Mert Kaya
Konuşmacı olduğum bir etkinlikte mübadele ve sonrası üzerine, Müslümanlaş (tırıl)ma süreci hakkında konuşma yaptıktan sonra, oldukça yaşlı olan bir katılımcı söz almak istedi. Azınlık grubu mensubu olduğunu belirtip, konuşmanın ne kadar değerli olduğundan söz etti. Özellikle gençlerin konuşmasını değerlendirdi. Daha sert, daha doğru ve daha gerçek olması gerektiğini söyleyip yaptığım konuşma için teşekkür etti. Konuşmacı bendim, yaklaşık 2 saat aralıksız anlatmıştım, anlatırken birlikte gülmüş, birlikte ağlamıştık. Aslında bu biraz dertleşmeydi. Bu dertleşmenin ne kadar önemli olduğunu düşünmeye başladım sonra. Anlattıklarım yabancı değil dinleyenlere aslında ama birinin mikrofonu alıp daha yüksek sesle söylemesini, söylediklerini bilimsel bir araştırmaya dayandırmasını bekliyor gibiydiler. Belki tam bu yüzden teşekkür ettiler anlattıklarıma. Zira toplantı sonrası birkaçı yanıma gelip mübadele sırasında Türkiye’de kalıp ismini ve dinini değiştiren akrabalarından bahsetti. Bir hikâyenin tozunu kaldırmak benim yaptığım sadece ve artık hepimizin toza alerjisi var.
Yükünden dolayı bir türlü yükselemeyen bir balona benziyor bizim ülke. 1915, mübadele, Dersim tertelesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül pogromu, 1964 sürgünü, Kıbrıs harekâtı, 80 darbesi, 3 Temmuz yangını, köylerin boşaltılması, daha neler neler. Peki biz ne kadarını oturup hakkıyla konuşabiliyoruz? Öyle resmi anlatıları tekrar ederek yapılanlardan bahsetmiyorum tabi. Enine boyuna, tarafların temsilcileriyle neden konuşamıyoruz? Ya da neden susuluyor bu konulara demeliyim. Üzerine konuşmamak, sistemin bir parçası sayılabilir. Renan’ın dediği gibi devlet olmanın gereği hatırlamaktan çok unutmadan geçiyor diye, susunca unutuluyor mu? Bir mübadil, ne kadar unutur yaşadığını? 3 temmuzu yaşayanın yanıkları iyileşir mi? Sürgüne dahil edilmiş bir insan, ne kadar varır gönderildiği yere? Ne mübadil unutur, ne yanık iyileşir, ne sürgüne giden tamamen varır. Hepsi yarım kalır. Yük üstüne yük biner, ağızlar tıkanır, mümkün olabilecek başka bir yaşam ümidiyle hayat geçer gider.
Gündelik siyaset hakkında bile yorum yapmaya çekindiğimiz şu zamanlarda, böylesine büyük yaralara parmak basmak, hadi gelin yaralarımızdan bahsedelim demek kolay değil elbette. Fakat ne zaman kolay oldu ki? Konuşulmasın isteyenler iktidarda belki ama öncekiler konuşulsun istediler mi? Susturmak bir gelenektir bizim siyasette. Sonrakiler de susturacaktır elbet. Kimse bahsetmeyecektir yanan köylerden, sürgünlerden, acılardan, ayrılan kardeşlerden, el koyulan evlerden. Peki, bu yükü boşaltmadan yükselmenin mümkünatı var mıdır? Sanmam. Konuşmaktan geçiyor o yüzden. Birileri dinlesin diye değil belki, belki sadece içimizi dökmek için. Anlaşılmak için değil, sadece anlatmak için. Konuşmanın değeri, acıyı yaşayanda, acıyı hissedende önem kazanıyor.
Okuduğum bir kitapta (1) “bellek, canı nereye isterse oraya oturan bir köpektir” diye yazıyordu. Bir kokuda, bir seste, bir sokakta, bir ufak anlatıda ne varsa unutturulmaya çalışılan, çıkıp önümüze gelecektir. Bellek, canı ne zaman isterse, o zaman ortaya çıkar. Bellek hayaleti, üstümüzde dolaşır. İşte tam bu yüzden belki, zaten hatıralar orada bir yerde gizliyken, zaten bir koku bile hatırlatmaya yetiyorken, bir sokak tüm geçmişi bugüne taşıyorken bir de üstüne konuşulması istenmiyordur.
En konuşulmayanın, en konuşulmasın istenenin, en korkulanın üzerine konuşmak önemlidir. Bir mücadele alanı yaratır. Bir bellek savaşıdır. Konuşalım, insanların yakılması, memleketlerinden gönderilmeleri, öldürülmeleri, ailelerinden koparılmaları hakkında ne düşünüyorsak, amasız, fakatsız, tüm kalplerimizle konuşalım. Tüm milliyetleri, bayrakları, sınırları bir kenara bırakıp konuşalım. Konuştukça içine koyalım bayrakları, sınırları, öyle de konuşalım. Ne olduysa, bir daha olmasın diye konuşalım. Konuşana sandalye verelim, otur bize de anlat diyelim. Öyle yukarıdan, başka dillerde değil, bizim dilimizde, mahallede konuşur gibi, içimizden konuşalım. Vicdanı avucumuza alıp, dile gelelim. Belki gideni geri getiremeyiz ama gidecek olanın omzundan tutup, gitme diyebiliriz. Evet çok yorulduk, evet belki çok romantik gelecek ama bir sıcak kucaklaşmayla, bir sıcak kahveyle belki, anlatabiliriz başımıza her ne geldiyse, son kez ve derinden, çekip gitmeden.
Douwe Draaisma (2007). Yaşlandıkça