Sor hele, bizden önce kimler vardı, sor hele bizden önce kaybolmuş hikâyeleri…
Unutulmuş eski bir mektup, kim yazmış, bilmiyorum! Altında yazılı eski bir tarih, beni huzursuz eden eski bir tarih! Sadece bu işte!
Işığa tutuyorum, gizli bir şey işlenmiştir diye, yok.
Bir şarkıyı anlatmışsın, seni kahreden bir şarkıyı, öyle güzel anlatmışsın ki, yıllar sonra beni de kahreden.
Kurtulayım derken şu anılardan, bulduğum şu mektup ve şu bir kaç satır. Hiç uyuyamadım; kalktım, sabah erkenden bahsettiğin o yere gittim, hükümsüz olan o neyse işte, belki bulurum diye!
Gün boyu kaldırımda hala silinmemiş olan birkaç damla kan, soluk ve eski bir kırmızı, o atölye önünde, o eski atölyeden susmayan çekiç sesleri, kim unuttu seni bende, kim unuttu bu soluk kırmızı kan lekesini, kim bıraktı beni bu rüyanın içinde.
Akşam oluyor, gözlerime tutulan yüksek bir ışıkla kendime geliyorum; kimsin sen, aradığımız adam bu işte diyorlar kendi aralarında, Kürdistan’dan Ölümistan’a yolculuk eden adam buydu diyorlar, kötü sesli bir koro gibi.
Avucunda bir aşkla ölenlerdir bunlar, avucunda bir mektup ile düşenler, avucunda bir şarkıyla gidenler bunlar işte…
Oradan geçenler gaipliğimden söz ediyorlar: hiç bir şey kalmamış bundan geriye, bir hiçmiş, bir kan lekesiymiş sadece diyor ruhuma basan biri.
Bıraktığın mektubun içindeki hikâyeye gömülüp gidiyorum, günlerdir soluk alamıyorum, günlerdir aynı düşü görüyorum, aynı rüyaya uyanıyorum.
Hep zan ettim, zan ettiğim şeylere inandım. İnandığım ne varsa kırdılar. Kimseye kırılmadım bütün bunlara rağmen, bazı yollara olan inancımı kaybettim, yokuşu yok, ama hilesi çok yollara.
Yurdu olmayanlar, yurdunu gizleyenler, yurdundan utananlar, katiline dönüşenler ağlamıyorlarsa kendilerine, yolun ne anlamı var.
Mektubun bir kenarı yanmış, söz kâğıdı yakmış, kayıp bir aşk: hükümsüzdür diye. Yürürlükten kalkmış bir hayalim rüyasıyım, hükmünü yitirmiş bir aşkın rüyasıyım, diye devam ediyor yanmamış yerler.
Gidenlerin, dönmeyenlerin, terk edenlerin, terk edilenlerin dünyası bu dünya, ne acımasız, ne tarifi zor bir gitmek…
En çok da mektubun yanan yerindeki yarım cümleler yaraladı.
Sesinin gitmediği yerden bir şey bekleme, seni duymayana tekrar seslenme, açılmayacak hiç bir kapıyı çalma.
Belki bir daha gelirim umuduna sarılma.
Bıraktığın mektubun içini kapılıp gidiyorum, kendime bir yol oluyorum, hepimiz yaralıyız aşk tetiklerine yanlış basan zamanlardan geliyoruz.
Kayıp bir aşk: hükümsüzdür.
Hükümlü duvarlara susuyoruz. Acıya nefreti karmışlar, oradan geliyorum.
Kabzasına sarılıyorum bize tuttukları bize tutulan aşkın kabzasına.
Yanık bir mektup, çimenler, çocuklar, gidip de dönmeyen çocuklar, sesin senin, eli alnımda sesin; burası değildi, burada unutmadım seni, burada değildi o hikâye, diyorlar.
Hazin hazin ağlayan o ses, bir soytarı sahnesinde, ellerin havada. Bana tutulan o yüksek ışıkta yüzünü gösteriyorlar, bu muydu o aşk, bu muydu o ölüm, bu muydu ardında ateş ettikleri o aşk. Bağlayın gözlerini, sıkı sıkı bağlayın, bir daha göremezsin dünyaya dair hiç bir şeyi; buradaki tüm aşklar hükümsüzdür, diyorlar.
Gidiyorsun, hükümsüz ne varsa deniyorlar üzerimde, deniyorlar bedenimde, deniyorlar kalbimde.
Bir sessizlik, sanki herkes sus pus. Karanlık ve yalnızlık içinde bir kanat sesi yüzüme vuruyor, bir Hüma kuşu kulağıma fısıldıyor; ağlama, uslanmaz o gönül, senin yurdunu duymaz hiç kimse, buradaki bütün aşklar hükümsüz, diyor.
Yüzüme dokuna son bir ses, gidiyor, bir daha dönmemek üzere.