimize “manifatura” olarak geçtiğine göre, bez ve kumaş üretiminde manifaktürlerin bulunması kuvvetle muhtemeldir.
Osmanlı’nın tarımsal yapısıyla ilgili ayırt edici ve çok önemli bir olguyu da vurgulayalım. 20. Yüz yıl başında Osmanlı’da örneğin Rusya veya Çin’deki gibi bir toprak sorunu yoktu. Büyük topraklara sahip yerel iktidar odaklarının oluşması Osmanlı devlet yönetimi tarafından engellenmişti. Devlet 19. Yüzyıl boyunca küçük çiftçiliği desteklemişti.
Müslüman Türk burjuvazinin tarım ve ticaretteki varlığının yanı sıra, sanayideki varlığı da önemliydi. 1913-1915 yılları sanayi istatistiklerine göre sanayide atölyelerin yüzde 19.6’sı Müslüman Türklere aitti. ( Y. D. Çetinkaya, age s.42)
20. yüzyıl başlarında Osmanlı’da burjuva sınıfı, yabancı sermayedarlardan (özellikle demiryolu, reji ve sigara fabrikaları, madenler ve finans alanlarında), gayrimüslim, Müslüman tüccar ve sanayicilerden, kırsal alanda küçük, orta ve büyük üreticilerden, manifaktür sahiplerinden, eşraftan oluşuyordu.
Batı’da burjuva sınıfı, aristokratlar, askerler, bürokratlar, toprak sahipleri, tüccarlar, zanaatkarlar içinden çıkmıştır. Geniş köylü yığınları ve zanaatkarlar da işçi haline gelmiştir. Osmanlı’da da böyle oldu. Asker sivil bürokratların, toprak sahiplerinin, zanaatkarların belli bölümü burjuvalaştılar. Sivil ve askeri bürokraside, mecliste yer alan birçok kişi (vekil, bakan, paşa vs.) tarımla, ticaretle uğraşan burjuva ailelere mensuptu.
Siyasi, İdeolojik Alanda Burjuvazi: 20. yüzyıl başlarında hemen hemen bütün siyasi ve ideolojik olaylara Osmanlı burjuvazisi damgasını vurdu. Örneğin İttihat ve Terakki subayların kurduğu bir cunta örgütlenmesi değil, tüm Osmanlı burjuvazisini (Müslüman, Rum, Ermeni, Yahudi vs.) temsil eden, kapitalist bir program ve tüzüğe sahip olan, askerleri de örgütlemiş bir örgüttü. 1908 devrimi tüm Osmanlı burjuvazisinin ittifak halinde gerçekleştirdiği burjuva demokratik bir devrimdi. O dönemde kurulan, İttihat ve Terakki, Ahrar Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Osmanlı Demokrat Fırkası, Hürriyetperveran Fırkası, Milli Meşrutiyet Fırkası gibi siyasi partiler, burjuvazinin farklı siyasi eğilimlerini temsil ediyorlardı. Siyasi partiler kapitalizme özgü siyasi kurumlardır. Bu partiler tarafından savunulan devletçilik, liberalizm, merkeziyetçilik, federalizm, Osmanlıcılık, Türkçülük, Osmanlı burjuvazisi içinde farklı ideolojik yaklaşımları ifade ediyordu. 1908 devrimi ile birlikte örgütlü olarak ortaya çıkan Osmanlı İslamcı hareketi de burjuva bir hareketti ve bunlar genel olarak İttihatçıydılar. Seçimle oluşan parlamento kapitalizme özgü bir kurumdu. Parlamentonun sosyalizme karşı düşmanca tavrı, Tatil-i Eşgal Kanunu ve Cemiyetler Kanunu ile işçilerin sendikalaşmasını yasaklaması onun burjuva karakterini gösteriyordu.
1908 Devrimi’nin sloganı “Hürriyet, Müsavat (eşitlik), Uhuvvet (kardeşlik)” Fransız devriminden alınmaydı. Avrupa’da olup ta Osmanlı’da karşılık bulmayan hiçbir ideolojik akım (sosyalizm ve feminizm dahil) yoktu. Çünkü bunların sınıfsal zemini Osmanlı’da vardı.
O dönemde dünyada genel hava burjuva demokratik devrimlerden yana esiyordu ve bu genel havaya uygun biçimde, Osmanlı aydınlarının büyük çoğunluğu burjuva parlamenter sistem ve kapitalizm yanlısıydı, burjuvazinin gönüllü sözcüsüydü.
Böylesine bir siyasi ve ideolojik üst yapının, sivil-asker bürokrasi tarafından imal edildiğini, burjuva sınıfı ile ilgisi olmadığını ileri sürmek ciddiyetle bağdaşmaz.
Osmanlı Burjuvazisinin Ayrışması: Osmanlı burjuvazisi, 1913 yılı Mayıs sonunda Osmanlı’nın yenilgisi ile biten Balkan Savaşı’nın sonuna kadar, hem ekonomik, hem de siyasi bakımdan ittifak halinde davrandı. Örneğin 1880’lerden itibaren ticaret, ziraat, sanayi odalarını birlikte kurdular. 1908 Devrimi öncesinde ve sonrasında aynı siyasi partilerde (Prens Sabahattin’in örgütü, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Terakki ve İttihat Cemiyeti ve devrim sonrasında kurulan örgütler) birlikte örgütlendiler. Abdülhamit’i birlikte devirdiler. İşçi hareketine ve demokratik harekete karşı yasaları birlikte çıkardılar. Avusturya’ya karşı 1908-1909, Yunanistan’a karşı 1910-1911 boykotlarını birlikte yaptılar.[6]
Günümüz Türkiye burjuvazisinin siyasi, ideolojik, ekonomik geçmişinde ve gelişiminde Osmanlı azınlık burjuvazisi önemli bir yer tutar. Türkiye burjuvazisi sadece, azınlık burjuvazinin yarattığı birikimlere, yani onların mallarına, fabrikalarına ve pazar ilişkilerine el koyarak yükselmemiştir. Sahip olduğu ideolojik ve siyasi birikimleri de azınlık burjuvazi ile birlikte oluşturmuşlardır. Fakat Türkiye burjuvazisi azınlık burjuvaziyi kendi tarihi geçmişinden silmiş, tarihini Cumhuriyetle başlatmayı tercih etmiştir. Tıpkı Türkiye solunun Ermeni ve gayrimüslim komünistleri kendi tarihinden çıkarması, solun tarihini Milli Mücadele ve M. Suphilerle başlatmasında olduğu gibi.
Osmanlı burjuvazisi birlikte davranıyordu, ama bu durum Müslim ve gayrimüslim burjuvazi arasında sorun olmadığı anlamına gelmiyordu.
Osmanlı pazarına giren Avrupa sermayesi, birlikte çalışmak için azınlık ve Rum sermayedarları tercih etmişti. Böylece işbirlikçi azınlık burjuvazi kapitülasyonların sağladığı ayrıcalıklardan faydalanabilir hale gelmişti. Bu durum azınlık burjuvalara önemli bir üstünlük sağlıyordu. Dış ticaretin ve nispeten büyük sanayi kuruluşlarının azınlık burjuvaların elinde olması Müslüman Türk burjuvazinin tepkisini çekiyordu. Çünkü kısa bir zaman önce yani Tanzimat reformları başlamadan, durum tersine idi; Müslümanlar Osmanlı’da ayrıcalıklı bir zümreydi. Reformlarla birlikte bütün Osmanlı vatandaşları eşit hale geldiler. Hatta İslam dini hor görülmeye başlandı. Yani Müslüman Türk burjuvazi ile azınlık burjuvazisi arasındaki çelişkiler sadece ekonomik rekabetle sınırlı değildi. Milliyetçiliğin gelişimi ile birlikte etnik, dini, kültürel farklar da sorun haline gelmeye başlamıştı. Müslüman burjuvazinin sadece azınlık burjuvazi ile değil, tüm azınlık kitle, azınlık halk ile de problemleri vardı.
20. yüzyıl başlarında çelişkiler açık çatışmaya dönüşmemişti. Balkan Savaşı hem Müslüman Türk burjuvazi ile azınlık burjuvazi hem de azınlık halklar ile Müslüman Türk kitle arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası oldu. Savaşta Arnavutluk, Makedonya ve Batı Trakya Osmanlı’dan koptu ve Balkanlardan Anadolu’ya büyük bir göç dalgası yaşandı. Bu gelişmelerle birlikte 1914 yılında tüm azınlıklara karşı bir boykot hareketi, daha doğrusu saldırı, gasp, özellikle Rumları yaşadıkları yerlerden kovma hareketi başladı. Hareketi yöneten Boykotaj Cemiyetleri idi. Bunlar 1908 boykotu sırasında Müslüman Türk burjuvalar (tüccarlar başı çekiyordu) tarafından kurulmuştu. Bu Cemiyet broşürlerle, afişlerle, yaptığı açıklamalarla, milliyetçi ve dini söylemlerle kitleleri kışkırtıyor, mağdur Girit ve Balkan göçmenlerini çeteler biçiminde kullanıyordu. Azınlıklarla birlikte yaşamanın maddi ve manevi bütün koşulları yok ediliyordu.
Birinci Dünya Savaşı 1915 yılında Ermenileri toptan yok etmeye imkan veren bir fırsat olarak kullanıldı. 1914 Boykotunda yüz binlercesi kaçmak zorunda bırakılan Rumlar, Milli Mücadele sırasında ve 1922 yılından sonra yok edildiler. Yahudilere ise 1934 yılında sıra geldi. Müslüman Türk kitle azınlıklardan duygusal olarak tamamen koparıldı, onları en büyük düşman olarak görmeye başladı, Ermenilik ve Rumluk, hakaret ve küfür etmek için kullanılan kelimelere dönüştürüldü. Azınlıkların yok edilmesi süreci günümüze kadar uzandı.
Meşrutiyet’in Cumhuriyet’e devrettiği Müslüman Türk burjuvazi şöyle özelliklere sahipti: 1865’lerden başlayan bir siyasi deneyimi ve ideolojik birikimi vardı. Kitleleri örgütleme ve harekete geçirmede başarılı tecrübeler edinmişti (örneğin 1908 öncesi halk hareketleri ve sonrasında Boykot hareketleri). Birinci Dünya Savaşı sırasında savaş vurgunlarıyla sermayesini, iç pazarını büyütmüş, gayrimüslim rakiplerini siyasi alanda tümüyle (Birinci TBMM’de hiç gayrimüslim milletvekili yoktu), ekonomik alanda ise önemli ölçüde tasfiye etmişti. Şehirlerde ve taşrada İttihat ve Terakki’nin siyasi birimlerinde, odalarda, derneklerde örgütlü bir yapıya sahipti. Bu sınıf, az sayıda da olsa fabrikatörlerden[7], anonim şirketlerden, küçük, orta sanayicilerden, kırda ticari tarım yapan küçük, orta ve büyük toprak sahipleriyle tüccarlardan meydana geliyordu.
Milli Mücadeleyi örgütleyenler, Müdafaa-i Hukuk, Reddi İlhak cemiyetlerini kuranlar, başlarına Mustafa Kemal’i getirenler (Mustafa Kemal direniş örgütlerinin kurulmasından sonra Padişah hükümetinin resmi görevlisi olarak Anadolu’ya geçmişti) bu sınıfın mensuplarıydı.
Yöntem Üzerine
Türkiye’de idealist tarih yazımı yani tarihi siyasi ve ideolojik üst yapıya yaptıran yöntem yaygındır. Y. Doğan Çetinkaya’nın yazdığı gibi, bu tarih yazımında sürecin başlıca aktörü devlet ve bürokratik elittir. Süreci açıklamak için “devlet sınıfı”, “bürokrat burjuvazi”, “bürokratik sınıf” gibi kavramlara baş vurulur. (age, s.28, 36) Dikkatler siyasi iktidarın uygulamaları, düşünsel hayattaki gelişmeler, dış güçler üzerinde toplanır.
Halbuki sorun (Engels’in belirttiği gibi) iktidardakilerin iradelerinin içeriğinin ne olduğu, bu içeriğin nereden geldiği, neden başka şeyin değil de özellikle bu şeyin istendiğidir. Bu iradenin mevcut ekonomik sistem yani üretim ilişkileri ile ilişkisinin ne olduğudur.
Osmanlı’da burjuvazinin varlığını göremeyen anlayışın temelinde, sermayenin bir üretim ilişkisi olarak kavranamaması yatar. 1960’lı ve 70’li yıllarda iktisatçılar arasında ve sol içinde Türkiye’deki sanayiyi, montaj yapan fabrikalardan ibaret gören, bunu da “gerçek sanayi” olarak kabul etmeyen anlayış egemendi. Örneğin Doğan Avcıoğlu buna “ters sanayileşme”, Mihri Belli “sahte sınai gelişme”, Devrimci Yol (Bildirge) “sözde sanayi” diyordu. Türkiye’deki bütün kötülüklerin sorumlusu olarak emperyalizm ve emperyalizme bağımlılık görülüyordu. Dikkatler biçim üzerinde, örneğin, fabrikanın sahibi, yabancı ortağı, makine Türk malı mı ithal mi, teknoloji nereden gelmiş vs. toplanıyordu. Halbuki bunlar ekonomi biliminin konusu bile değildir. Marks daha 1846 yılında Annenkov’a yazdığı mektupta;
“İş bölümü, rekabet, kredi vb. ile birlikte makineyi de bir ekonomik kategori yapmak tümüyle saçmadır.
Sabanı çeken öküz ne denli bir ekonomik kategoriyse, makine de o denli bir ekonomik kategoridir”
diyordu.
1960’ların, 70’lerin Türkiye’sine bu gözle bakan anlayış, geçmişe, Osmanlıya da aynı gözle baktı ve orada da sanayi namına, bir avuç fabrikadan ve bunların yabancılara, azınlıklara ait olduğundan başka bir şey görmedi.[8] Yanlışlık Lenin’in ifadeleriyle şuradaydı:
“Onlar sermayenin insanlar arasında belli bir ilişki olduğunu, karşılaştırılan kategoriler ister daha yüksek, ister daha düşük bir gelişme düzeyinde olsun, aynı kalan bir ilişki olduğunu kavrayamamaktadırlar.”[9]
Solda ve Kürt hareketi içinde “resmi tarih”in eleştirisi yaygındır fakat resmi tarih eleştirileri de genelde siyasi irade, ideolojik görüşler, kanunlar, kısacası üst yapı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Buna rağmen resmi tarih eleştirilerinin önemli olduğunu, özellikle de Ermeni soy kırımı ve azınlıklara karşı izlenen yok etme politikaları ile Türkiye burjuvazisinin gelişimi arasında ile ilişki kuran yaklaşımların yaygın hale geldiğini de belirtmeliyiz.
Türkiye’de kapitalizmin gelişimini, Osmanlı’dan günümüze burjuvazinin gelişimi temelinde ele alan çalışmaların yetersiz olduğunu ve bunların ciddi biçimde tartışılmadığını kabul etmeliyiz.
Türkiye kapitalist bir ülkedir. Bu gerçek geçmiş sürece burjuvazinin ya da sermayenin gelişim süreci olarak bakılmasını gerektirir. Geçmişte yaşanmış siyasi, ekonomik, ideolojik, etnik, dini olayların, bu sınıfın ihtiyaçları ile ilişkisinin kurulmasını gerektirir. Osmanlı’da Müslüman-Türk burjuvazinin nicelik olarak zayıf olduğu kabul edildiğinde de bu yöntem değişmez.
“Osmanlı’da burjuvazi ve işçi sınıfı Avrupa’daki gibi değildi diyenlere, Marks’ın, Alman Kapital okuruna verdiği cevabı hatırlatırız: “Hikaye seni anlatıyor.”
Marks şöyle devam ediyordu:
“Konu, kapitalist üretimin doğal yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derecede gelişmiş olmaları değildir. Burada söz konusu olan bu yasaların kendileridir. (…) Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olana, ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir.”[10]
Burada Marks’ın vurguyu yönteme yaptığına dikkat etmek gerekir.
Türkiye Burjuvazisi, Din Ve Az Gelişmişlik
Az gelişmişlik, geri kalmışlık tartışmasının doğrudan burjuvazi ile ilgili olduğuna ve bu tartışmanın İslam ülkelerinin 19. Yüz yılda sömürge ve yarı sömürge haline gelmeleri sürecinde ortaya çıktığına değinmiştik.
Sömürgeleşmeyle birlikte İslam dini aşağılanan, zorla asimile edilmeye çalışılan, Hıristiyanlık karşısında ikinci sınıf, ezilen bir dine dönüştü. İngiliz, Fransız sömürgelerinde ve Rusya’da böyleydi. Osmanlı ve İran daha farklıydı. Bu durum burjuvazinin ve kitlelerin dinlerine karşı duyarlılığını artırdı. İslam ülkelerinde burjuvazi laik bir sınıf olarak biçimlenmedi. Milliyetçi eğilimler, dini tepkilerle iç içe gelişti. Örneğin Rusya Müslümanlarında, Osmanlı’da, Mısır’da böyle oldu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslamcı akım geriye düştü, ama burjuvazi hiçbir zaman dini elinden bırakmadı.
Burjuvazi bir yandan dine sahiplenirken, aynı süreçte İslam’ı kendi çıkarlarına uygun hale getirdi. “İslamcılık” olarak isimlendirilen, dinde reform hareketi ortaya çıktı. En gelişkin biçimlerini Rusya Müslümanları içinde, Tatarlarda ve Azerilerde gösteren İslamcılık Osmanlı’da II. Meşrutiyetle birlikte gelişebildi. İslamcılar mezhep ve tarikatları reddediyor, içtihat kapısının açık olduğunu (yani İslam’ın güncel yorumlara, akla açık olduğunu) savunuyor, parlamenter sistemin, kadınların çalışmasının ve eşitliğinin şeriatın gereği olduğunu söylüyorlardı. Elbette İslamcılığın aldığı biçimler ülkeye ve bölgeye göre değişiyordu.[11]
Müslüman Türk burjuvazi de siyaset sahnesine laik değil, şeriatçı görünümde çıktı. Bunun nedenlerinden başta geleni, yapılmak istenen alt yapı ve üst yapı reformlarına karşı çıkabilecek örgütlü bir dini gücün olmamasıydı. Osmanlı’da reformlara karşı olan ulema-Yeniçeri ittifakı 1826 yılında II. Mahmut tarafından dağıtılmıştı. Ulema-Yeniçeri ittifakının yok edilmesi güzellikle olmamış, uzun bir sürece yayılmış, II. Osman’ın, III. Selim’in ve Alemdar Mustafa Paşa’nın canına mal olmuş, II. Mahmut’ta kıl payı hayatını kurtarabilmişti.
Burjuvazinin dini karşısına almamasının bir diğer nedeni İslam dininin dünya genelinde ezilen, aşağılanan bir din durumuna düşmesi, Osmanlı padişahının da bu dinin lideri, halife olmasıydı. Burjuvazi imparatorluğun bütünlüğünü koruyabilmek (sömürülen yerleri egemenliği altında tutabilmek) ve çöküşü engelleyebilmek için, halife padişahın ve dinin otoritesinin korunmasına ihtiyaç duyuyordu. Namık Kemal İngiltere gibi olabilmenin hayalini kuruyordu.
Osmanlı burjuvazisi reformlar sürecinde, kendinden önceki reformcu padişahların dine karşı tavrını aynen sürdürdü. II. Mahmut ve Tanzimat dönemi padişahları yaptıkları reformları şeriatın gereği olarak meşrulaştırmaya çalışmışlardı. Örneğin 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’nda, şeriata ve kanunlara uyulmadığı için geri kalındığı, eski kuvvet ve zenginliğin, güçsüzlük ve fakirliğe dönüştüğü söyleniyordu.[12] Burjuvazi de birinci ve İkinci Meşrutiyetin ilanını şeriatın gereği olarak savundu. Osmanlı İslamcıları Meşrutiyet için verilen mücadelede burjuvazinin, İttihatçıların yanındaydılar. İktidarın yaptığı her iş Şeyhülislam fetvalarıyla dinen meşrulaştırılıyordu.
İttihatçılar kendi inisiyatifleri dışında gelişebilecek dini bir oluşuma izin vermediler. 31 Mart (1909) ayaklanmasının bastırılmasıyla birlikte dinciler günah keçisi haline getirildi. Softalar, “sarıklılar” 31 Mart ayaklanmasının sorumlusu olarak gösterildi ve toplumdan tecrit edilmeye çalışıldı. Abdülhamit’in kaderine terk ettiği medreselerle, İttihatçılar da (birkaçını ıslah etmeye çalışmak dışında) ilgilenmediler. İttihatçı Osmanlı İslamcıları bile sarıklılara karşı tavır aldılar. Hatta Tatar İslamcısı Abdürreşid İbrahim İstanbul’da verdiği bir konferansta devletin çöküşünün suçlusu olarak ulemayı gösterdi ve Sırat-ı Müstakim dergisi de Abdürreşid’e sahip çıktı.[13] Sarıklıları ve medreselileri savunan Beyanül Hak dergisi, “sarıklıların” tecritine karşı tepkisini şöyle gösteriyordu:
“Artık bu hale sahipsizlik, himayesizlik daha doğrusu öksüzlük demek pek yakışır.”[14]
İttihatçı olmayan dincilerin durumu böyleydi. 1914 boykotunda kitleyi kışkırtmak için dini söylemler kullanılmıştı ama bu işi yapanlar, örgütleyenler din adamları değil, boykotaj cemiyetlerinde örgütlenmiş İttihatçı Müslüman Türk burjuvalardı. Din tamamıyla İttihatçı Müslüman Türk burjuvazinin tekelindeydi. Dolayısıyla Osmanlı’nın geri kalmasının dinle, İslamcılarla bir ilgisi yoktu. Din ve İslamcılar burjuvazinin hizmetindeydiler.
Dinin Müslüman Türk burjuvazi tarafından kullanılması Milli Mücadele döneminde bir üst boyuta sıçratıldı. Ankara hükümeti, İslam dünyasının desteğini alabilmek, Damat Ferit hükümetinin dini temeldeki eleştirilerini boşa çıkarmak ve Bolşevizmin etkisini kırabilmek için dini kullandı.
TBMM Hilafeti kurtarmak için mücadele ettiğini açıklayan bildiriler yayınladı. M. Kemal Kuvay-ı Milliye’nin “ruhaniyyet-i Peygamberiye (Peygamberlik ruhuna dayanan bir örgüt)” olduğunu iddia ediyordu.
TBMM o zamana kadar görülmemiş dini törenlerle açıldı. Öyle ki bu taassub Kazım Karabekir’in bile tepkisini çekmişti.
Milli Mücadele döneminde İslamcılar, Ankara hükümetini destekleyenler (başta Mehmet Akiflerin Sebilürreşad çevresi) ve İstanbul hükümetini destekleyenler (Mustafa Sabri Efendi öne çıkan isimdi) olarak bölündü. Ciddi bir kitlesel örgütlenmeden ve mücadele geleneğinden yoksun olan, işgalcilerin işbirlikçisi dinci kesim etkili olamadı.[15]
Cumhuriyet döneminde de din iktidar tarafından kullanılmaya devam etti. Halifelik, bilimsel ve laik gerekçelerle değil, dini gerekçelerle, dinimizde böyle bir kurum yok denilerek kaldırıldı. 1924 yılında Diyanet İşleri Başkanı yapılan ve ölene kadar (1941) o makamda kalan Rifat Börekçi, yeri geldikçe hükümetin emirlerine uymayı dinin, Müslümanlığın gereği olarak gösteren hutbeler, tamimler yayınladı. Örneğin halkın şapka giymesini teşvik için yayınlanan hutbede; Peygambere, Allaha kulluk görevini yerine getirmek isteyen her Türk ve Müslüman, mevcut hükümetin “emirlerini ifada zerre kadar eser-i te’allül (bahane) göstermemeli, can ü yürekten itaat ve riayet etmeli” deniyordu. Yani hükümetin emirlerini yerine getirmek Allaha ve Peygambere kulluk yapmanın bir gereği olarak gösteriliyordu. Gene R. Börekçi 1939 yılı sonlarında müftülere yayınladığı bir tamimde, “dinimiz bize her zaman hükümetimize bağlı kalmayı en metin bir esas olarak emr etmiştir. Din-i celilimiz birliğe muhalefeti ve bozgunculuğu Allahu te’alaya karşı isyan ve şekavet addeder.”[16] diyordu.
Bu hutbe ve tamimler “laik” Türkiye Cumhuriyeti’nde yayınlanıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dinin kullanımı farklı biçimler aldı, faklı evrelerden geçti ve günümüze kadar geldi. Bu konuya girmiyoruz.[17]
Özetle din Osmanlı’dan günümüze kapitalizmin gelişimine engel olmak bir yana hep kapitalist gelişmenin, burjuvazinin yanında oldu, ona hizmet ettirildi.
Geri Kalmışlığın Esas Nedeni Emperyalist Çağda Kapitalist Gelişme Yolunun Seçilmiş Olmasıdır, Burjuvazidir
Kapitalizm, önceki sistemlerden farklı olarak tek tek ülkelerde birbirinden bağımsız olarak değil, dünya sistemi olarak ortaya çıktı ve gelişti. Bu süreç 1760 sanayi devriminden çok önce başladı. Kapitalizm girdiği her yerde makineleri, toprağı, ulaşım araçlarını, binaları, hammaddeleri, madenleri, emek gücünü vs. sermayeye çevirdi. Bu anlamda sömürge, yarı-sömürge ülkelerdeki kapitalist ilişkiler dışarıdan ithal edilmedi, o ülkede var olan eski üretim ilişkilerinin dönüşümüyle (emek-gücünün ücretli emeğe, üretim araçlarının sermayeye dönüşümüyle) ortaya çıktılar ve o ülkenin tarihi gelişimini belirleyen temel iç dinamik haline geldiler.
Osmanlı imparatorluğu, sanayi devriminden önceki ve sonraki süreç boyunca, Dünya genelindeki ve Avrupa’daki kapitalist gelişmeyle ilişki içindeydi. Avrupa ve Dünya ile beraber Osmanlı da değişiyor, dönüşüyordu. Müslüman tüccarların, üreticilerin eski egemen konumlarını kaybetmeleri ve dönüşmeleri bu süreç içinde gerçekleşti.
Osmanlı 16. Yüz yıla kadar dünya ticaret yollarını elinde tutan, dünya ekonomisinin merkezi konumunda olan bir devletti. Kapitalizmin Dünya genelinde gelişmesi sürecinde Osmanlı’da ortaya çıkan, 19. Yüzyılda kendini belirgin olarak gösteren kapitalist ilişkiler, imparatorluğun ve Türkiye’nin geleceğini belirleyen temel iç dinamik haline geldiler.
Müslüman ve gayrımüslim burjuvalar, işçi sınıfı, Osmanlı’ya dışarıdan ithal edilmediler, eski yapının içinden dönüşerek ortaya çıktılar.
Osmanlı’ya kapitalist ilişkiler erken bir tarihte girdi. Fakat süreç Osmanlı’yı yarı-sömürge bir ülke haline dönüştürdü. Eğer Osmanlı burjuvazisi, kapitalizm emperyalizme dönüşmeden önce, gümrüklerini serbestçe belirleyebilseydi, kapitülasyonları kaldırabilseydi, vergileri Düyun-u Umumiye değil de kendisi toplayabilseydi, maliyesine, parasına, finans kurumlarına sahip olabilseydi, Osmanlı bunları yapabilseydi, örneğin Almanya’nın, Japonya’nın yaptığı gibi kervana sonradan katıldığı halde “gelişmiş” ülkeler listesine dahil olabilirdi. Osmanlı burjuvazisi her fırsatta bu engelleri aşmayı denedi. Örneğin 1913 Babı Ali darbesinden sonra Batılı ülkelerin verdiği notaya verilen cevapta, kapitülasyonların kaldırılması ve gümrüklerin arttırılması dile getirildi. Birinci Dünya Savaşında bu iki istem fiilen hayata geçirildi ama uzun ömürlü olmadı. Kapitülasyonlar ve Düyun-u Umumiye 1923 yılında kaldırılabildi, gümrükleri belirleme hakkının kazanılması ise 1929 yılını buldu.
Önce bir bütün olarak Osmanlı burjuvazisi (Müslim, gayrımüslim), daha sonra Müslüman Türk burjuvazi, Dünya kapitalist sisteminin bir parçası olarak kapitalizmi geliştirmeyi temel hedef olarak belirlemişti. Cumhuriyet hükümetleri de bu hedefe sadık kaldılar ve amacı, “muasır (çağdaş) medeniyet seviyesine ulaşmak” biçiminde formüle ettiler. Alternatif gelişme yolunu (sosyalizm) zorla etkisiz hale getirdiler. Temel hedef, 1950’lerden itibaren Demokrat Parti döneminde “küçük Amerika olmak” biçimini aldı.
Amacın böyle belirlenmesi fiiliyatta, hep Batı’nın gerisinde kalmayı hedef olarak koymak anlamına geliyordu. Çünkü emperyalist sistem içinde kalarak kapitalizmi Batı’nın seviyesine yükseltmek mümkün değildir.
Geri kalmışlık emperyalizme bağımlı ülkelerin yapısal bir sorunudur. Bir yanda az gelişmiş, diğer yanda gelişmiş ülkeler, sömüren ve sömürülen ülkeler olmadan emperyalizm olmaz. Fikret Başkaya’nın yazdığı gibi;
“Batı eğer öyleyse, siz öyle olmadığınız için öyledir.”[18]
Uygulanacak ekonomik, siyasi, ideolojik politikalar, dünya genelindeki iş bölümü, emperyalist merkezler tarafından belirlenir. Çünkü güç onlardadır. Örneğin 1929 buhranından sonra gelen Keynesçi politikalar, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yeni Dünya düzeni, 1980’lerden itibaren uygulanan neo-liberal özelleştirmeci politikalar, Doğu Blokunun çökmesiyle başlayan Globalleşme vs. emperyalist merkezler tarafından belirlenebilir ve uygulattırılabilirdi. Bağımlı hiçbir ülkenin bu politikaları belirleyecek ve başkalarına uygulatabilecek gücü yoktur. Onlara düşen bu politikaları kendi somut koşullarına göre biçimlendirmekten ibarettir. Aksi takdirde sayısız yaptırımlar onları beklemektedir.
Sonuç
Geri kalmışlık bir din tartışması olamaz. Az gelişmişliğin sorumlusu olarak dini göstermek hedef saptırmaktır. Geri kalmışlığın sorumlusu din ve dinciler değil, iktidarda olan ve politikaları belirleyen burjuvazidir.
Türkiye’de dini oluşumların tarihi gelişimi ve Türkiye’nin az gelişmişliğiyle, burjuvazinin gelişimi arasında ilişki kuramayan görüşlerin bilimsel bir değeri yoktur. M. Kemal’in dine karşı tavrı ile, R. T. Erdoğan’ın dine karşı tavrı arasındaki fark sadece ideolojik fark değildir. Bu fark esas olarak Cumhuriyet dönemi Türkiye burjuvazisinin sorunlarıyla, günümüz burjuvazisinin krizi ve sorunları arasındaki farktır. Elbette bu fark 1930’ların emperyalizmi ile günümüz emperyalizminin krizi, sorunları ve bulduğu çözüm yolları çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Dini gericiliğe karşı mücadele Türkiye ve dünya kapitalizmine karşı mücadeleden ayrı ele alınamaz.
[1] Bu görüşü işleyen son çalışmalardan biri; Merdan Yanardağ, Kutsal kısır Döngü, İslam Dünyasında Geri Kalmışlığın Kaynakları, Kırmızı Kedi Yayınevi 2024
[2] Renan’ın konuşma metni ve C. Afgani ile Namık kemal’in verdikleri cevaplar için; Prof. Dr. Kadir Canatan, Ernest Renan, Cemaleddin Afgani, Namık Kemal, İslam Terakkiye Mani midir?, Beyan yayınları Nisan 2020.
[3] Renan’a karşı günümüze kadar yazılan reddiyelerin bir taraması ve kaynaklar için bkz: Dücane Cündioğlu, Ernest Renan ve “Reddiyeler” Bağlamında İslâm-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı, https://www.divandergisi.com/tr/Dergi/Makale/2/12. Erişim tarihi 28.08.2024
[4] Örneğin şu an benim elimin altında bulunan şu çalışmalar: Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat1908-1918, Doğan Kitap, Aralık 2012. Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Baskı 2015. Y. Doğan Çetinkaya, Osmanlı’yı Müslümanlaştırmak, Kitle Siyaseti, Toplumsal Sınıflar, Boykotlar ve Milli İktisat (1909-1914)” İletişim Yayınları, ikinci baskı 2024.
[5] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt 1, İletişim Yayınları 5. Baskı 2015, s. 143.
[6] Boykot sürecinin ayrıntılı bir çözümlemesi için D. Çetinkaya age.
[7] Fabrika sahibi 8 Müslüman-Türk 1917 yılında Milli Fabrikacılar Cemiyeti’ni kurmuşlardı. Bunlar aynı zamanda mecliste millet vekiliydi. (Z. Toprak age, s. 346)
[8] Azınlık burjuvazinin Osmanlı sanayisindeki egemenliğinin özellikle göze batırılmasının, abartılmasının önemli bir nedeni, azınlıklara yönelik yok etme hareketlerini meşrulaştırmaktır. Türkiye burjuvazisi, ekonomisi azınlıklar tarafından işgal edilmiş, kendine yaşam ve gelişme hakkı tanınmayan, zavallı bir konuma yerleştirilmekte, bu nedenle yaptığı her tür eylem haklı gösterilmeye çalışılmaktadır..
[9] Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara karşı Nasıl Savaşırlar? Sol Yayınları, S. 102
[10] K. Marks, Kapital, Almanca Birinci Baskıya Önsöz
[11] İslamcılık akımının doğuşu ve gelişimi üzerine bkz. Osman Tiftikçi, İslamcılığın Doğuşu, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Gelişimi, Ceylan Yayınları 2. Baskı 2014
[12] Halil İnalcık Devlet-i Aliyye, Cilt IV,Türkiye İş Bankası Kültür yayınları 2016, s. 135
[13] Beyanül Hak dergisi, cilt 4, sayı 97, 13 Şubat 1911
[14] Ermenekli M. Safvet, “Meclis-i Mebusan’da Softalar???”, Beyanül Hak cilt 4, sayı 104, 2 Nisan 1911
[15] İslamcı kesimlerin Milli Mücadeledeki tavırları için bkz: Osman Tiftikçi, Bolşevik Devrimi ve Din kitabında, “Osmanlı İslamcıları ve Bolşevik Devrimi” başlıklı bölüm (s. 102-139).
[16] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, Dergah yayınları 3. Baskı 2009, s. 125, 132
[17] Resmi devlet dininin, tek parti döneminden günümüze kadar geçirdiği evreler için bkz. Osman Tiftikçi, 1960’lardan Günümüze Türkiye’de İslami Hareket, Birinci Bölüm Resmi İslam, Ceylan Yayınları 2. Baskı 2014
[18] F. Başkaya, Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek, Yordam Kitap 2024, s. 31