“…Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar…”
Edip Cansever
“Bir mendil niye kanar?” diye sorar Edip Cansever “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde. Aslında Ahmet Abi’sine sesleniyormuş, onunla sohbet ediyormuş gibidir ama mesele ne Ahmet Abi’dir ne de kar beyazlığındaki mendilin kızıl kana boyanması… Mesele insanların yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmadığı günlere duyulan özlem meselesidir. Mesele geç kalınmışlıktan kaynaklanan utanma, umut-umutsuzluk meselesidir. Mesele memleket meselesidir… Ahmet Abi tüm toplumu; çocuklar ülkeyi kurtarma idealini simgeler. Dağılan istasyon ve pazarlar ise memleketin karışıklığına, huzursuzluğuna bir göndermedir.
Şair, şiirin akışı boyunca duygudan duyguya geçer. Geç kalmışlık, karamsarlık, öfke, umut, umutsuzluk, hüzün birbirini kovalayıp durur mısralarda gezinirken. Yaşanan olaylar karşısında -tıpkı bu katliam günlerinde hepimizin olduğu gibi- geç kalmışlığın, bir şey yapamamanın, çaresizliğin verdiği utanç ve ıstırapla boynu büküktür şairin. O da, Ahmet Abi de istasyonlara ve dağılmış pazar yerine benzeyen ülke gibi karmakarışık, ülkenin insanı gibi bedbahttır. Memleketin bitap hali karşısında şair her ne kadar “umudu dürtmek” istese de artık tüm duygularını yitirmiştir. Hiçliğin göbeğinde umutlanmaya bile mecali yoktur. Çünkü insan yaşadığı yere benzermiş…
İnsan yaşadığı yere benzer…
“… İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine…”
Bir zamanlar… Rüzgarla yarışan kanatlı güzel atların, içimizdeki mistiğe tercüman kanatlı kedilerin, varoluşsal yalnızlığında insana yoldaşlık eden cesur kanatlı köpeklerin neşe içinde koştuğu; hercai menekşelerin, Adonis’in kanından doğan ters lalelerin, Narkisos’un pınarında boy veren nergislerin, mavi donlu irislerin toprak anayı süslediği; Tanrıçaların en güzeli Güneş’in gökyüzünde sonsuzluğu müjdelercesine hüküm sürdüğü masal diyarı Anadolu’da insanlar da Anadolu kokar; güzel, kanatlı, hür, gülümserdi bu coğrafyada. Oysa şimdi…
Şimdi şairin ve Ahmet Abi’nin Anadolu’su ıssızlık; ıstırap; anaların göz yaşı; sütten zamansız kesilmiş çocukların cılız nefeslerinden yükselen açlık kokusu; depremlerde kaybolan anasız babasız çocukların çaresiz çığlığı; bir köşeye sıkıştırılıp işkence edilen bir kedinin, köpeğin korku içinde atan yüreği, kurtarıcı bekleyen masum gözleri Anadolu! Depremde can veren masum çocukların; kocası, babası, kardeşi tarafından sırf kadın olduğu için öldürülen masum kadınların, rant uğruna, iktidar uğruna çıkarılan bir “katletme yasasına” kurban giden masum köpeklerin mezarı Anadolu. İşkenceyle katledilen köpeklerin bedeninden akan kanla kızıla dönen beyaz bir mendil şimdi Anadolu… Anadolu’nun acıyla yoğrulan yüreğinden damlayan kan, beyaz bir mendili boyar gibi boyuyor toprağı. İnsan yaşadığı yere benzer… Ahmet Abi de şair de ülkesi gibi kan ağlıyor. Çünkü “gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir.” Halkı kan ağlarken nasıl gülsün şair? Nasıl gülsün Ahmet Abi? Bir mendil kanarken nasıl gülsün?
Bir mendil, insanların içlerine bir bıçak gibi saplanmış acıları yüzünden kanar. O acılar ki insanı utançtan bir çocuğun, bir kedinin, bir köpeğin gözüne bakamaz hale getirir. Aynada kendinden, insanlığından iğrendirir. Ahmet Abi’nin zamanında kanayan mendil şu anda en kanlı zamanını yaşıyor. Çünkü halkın iradesine karşı konularak bir avuç azınlığın egosunu, içindeki caniyi tatmin etmek için çıkarılan sokak hayvanları yasasıyla, ülke cinnet toplumuna dönüştü.
Kimseyi köpekler ısırmadı ama…
“Köpekler hiç beni ısırmadı ama aynısını insanlar için söyleyemeyeceğim…” diyor Marilyn Monreo. Kimseyi köpekler ısırmadı, ama gördük ki daha “sözde yasa” çıkar çıkmaz köpekler katledildi. “Köpekler saldırıyor”, “bize güvenli sokaklar lazım” diyerek sokak hayvanlarının katledilmesine yönelik yasa teklifini gündeme getirenler “Güvenli Sokaklar” sloganıyla yola çıktılar, ama “Güvensiz Sokaklar”ı inşa etmenin ilk adımını da hak savunucularını ötekileştirip “halk düşmanı” ilan ederek, sokaklarda kıstırdıkları köpeklere işkence ederek attılar.
Oysa daha yasa teklifi gündeme geldiğinde aydınlar başta olmak üzere tüm kurumsal yapılar, toplumun tüm kesimleri sus-pus olup oturmayıp sesini yükseltseydi; yani daha işin başındayken katliam yasasını savunanlara “sıfır tolerans” gösterseydi Silvan’da, Niğde’de, Altındağ’da, Silivri’de, Edirne’de yapılan katliamlar olmazdı. Güvenli sokaklar diye çığırtkanlık yapanlar içlerinde bastırdıkları kanlı katili ortaya çıkarıp bizi güvensiz sokaklara mahkûm edemezdi.
Çok karanlık bir dönemden geçiyoruz. Gözümüzün önünde toplu katliamlar yapılıyor. Suça neden olacak sosyal ve psikolojik şartların ortadan kaldırılması gerekirken tam tersine, içinde şiddet barındıran, insanların suça teşvik edildiği bir yasa çıkartıldı. Her gün gözümüze bir şiddet pornografisi sokuluyor; şiddet normalleştirilerek tüm toplumu tehdit ediyor. Oysa unutmamak gerekir ki zamanında ses yükseltilmeyen, gerekli tepki gösterilmeyen, yaptırımı olmayan her olumsuz fiil ve davranış bir süre sonra kanıksanarak normalleşir; hatta ve hatta kültüre dönüşür. Nitekim Philip Zimbardo yaptığı deneyle bunu ortaya koyuyor.
İlk taşı atmak…
Zimbardo’nun 1969 yılında yaptığı deney aslında deyim yerindeyse tam da ilk taşı atmakla ilgili. Zimbardo, suç ve çevre ilişkisini ele aldığı deneyinde suç oranının yüksek olduğu yoksul Bronx’a ve yaşam standartları yüksek olan Palo Alto’ya 1959 model araba bırakır. Bronx’ta yaşayanlar kısa süre içinde arabayı yağmalayarak paramparça ederken Palo Alto’daki arabaya henüz kimse el sürmemiştir. Bunun üzerine Zimbardo ve öğrencileri ilk taşı atan olarak Palo Alto’ya bıraktıkları arabanın camını kırıp beklemeye koyulurlar. Ve şaşırtıcı bir şey olur. Bu zengin muhitteki insanlardan beklenmeyecek biçimde kısa sürede, orada yaşayan insanlar arabayı parçalar. İlk kırılan cam, arabanın parçalanacağının habercisidir yani. 1982’ye gelindiğinde ise bu deneyden yola çıkarak Wilson ve Kelling, “Kırık Camlar Teorisi”ni geliştirir. Teori, işlenen suçlara yeterli önlemler alınmadığı ve gerekli yaptırımlar uygulanmadığı takdirde suçun yayılacağını savunur.
Teorideki kırık cam, “suç”u; kırık camların zamanında onarılmaması “gerekli önlemin alınmaması”nı; diğer camların kırılması ise “suç oranının artması”nı temsil eder. Eğer bir toplumda düzenin bozulmasına, işlenen suçlara -böyle gelmiş böyle gider mantığıyla- duyarsız kalınır, ses yükseltilmezse, bu durum o toplumda daha fazla suç işlenmesinin yolunu açarak, zincirleme bir etkiyle, dehşet verici sonuçlar doğurabilir. Toplumun kurallarına uyması beklenen insanlar ve hatta aydınlar bile bu zincirin bir parçası olarak suça yönelebilir. Suç oranı artar; çünkü suçu ilk işleyen kişi ile son işleyen kişinin o suçu işlemedeki kararlılığı aynı değildir. Suçu ilk işleyen daha çekingen suça dahil olmuşken son işleyen daha istekli, pervasızca aynı suçu işleyebilir. Çünkü önünde onu engelleyen, üzerinde bir yaptırım uygulayan bir mekanizma yoktur. Bu da suça yönelik çekincelerini yok eder.
Güvenli sokaklar cinnet sokaklarına dönüşüyor
Sözde yasa onaylanarak ilk cam kırıldı ve camlar kırılmaya, canlar katledilmeye devam ediyor. Yaptırımın olmaması suça yönelik çekinceyi yok ettiği için insanların içindeki kötüyü, sadisti ortaya çıkaracak. Sokak köpeklerine, kedilere karşı işlenen bireysel suçlar bu yasayla birlikte giderek artacak. Nitekim yasadan güç alan bazıları ilk suçlarını işlediler bile. Meğer ne çok katil dolaşıyormuş içimizde. Sosyal medyada karşımıza çıkan videolar, konuşmalar vahşetin çağrısı gibi. Distopyalarda, korku filmlerinde bile karşılaşılamayacak denli kan dondurucu sahneler hepimize bir film gibi izlettiriliyor. Çocuklarımız, sözde saldırgan köpeklerden korunmak istenirken tacizcilerin, tecavüzcülerin, işkencecilerin, sapkın düşünceli canilerin insafına terk ediliyor.
Köpeklerin olmadığı o güvenli sokaklarda! ruhu karanlık, gözü dönmüş katiller kol geziyor. Sözde öğretmenler, sözde doktorlar sosyal medya hesaplarından “köpeklerin katli vaciptir” çağrısı yapıyor. Çocuğumuzu, geleceğimizi emanet ettiğimiz öğretmenin içinde bir katil yaşıyor. Bedenimizi emanet ettiğimiz doktorun içinden bir katil fırlıyor. Köşesinde sevimli, tonton bir dede gibi görünen ihtiyar adamın içinden canavar çıkıyor, yavru kedileri öldürüyor. Güvenli sokaklarda! cinnet geçiren ve ne yapacağı kestirilemeyen insanlar dolaşıyor serseri mayın gibi. Ve bütün bunlar daha sözde yasa çıkar çıkmaz oluyor. Bunlar daha da artacak olan şiddetin ilk habercileri.
Sözde yasa diyorum, çünkü yasa katletmez! Yasa, başıboş köpekler bahanesiyle “başıboş insanlar” yaratmaz! Yasa adalettir, yasa eşitliktir, yasa güvendir, yasa korumadır, yasa toplumsal barıştır. Yasa, çatışmayı önler. Herkesin kendi kuralını, kanununu koyarak hareket etmesinin önüne geçerek toplumsal düzeni ve barışı sağlar. Bir avuç başı boş insanın çığırtkanlığıyla çıkarılmış, yaşatmayı değil öldürmeyi savunan, toplumu kine, nefrete teşvik eden, toplumsal cinnet yaratan bir yasa, yasa olamaz ve kimse ona uymak zorunda değildir. Halkın iradesi bu yasaya karşı! Bu kanunsuzluğa dur demek bizim elimizde. Susmak, suça ortak olup en az köpekleri canice öldürenler kadar eli kana bulanmak demek.
Uyuyan ruhumuzu uyandıralım geç olmadan
Bizler haktan, adaletten, hukuktan yana olanlar, bizler tüm canlıları kutsal görenler, bizler geleceğe aydınlık bir Türkiye bırakmak isteyenler, bizler çocuğumuzun yüzüne utanmadan bakmak isteyenler, bizler yaşamdan yana olanlar, sporcular, gazeteciler, sanatçılar, yazarlar, tüm aydınlar, işçiler, esnaflar, köylüler, üniversiteliler, bizler yaşamdan, yaşatmaktan yana olan tüm Türkiye…
Uyanalım artık! Bu kıyımı durdurmak, bu örgütlü kötülüğü, bu toplumsal cinneti önlemek, bizim uyanmamıza bağlı. “İnsan bir hayvanı gerçekten sevene dek, ruhunun bir yanı gerçekten uykudadır.” diyen Anatole France’a kulak verip bugünden tezi yok bir sokak kedisini, bir sokak köpeğini okşayıp gözlerine bakalım ve uyanalım. Daha karanlık günlere girmemek için, bu mendilin daha fazla kanamaması için uyuyan ruhumuzu uyandıralım geç olmadan. Masum canlara kıyılarak, bu toplum yüzlerce yıl geçse bile hafızalardan silinmeyecek bir travmaya ve utanca sahne oluyor şu anda. Silkelenelim ve uyanalım! Şairin dediği gibi “umutsuzluğu yatıştırıp umudu dürtmek” lazım. Mücadele bitmedi, yeni başlıyor!