“Evrende duran ve kalan hiçbir şey yoktur.” Heraklit
“Gözümle görmediğime inanmam,” diye bir deyim(yaklaşım) vardır. Olan her şeyin bir nedeni ve bir anlamı da vardır. Her şey birbirini, birbirinin karşıtını da ürettir. Bu yüzden olup bitenlerin akışını kendi çerçevemizde resimlemeli. Mevsimler ile güneş, gece ile gündüz, gökyüzü ile yıldızlar birbiri ile ürüyorsa, hiç bir şeyin yoktan var olmadığını da kavramaya başlamış oluruz.
Kimsin sen deriz bazen kendimize? İşaret parmağımızı gözüne sokar gibi bu esrarengiz soruyu sorduğumuz kendi gölgemiz mi, yoksa yanıtına pek de tatmin olmayacağımız başka bir yanılsa mı?
Bu durumda kendi görünüşümüzü şüpheli gördüğümüz gibi; duygu, düşüncemizden, gidişatımızdan ve de yanıtlardan asla memnun kalmamak gibi bir yaratılışa sahip olduğumuz hissi uyanır içimizde. Sormayı ve sorduklarımızın cevabını samimiyetle ya da inanarak öğrenmek ışıltı ve aydınlık geleceği kökleştirecektir.
Var olan her şeyin bir başlangıcı bir de sonu olmalıydı. “Doğada hiçbir şey yok olmaz, aksine bir bileşim içinde yeniden doğar her şey,” diyen Heraklit’in parkurunda koşmak lazım. Yaşam, bu aralıktaki git gel’ler, teklemeyen bir düzen, ya da düşüp düşüp kalkmayı bir görev bilmek mi? Belki de bizden öncekiler bununla ilgilenerek ufkumuza tırmalayan sırlar bıraktılar. Bu sırların bağlantılı olduğu her şey Ay’ın doğuşunu ilk kez gören insan gibi heyecan ve şaşkınlığı yayar zihnimizin mutfağına.
Çabucak unutsak da hayatın büyük bir zenginlik olduğunu arada bir fark ederiz, bunu fark etmiyorsa insan kendi varoluşuna nasıl ulaşabilir ki? Bu konudaki deneyim ve görüşler içimizin belirsizliğine sızdı mı, çoğu kez çakıllı düşüncelere gömülür çaresizce bakışırız görmek istediğimiz şeylerle.
Büyük bir özene gebedir hayat ve dünya hakkındaki görüşümüz. Her canlı gibi peşine düşmeyi severiz hayatın. Başka insanların düşüncelerini de önemseriz bu noktada. Onların meraklarını, ilgilerini, yoğunlaşmalarını bilmek ister; sualler, sorgulamalar ve yargılar biz de canlanır. Hayat kalın kaplı ansiklopedi değil, hayat ödev yapılan kütüphane yerine soylu bir mutfak olmalı…
Hayat elbette ki en önemli şeydir, kim bunu inkâr kalkışırsa kendine bir zindan peydahlar. Kim bu gerçekten kaçabilir ki, kim ki hayatın tek gerçekleşen aydınlanma olduğunu bilmezden gelebilir ki?
Aç bir ülkedeki insanlara göre hayat yemektir. Sıcak ülkedekilere göre hayat serin bir mevsimdir. Yoksullukta hayat geçim derdidir. Savaşın olduğu bir dünyada ise insanlar hayatı barış olarak algılar. Baskı, zulüm, eşitsizlik coğrafyasında ise hayat adalet ve özgürlüktür. Neye ihtiyaç duyuyorsak, ne istiyorsak ve de yaşamımız ne ile sürecekse belki de hayat odur.
İnsanlar, bütün canlı varlıklar sevgiye ve sevilmeye, toplumsallığa, paylaşmaya ve paylaşılmaya, övülmeye övünmeye ihtiyaç da duyar. Tüm bu bileşenler haritamızı, kendi görüşümüzü, bazen de alınyazımızı çizer. Durmadan meraklanırız. Öğrenememekten korkar, tuhaf kaygılara dönüşür, dinamik bilgi akımlarıyla bünyemizin tepesinde zihnimiz tırmalanır döner.
Zıtların birbirini yok etmeden çarpışıp durduğunu hepimiz biliriz! Burada yeni bir güç, yeni bir başlangıç ya da yeni bir ruhun oluştuğu da söylenebilir. Hayatın gerçek korosu da bu enstrümantal irade değil mi?
“Dünya her zaman gerçeğe muhtaçtır,” der Nietzsche. Dünya durmaksızın bizi doğa olaylarına maruz bırakan farklı mevsimlerin armonisidir. Bilememekten korkmalıyız. Kendimizin zıddına sevinmeliyiz. Balığın oltadan kurtulurken ki yaşam çığlıklarına ortak olmalıyız. Ağacın kendi yağmurunu yağdırmak için durmaksızın didinmesine ve de yağmurun kendi varlığını inanması adına ağacı sele boğmasına alkış tutmalıyız. Hayatın zihnimizin kıvrımları arasında yüreğimize akmasına kürek tutmalıyız.
Bilinmeli ki hayatın hakikat ve gerçeği hiç de aldatmaz…
Kaynaklar ve Alıntılamalar:
Herkese Kendi Filozofu (Yıldız Satürk)
Sofie’nin Dünyası (Jostein Garder)