Bir şairi anlamak, yalnızca dizelerine bakmak değildir; yaşadığı çağa, onun ruhunu şekillendiren gölgelere ve ışıklara da bakmaktır. O halde Luis de Gongora’nın mayalandığı ve piştiği İspanyol Altın Çağı’na (El Siglo de Oro) değinmek yerinde olacaktır.
İspanyol Altın Çağı kabaca 1492’da tamamlanan Reconquista’yla başlayan ve Calderon de la Barca’nın 1681’deki ölümüyle sembolik olarak sonlandırılan; İspanya’nın politik, askeri ve kültürel mecralarda zirveye eriştiği, ancak içten içe çözülmeye başladığı bir zaman dilimine tekabül eder. İspanyol Altın Çağı, hem bir imparatorluğun ihtişamını, hem de insan ruhunun karanlık uçurumlarını yekvücut kılan bir dönemi karakterize eder. Bu devrin sanat bağlamında temayüz eden ve ona görkem kazandıran isimleri şöyledir: Miguel de Cervantes, Calderón de la Barca, Lope de Vega, Lazarillo de Tormes, Tirso de Molina, Francisco de Quevedo, Luis de Góngora, Diego Velázquez, El Greco’dur.
Luis de Góngora, 16. yüzyılın sonlarında İspanya’nın Altın Çağı’nda doğdu ama onun şiiri altının parıltısından çok gölgenin yoğunluğunu taşır. Çünkü o, dünyanın çürüyüşünü, toplumsal gerilimleri ve insanın kırılganlığını gördü, buna karşı tek sığınağı kelimelerde buldu.
İspanya, Gongora’nın yaşadığı yüzyılda imparatorluğun zirvesindeydi. Deniz aşırı bir imparatorluk kurulmuş, topraklar fethedilmiş, yüzbinlerce kilo altın taşınmıştı. Ama bu görkemin ardında yoksulluk, eşitsizlik, enflasyon ve çöküş vardı. Bu dönemin “parlayan yüzünü ve çürüyen içini” Quevedo hicivlerinde “altının Tanrı’nın yerini aldığı” bir devir olarak tasvir etti. Barok şairler, altını “göz kamaştıran ama ruhu kör eden bir ışık” olarak tasvir etti. Cervantes bu döneme dair çelişkileri Don Quijote’de hicvederken Góngora kelimelerin dünyasına çekildi. O, hayata değil dile tutundu. Çünkü ona göre insanın kurtuluşu, gerçekliği değiştirmekten çok gerçekliği yeniden kurmaktaydı: imgelerle, metaforlarla, sözcüklerin ihtişamıyla.
Góngora’nın şiiri anlaşılır olmak istemez. Onun dizeleri kolayca kavranacak bir güzellik sunmaz. Aksine okuru zorlar, sınar, yorar. Eleştirmenlerin “culteranismo” adını verdiği bu tarz, yoğun metaforlarla, Latince etkili bir söz dizimiyle ve neredeyse müzikal bir ritimle örülüdür. Kimi zaman bir labirent gibidir: içinden çıkmaya çalışırsınız ama her yol sizi yeni bir imgeye, yeni bir ışığa sürükler. Ve belki de tam da bu yüzden kalıcıdır: Çünkü Góngora’nın şiiri yalnızca okunmaz, keşfedilir.
Onun dizelerinde doğa ayrı bir evrendir. Güneş, yalnızca ışık saçmaz: ışığın da ötesinde bir ihtişamı taşır. Deniz yalnızca dalgalanmaz, hayalin en derin çalkantısına dönüşür. Çiçekler sadece açmaz, açarken kelimeleri de çoğaltır. Onun için şiir, gözlemin değil, yaratışın alanıdır. Doğayı olduğu gibi göstermekle yetinmez, doğayı yeniden kurar. Bu yüzden Góngora’nın şiirini okumak bir tabloya bakmak değil, tablonun içine adım atmak gibidir.
Çağdaşları onu acımasızca eleştirdi. Şiirlerinin “karanlık” olduğunu söylediler, anlamın gölgelere gömüldüğünü iddia ettiler. Ama Góngora için bu bir eksiklik değil, bilinçli bir tercihti. Çünkü onun şiirinde anlam bir hediye değil, bir ödüldür. Ona ulaşmak isteyen çaba göstermeli, sabretmeli, zihnini zorlamalıdır. Şiir sıradanlığın değil, çabanın meyvesi olmalıydı.
Yine de onun büyüklüğü yalnızca üslubunda değil, dile olan inancındadır. İmparatorluk çökebilir, saraylar yıkılabilir, insanın arzuları ve hataları değişebilir. Ama dil ya dil… Dil, eğer bir şairin elinde yeniden doğarsa sonsuz kalabilir. Góngora, kelimelere bu güveniyle, şiiri yalnızca bir sanat değil, bir tür kutsal alan haline getirdi.
Bugün Góngora’yı okurken hâlâ aynı duyguyu yaşarız: bir yabancılık, bir zorlanma, ama aynı zamanda büyüleyici bir çekim. Onun dizelerinde kaybolmak, aslında kendi hayal gücümüzü bulmaktır. Çünkü o, bizi seyirci olmaya değil, şiirin ortağı olmaya çağırır. Ve belki de bu yüzden Góngora hâlâ günceldir, çünkü o, şiirin kolay bir güzellik değil, zihni ve ruhu dönüştüren bir deneyim olduğunu hatırlatır.
Sonunda Góngora, edebiyat tarihinde yalnızca bir şair olarak kalmaz. O, dilin kendisini yeniden kuran, kelimelere sonsuzluk yükleyen bir mucittir. Onu okuyan herkes ister istemez aynı gerçekle yüzleşir. Dünyalar yıkılabilir, fakat bir dize kalır. Ve o dize, asırlar sonra bile ışığını sürdürür.
—
Kıskançlığa
Ey en dingin halin sisi,
Cehennem öfkesi, kötü doğmuş yılan!
Ey yeşil çayırın kokulu bağrında gizlenen zehirli engerek!
Ey ölümlü aşkın nektarı arasındaki zehir, cam bir kâsede hayatı çekip alan!
Ey bir saç teliyle başımda sallanan kılıç, aşkın dizginini sertçe tutan!
Ey kıskançlık, lütfun ebedî celladı!
Dön geldiğin o hüzünlü yere geri, ya da —sığıyorsan— dehşet diyarına!
Ama sığamazsın oraya zira kendini öyle çok yedin ki bitiremedin, cehennemden bile büyüksün artık.
—
Bir Hanımefendinin Gözyaşları ve İç Çekişleri
Sabahın doğuşunda kırılan,
Taze güllerin üzerindeki beyaz inci taneleri mi,
Yoksa elle işlenmiş,
Kızıl kumaşa nakışlanan inciler mi,
İşte öyle görünüyordu güzel gözyaşları
Şahane çobanımın döktüğü,
O mucizevi yanaklar üzerinde,
Kan ve sütün bir araya geldiği mana gibi.
Ve o narin gözyaşları arasında
Göğsünden fışkıran tutkulu bir iç çekiş,
En sert şarkıların bile doğurabileceği kadar güçlü,
Eğer sert bir ezgi bunu başarabilseydi,
Tanık olsunlar, bir kalbe yapılanlara;
Her gözyaşı ve iç çekiş karşısında
Mum gibi eriyen bir kalbe…








Teşekkür ederim bilgi bilinç ulaştırdığınız için
Ben tesekkur ederim,keyifli okumalarda bulusmak uzere…