Kadın ve Çevre Arasındaki İlişkiyi Vurgulayan Ekolojik Bir Felsefe: Ekofeminizm

HomeKadın

Kadın ve Çevre Arasındaki İlişkiyi Vurgulayan Ekolojik Bir Felsefe: Ekofeminizm

Birleşmiş Milletler Çevre Programı, dünyanın her yerinde etkisi olan çevresel faktörlerin halihazırda hayatlarımızda yer edinmiş cinsiyet eşitsizliğinin yanında kadınları erkeklere göre daha fazla etkilediğini bildirmektedir.  Cinsiyet rolleri çevre ile etkileşimde etkili olmakla beraber, her cinsiyete göre çevre ve insan arasındaki ilişki farklı bir şekilde biçimlenmektedir.

Cinsiyet perspektifinden bakıldığı zaman çevresel sorunlara ve iklim değişikliğine feminizm üzerinden parmak basan bir düşünce ekolü var: Ekofeminizm.

Ekofeminizm Nedir?

1974 yılında Fransız feminist Françoise d’Eaubonne tarafından öne sürülen ekofeminist yaklaşım, ekolojik tahribat ve toplumsal cinsiyet sorunu arasında bir bağlantı kurarak bu problemlere çözüm bulma arayışındadır.

1792 yılında doğa ve kadın arasındaki ilişkiyi vurgulamak isteyen İngiliz yazar ve filozof Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (Vindication of the Rights of Women) adlı kitabını yazarak, bu konu üzerine büyük ses getirmiştir fakat ‘ekofeminizm’ kavramı 1970’li yıllarda ortaya atılmıştır.

Bu perspektif, kadın ve doğa sorunlarının temel kaynağının ataerkil toplumlar ve erkek egemenliği olduğunu düşünmekte ve bu nedenle patriyarkal sistemin ve onun bir uzantısı olan kapitalizmin önüne geçmek için kadınların örgütlenmesi gerektiğini savunmaktadır.

Ekofeminist ekol, çevrecilik, post-kolonyal teori (sömürgeciliğin sebep olduğu sorunlara çözüm arayan bir felsefik görüş), bilim felsefesi, anti-kapitalizm, queer teori (LGBT tanımlarını politik, felsefik, kültürel, sosyolojik ve tarihsel açılardan açıklayan bir görüş) ve sosyalizm gibi bir çok akımla beraber çalışarak kadınlar ve doğa üzerindeki sınırlandırmaları çözmeye çalışma eğilimindedir.

Ataerkil sistem yüzünden ortaya çıkmış hiyerarşik ikicilik (binarism) mekanizması kültürleri ve erkeği merkeze yerleştirirken kadın ve ‘çevre’ kelimesi ile aşağılanan doğayı ikincil olarak konumlandırmaktadır. Ekofeministler, binarism mekanizmasına sesini yükseltmektedir fakat tarih boyunca toplumsal cinsiyet tartışmalarında ağırlıklarını koyamayan ekofeministler günümüzde yeni yeni tanınmaya başlamışlardır. Ülkemizde ise ekofeminizme dair ilgi 1990’lı yıllarda artmış olmasına rağmen herhangi bir dergide ya da gazete kupüründe bu ekole dair bir yazıyla karşılaşmamaktayız çünkü bu akım önyargı oluşturacak şekilde bile Türkiye’de değer görememekte.

Bu ekolü desteklemek üzere Rudolf Bahro, Murray Boockhin, Andre Gorz, Mary Mellor ve Vandana Shiva gibi bazı çevreci düşünürler ekofeminizmi açıklayan belli başlı kitaplar ve makaleler sunmuştur.

Ekofeminist görüşün temel olarak iki ilkesi vardır: Birincisi, bu perspektif kadın ve doğanın tarihsel olarak birbirine çok yakın ve benzer olduğunu savunmaktadır. İkinci ilke ise ataerkil kapitalist sistemin kadınlar ve doğa üzerinde olumsuz etkiler yarattığını iddia ederek bu sistemin yıkılması gerektiğini söylemektedir.

Ekofeminizm, sunduğu iki temel ilke doğrultusunda dört ana kola ayrılmaktadır: Kültürel, sosyalist, liberal ve toplumsal ekofeminizm. Ekofeminist aktivist Ynestra King’in bu ekolü destekleyen şöyle bir sözü vardır:

”Dünyanın ve üzerindeki varlıkların kurumsal savaşçılar tarafından tahrip edilmesini, askeri savaşçılar tarafından nükleer yok edilme tehdidini feminist kaygılar olarak görüyoruz. Bu, bizim kendi vücudumuz ve cinselliğimiz hakkındaki kararlarımızı elimizden alan ve bunu yapmak için de birden çok tahakküm ve devlet gücüne ihtiyaç duyan maskülenist zihniyettir.”

Ekofeminist Ekolün Ses Getiren Bazı Örnekleri

Bu düşünce her ne kadar çok fazla dergilere ya da makalelere konu olamamış olsa da tarihsel süreçte güçlerini ve direnişlerini göstermek isteyen kadınlar bazı eylemler ile ses getirmiştir.

Chipko Hareketi veya Chipko Andolan, 1970’lerde Hindistan’ın kuzeyinde bulunan Uttarakhand eyaletinde başlamıştır. Bu hareketi başlatan çevreci aktivist Sunderlal Bahuguna, eylemin fikrini eşi olan Vimla Bahuguna’dan edinmiştir ve ormanların korunmasına dair bu hareketi tüm dünyaya duyurmuştur. Her ne kadar bu tür hareketlerin tarihini Hindistan’da 18. yüzyıla kadar takip etmek mümkün olsa da bu hareket, Hindistan’da şiddet kullanmayan çevre direnişlerine (pasif çevre direnişlerine) öncülük etmiş ve o tarihten sonraki birçok benzer protestoya ilham kaynağı olmuştur. Omurgasını kadınların oluşturduğu ama birçok lideri erkek olan hareket, o gün bugündür gelişmeye devam ederek tam bir ekofeminizm hareketine evrimleşmiştir.

Bir diğer büyük hareket ise Kenya’nın Nairobi kentine mensup insanlar -çoğu kadın- tarafından Yeşil Kuşak Hareketi isimli sivil toplum örgütünün kurulmasıdır. Bu örgütün öncüsü olan çevreci ve siyasi eylemci Profesör Wangari Maathai, 1977 yılında örgütün kurulmasına dair gerekli olan ilk adımı Kenya Ulusal Kadınlar Konseyi’nin yardımıyla atmıştır. Bu örgüt, geçim kaynaklarının iyileştirilmesi, toplumun güçlendirilmesi ve daha iyi bir çevre yönetimi için çalışmaktadır.

Elbette her felsefi akım gibi, ekofeminizm de bolca eleştiriyle karşılanmıştır. Örneğin anti-özcü feminizm akımları, ekofeminizmin özcü bir felsefeyi savunmakla, dolayısıyla erkek egemenliği güçlendiren bir akım olarak eleştirmiştir. Bu eleştirinin özünde yer alan argüüman, ekofeminizmin kadın ve erkek arasında keskin bir ikilem (“dikotomi”) olduğunu varsayması bulunmaktadır. Bu dualist yönün, kadın ve erkekler arasındaki farklara çok fazla odaklandığı ileri sürülmüştür.

Ayrıca ekofeminizmin var olan sosyal yapılara katılım konusunda diğer birçok feminist felsefesinden ayrıldığı da düşünülmöektedir. Örneğin radikal veya özgürlük temelli feminist akımlar, var olan hegomonik sosyal yapı içerisinde kadınlara eşit haklar tanınmasına odaklanırken, ekofeministler bu tür alanlarda kadınların yer almasına uğraşmanın hata olduğu, bu yapıların ortadan kaldırılması gerektiğini savunmaktadır – bu nedenle ana akım feminist akımlarca eleştiriye maruz kalmaktadır.

Son olarak ekofeminizm, Janet Biehl gibi sosyal ekologlar tarafından, fazlasıyla “mistik” olmakla ve doğayla kadın arasındaki “mistik” bir bağlantıya gereğinden fazla odaklanmakla suçlanmaktadır. Ona göre bu doğaüstücü yaklaşım, kadınların gerçek sorunlarını çözmeyi zorlaştırmaktadır. Biehl, ayrıca, ekofeminizmi ilerici bir teori olmaktansa, gelişim karşıtı (“gerici”) bir teori olmakla da suçlamaktadır. Rosemary Radford Ruether de ekofeminizmdeki abartılı mistisizm vurgusunu tehlikeli bulmakta; feminizm ile mistisizmin daha etkili bir kombinasyonunun mümkün olduğunu savunmaktadır.

Bu eleştirilere üretilen yanıtlar ve süregelen felsefi tartışmalar ile, ekofeminizm de diğer felsefeler gibi kendisini geliştirmeye, dönüşmeye ve yayılmaya devam etmektedir.

 

SonHaber: Derya Özmen

 

 

Subscribe
Notify of
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments