Güneş dağın tepesine inerken, cemselerle* geldiler, köyün içinde birkaç kez tur attıktan sonra tren istasyonunun yakınına kamp kurdular. Köyümüz, istasyona onbeş dakika yürüme mesafesinde, altmış hanelik küçük bir köy. Bizim oralarda askeri severler, kızlı, oğlanlı onlara yiyecek götürürdük, muhtar ve öğretmen her hanenin ne vereceğini önceden belirlemişti. Erzakları verince, bazıları bize para vermek isterdi; almazdık. Yakında savaş çıkacakmış, istasyonla köyü korumak için gelmişler. Hepsi de gençti, bizden üç-beş yaş daha büyük görünüyorlardı. Çok neşeliydiler. Dimdik yürüyor ve toprağa sert basıyorlardı. İlk zamanlar benzerliklerine şaşırırdık, farklı olduklarını, giysilerinin dışında aralarında bir benzerlik olmadığını sonradan fark ettik.
Ekmek torbasını uzattığımda, eli elime değdi, kapkara gözleriyle öyle bir baktı ki bakışları, içimi delip geçti sanki. O günden sonra bir bahane bulup istasyona gitmeye başladım. Ninem kızıyordu: “Bu kadar sık gitme, iyi olmaz, bak, yakında savaş da çıkacakmış, o zaman ne yapacaksın?” Ninemi dinlemiyordum. Aklımda tek şey vardı; onu görmek, uzaktan da olsa ona bakmak, göz göze gelmek. “Savaşı ben mi çıkarıyorum? Bana ne savaştan, benim kalbim tandırdaki ateş gibi yanıyor.” Ninem: “Yapma yavrum, deyip dizlerine vuruyor, bu işin sonu iyi olmayacak” diyordu.
Mavisi iyice solmuş banka oturup izliyorum, sürekli talim yapıyorlar, koşarken bana bakıp gülümsüyor, işte o anlarda dizlerimin bağı çözülüyor. Yumurta sepetini ve içine öteberi koyduğum çıkını götürdüğüm gün, dörde katlanmış kar gibi beyaz bir kağıt parçasını elime tutuşturdu. Buluşma saatini ve yerini yazmıştı. Akşam buluştuk. Karanlıkta çayırların üzerinde durmadan öpüştük. Delice öpüşüyorduk, ayrılacağımız zaman gözleri ıslandı, şaşırdım ama soramadım. Birbirimize öyle sarıldık ki, onun bedeni bana, benimki ona geçti. Benim gözlerim ıslanmadı. Mırmır’dan öğrenmiştim ağlamamayı, ne kadar acı çekerse çeksin ağlamazdı, kimse onun gözyaşını görmedi. Kimi zaman peşime takılır, istasyona kadar beni takip ederdi, banka oturur oturmaz kucağıma atlar, etrafı ilgiyle izler, mırıl mırıl kafasını yüzüme sürerdi. Mırmır da benim gibi istasyonun kokusunu seviyordu. Keyifle havayı koklar, kuyruğunu sağa sola sallardı. İstasyondaki hava, evdeki, köydeki, yoldaki havadan daha neşeliydi.
Onunla göz göze gelince, istasyonun neşesinde kayboluyor, kendimi de zamanı da unutuyordum. Trenler gelip geçiyor, yolcular inip biniyor, ben yalnızca ona bakıyordum. Dönüp bakmasını ve gülümsemesini bekliyordum; çoğu zaman bunu yapamıyordu. Gene de bir saniye bile olsa, belki bakar, umuduyla bekliyordum. Komutan sürekli bağırıyordu, komutanın sesini duydukça oturduğum bankta titriyordum. Niye bu kadar bağırıyor acaba?.. Bazen de elindeki copla vuruyordu, o zaman, acı birşey yutuyormuş gibi oluyordum. Nineme anlatınca: “İçindekileri sakla, kimseye anlatma,” diyordu. Komutan, askerleri çok fazla yürütüp koşturuyordu, çizgilerle belirlenen mesafeyi hızlıca koşmaları gerekiyordu, kolundaki saatle saniyeleri sayıyordu. Koşamayanlar, yere yatıp sürünüyordu. Yat, kalk, diye bağırıyordu komutan.
Buluşacağımız zaman, içim içime sığmıyor, her şey birbirine karıştırıyor, elim ayağıma dolaşıyor, sınırsız bir arzunun içinde dönüp duruyordum. Ne olduğunu adlandıramadığım için nineme yalvarıyordum, ne olur başıma gelen bu şeyi anlamama yardım et, neden kalbimde hep ateş varmış gibi hissediyorum. Ninem, söylediklerime ve yaptıklarıma kimi zaman altan alta gülüyordu. Gerçi bunu sezdirmeden yapıyordu ama ben, yüzünün değişen renginden anlıyordum. “Senin saflığın ve içtenliğin bütün duvarları yıkar, yıkar yıkmasına da…” der, sonunu getirmezdi.
Kalbimin sıcaklığı, bedenimde dolaşıyordu. Her şeyi bir anda istiyor, içimdeki ve dışımdaki bütün sınırlardan su gibi taşıyordum. Duygularımı, derimin gözeneklerinde hissediyordum. Benim bedenime benzemeyen bir başka bedenin varlığının hissiydi bu. Bu başkalık, beni teslim alıyor, sarıyor, sarsıyor, kucaklıyordu. İstasyon başkalaşıyor, grisi kayboluyor, apayrı bir renge bürünüyordu. Leyleklerin yuvalarına süzülüşü, lokomotifin sesi, serçelerin cıvıltıları, söğütün yaprakları, gökyüzüne doğru çıkan dumanın rengi bile değişiyordu; kül rengi duman, alı al, moru mor oluyordu. Kalbimde, çok derinlerde saklanmış duygular kıpırdıyor, canlanıyor, birisinin onları bulup kendi kalbine akıtmasını bekliyorlardı.
Eve döndüğümde ninem uyumuştu, her zamankinden biraz daha geç dönmüştüm. Beklemekten yorulmuş olmalı, aynı odada uyuyorduk, kınalı saçlarını koklayıp, yanağından öpüp uyudum. Sabah uyandığımda hâlâ uyuyordu, daima erkenden kalkardı, nedense bu sabah uyanmamıştı. Yatağına eğilip başımı göğsüne koydum, kalk artık, geç oldu, hem sana neler anlatacağım neler… uyanmadı. Geriye çekilip yüzüne baktım, yüzü bembeyazdı. Koluna dokundum, nineciğim haydi kalk, sana süt ısıtayım, yumurta da haşlarım, haydi… Kıpırdamadı. Yüzüne soğuk su sürdüm. Nefesim kesilinceye değin bağırdım, tepki vermedi. Öylece uyuyordu; bir daha da uyanmadı; ölümün, bir daha uyanmamak olduğunu ninem uyanmayınca öğrendim. Ölümün nereden geldiğini bilmesem de o, her şeyin içinde ve dışında geziniyordu. Beynimin içinde gezindiği gibi Mırmır’ın tüylerinde de geziniyordu. Mırmır kucağımda üç gün boyunca avluda oturdum. Konuşmadım, ağlamadım, uyumadım, öylece oturup, toprağa baktım; Mırmır da baktı. Dördüncü gün istasyona gittim, ne kamp vardı, ne o, ne askerler, ne komutan; deli gibi koşmaya başladım, binanın taş merdivenlerini ikişer ikişer atlayarak, içeri daldım, önüme çıkan çocuk, genç, kadın, erkek demeden, herkese sordum, kiminin kolundan tutum, kiminin önüne geçtim, kiminin yanında yürüdüm, insanlar yüzüme garip garip bakıyordu, yaşlı kadınlar, vah zavallı yavrucak, vah vah diyordu. Nereye gittiler diye bağırıyordum, istasyon şefi gelip beni yerden kaldırdı, su içirdi, bileklerime boynuma kolonya sürdü: “Sakin sakin anlat bakalım, kim nereye gitti?..” “askerler, kamp, o… nereye gitti?.. ” “Yavrum, ne askeri, ne kampı?.. Şimdi sen çok üzgünsün, ninen… ” “Doğruyu söyleyin, yalvarırım nereye gittiler, daha üç gün önce buradaydılar. ”
Meraklı kalabalık etrafımızı çevirip, uğultulu bir çember içine almışlardı; yazık diyorlardı, anası babası da yok, yavrucak tamamen yalnız kaldı. Çemberi yararak köye kadar koştum, öğretmene soracaktım, o nasılsa doğruyu söylerdi. Okula gidinceye değin yolda belde karşılaştığım herkese sordum, kimse birşey bilmiyordu, hatta bana acıyan gözlerlerle bakıyorlardı. Çeşme başında laflayan kadınların konuşmalarını dinledim. “Anası gibi hayal görüyor, sonu, onun gibi olmasın…” “Ay Allah korusun, tövbe de kız, zavallı kendini şelâleden aşağı attı, ölüsü bile bulunmadı.” “Yaşadıkları kolay değildi bacım, babasız çocuk doğurdu, şu fistanı yeşilliyle kavga edince, sen piçine sahip çık dedi de kanımız dondu.” “Nine de bilmiyordu babasını. O kadar yalvarmasına rağmen ağzından tek kelime çıkmadı. Ağzına sanki kilit vurmuşlardı. Olan bu kıza oldu, vah yavrum vah, vah ki ne vah… ”
Konuştukları her şeyi biliyordum, ninem, geceler boyu masal anlatır gibi anlatmıştı, hatta onların bilmediklerini de biliyordum. Okula koşarak gittim, tıpkı onun koştuğu gibi, komutanın sesi kulaklarımda çınlıyordu, o zaman daha hızlı koşuyordum. Öğretmen beni görünce ayağa kalktı.
“ Bir şey mi oldu yavrum?.. Yüzün sapsarı. Gel otur şöyle bakalım, şimdi anlat bana, ne oldu?.. ” “İstasyona kurulan kamp ve askerler yoklar, nereye gittiler?..” Diğerlerinin yüzündeki şaşkınlıktan daha fazlası öğretmenin yüzüne çöktü. “Ne kampı, ne askeri, çok üzüldün, biliyorum, kolay değil, biz varız, merak etme? Biraz dinlen, yeniden konuşalım, hatta gel, bize gidelim, çocuklarla… ” “Siz de onlar gibi yalan söylüyorsunuz, neden ama neden?.. ” Dörde katlanmış kağıdı çıkarıp gösterdim, kağıdın ortasındaki amblemi görünce yüzü sararır gibi oldu: “Nerden buldun bunu?..” “Bir yerden bulmadım, o verdi bana, neden herkes susuyor, neden herkes yalan söylüyor, neden doğruyu söylemiyor? Neden?… Ne olur, ne olur, yalvarırım, bari siz doğruyu söyleyin?.. “Başını sağa sola salladı, seni bir doktora götürelim.” Pantolonunun cebine koyduğu kağıdı istedim. “Ne kağıdı yavrum?.. Gel, eve gidelim, bak bir kaç gün dinlen, kendine gelirsin, sonra tekrar konuşalım olur mu?.. ” “Hayır, bin kere hayır… Sana verdiğim kağıdı verir misin, sol cebinde, biliyorum? Yalvarırım… ” Elini cebinden çıkarmadı; öfke ve tehdit içeren bir şeyler mırıldanarak gri kapıyı suratıma kapattı.
Muhtara… yoo yoo gitmeyeceğim, ninem onu sevmezdi, adını söylemezdi, yalan satan adam derdi. Ninem olsaydı, bana yardım ederdi, gerçeği korkmadan söylerdi, o da yok şimdi. Kimse inanmıyor bana, gerçeği de söylemiyor, herkes hayal kurduğumu, hasta olduğumu düşünüyor ama ben kendime inanıyorum, Mırmır da. İkimiz de düş olmadığını biliyoruz. Trenler geliyor, trenler gidiyor, biz istasyonda bekliyoruz.
Emine AYDOĞDU
*General Motors Corporation “GMC”
Muhtesemmmmm
“ Trenler gelip geçiyor, yolcular inip biniyordu, ben yalnızca ona bakıyordum.” olsa sanki sentaks daha mı iyi olurdu. Bir de ninenin fark edişi ve ilk tepkisi..
Kurgu ve bakış açısı,dil çok başarılı.. Paragraf yapıları burda mı böyle aslında da mı böyle…
Tebrikler…