Geçtiğimiz gün, Migros direnişi henüz sonuçlanmamışken, sosyal medyadan duyuru yapan bir popçu kendisinin devreye girdiğini, uzlaşmanın sağlandığını ve işçilerin kazandığını duyurdu. Bu renkli popüler kişilik, her gündemin değişmez adamı olma özelliği ile kâh bir boğayı evlat edinmiş, kâh smokin giyinip İzmir’in dağlarında çiçekler açtırmış, kah çocuk bezine çok inandığı için reklamında oynamış, en son olarak da (yine çok inandığından olsa gerek) bir futbolcu ile (Balotelli) televizyon reklamlarında Bitcoin tarzı bir parayı tanıtmış (satmış) bir şahsiyet.
İşte bu arkadaş yani namı diğer Haluk Levent, Migros’ta devam eden direnişte aracı olduğunu ve sürecin sonlandığını duyurdu. Tabii ki bu duyuru karşısında açık tribün taraftarlarında büyük bir coşku oluştu ve kapalı tribünlerin de bu goygoya katılmasıyla tezahüratlar ayyuka yükseldi. İçinden geçtiğimiz süreçte; solun, devrimcilerin, sosyalistlerin sınıfa yabancılaşmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak bu smokinli arkadaş, kimi “sol” kesimlerce kahraman ilan edilirken, bazı çevrelerde ise mahkûm edildi.
Haluk Levent’in Migros’ta taşeron firma ile işçiler arasında arabuluculuk yaptığını ve tüm sorunların çözüldüğünün haberini gördüğümde, “bundan sonra greve direnişe gerek yok, görüşmelere Haluk’u gönderelim yeter” diye tepki vermekten alamadım kendimi. Hatta bir arkadaşımın dediği gibi “Sendikalar da kapansın, toplu sözleşme hakkı grev hakkı ve benzerine de gerek kalmıyor artık. En sevindirici olan kısmı ise yüksek maaşlı sendika başkanlarına da artık ihtiyaç kalmıyor, sendika aidatlarına da… Nasılsa artık sıkıştık mı Haluk’u çağırıp, sorunlarımızı çözebiliriz…” tespitini gülümseyerek karşıladım.
İnsan bir kez kendini özne olarak görmeyi bıraktı mı, artık ne kendi gücüne ne ideolojisine ne de işçi sınıfına güveni kalmaz. Hep dışarıdan, bir başkasından yardım umar hale gelir. Gezide yaptıklarını unutan, kendine yabancılaşan bir solcunun, geçmişte Trump’dan mevcut rejimi devirmesini beklemesi, AB’den demokrasi umması, NATO’dan özgürlük getirmesi dileği işte bu özgüvensizliğin ve yabancılaşmanın sonucudur. Her özgüvensizlik ve yabancılaşmaya çarpan etkisi ile bir bilinç kaybı eşlik eder. İşin ilginç tarafı tüm ülkede direnişler ve grevler ardı ardına başlamışken, hatta bunlar kazanımlarla ilerleyip Migros işçisine moral taşımışken, Patronun Migros deposuna çalışmak için diğer şehirlerden getirdiği işçiler türlü nedenlerle de olsa çalışmayı reddetmişken, sınıfın gücünün dışında destek aramak olağan olsa da sınıfın dışında özne aramak, sınıfa ve kendine inanmamaktan başka nedir ki?
Bir kere şunu dosta düşmana belletmeliyiz; Migros işçisi kazandı. Patron, yenilgisini Haluk Levent maskesiyle kamufle etmeye çalışsa da Migros işçisi; direncinin gücünü, eylemliliğinin çeşitliliğini, mücadelede ısrarını dosta düşmana göstermiş oldu. Çeşitli firmalarda çalışan kuryelerin direnişinde çakan kıvılcımlardan, kendi ateşini yakmayı başardı. Yukarıda da dediğim gibi Migros işçileri eylemliliklerini patronun evinin önüne taşımasıyla (unutulmuş bir yöntemle) mücadeleye yeni bir boyut kattılar.
Polisin buraya panikle yaptığı müdahale, öylesine sonuçlara yol açtı ki devletin işçi sınıfına karşı giriştiği tutum, elleri kelepçeli bir işçinin ağlayan gözleriyle tüm yüreklerde yoğun bir öfkeye yol açtı. Nasıl ki Gezi’de birkaç kare, büyük öfke patlamalarına yol açtıysa (kırmızılı kadın vd.) bu fotoğraf da benzer bir potansiyeli içinde barındırıyordu. Tepkilerin büyümesinin ardından, İstanbul emniyeti hemen bir açıklama yapmak zorunda kalmış ve “Bu fotoğraf bizi üzdü.” demek zorunda kalmıştı. (Yeri gelmişken söyleyelim. Üzülmediğinizi aslında korktuğunuz için bu açıklamayı yaptığınızı biliyoruz. Biz, ne o işçinin gözlerinden dökülen yaşları ne de zulmünüzü unutmayacağız. Siz de unutmayın.)
“Fakire ekmek yoksa zengine de huzur yok”
Aslında işçi sınıfını işyerinden patronun evinin önüne getiren süreç; uzun zamandır her grevin ve direnişin sorunu olan, eylemler sürerken iş yerinde üretimin devam etmesi ve diğer işçilerin eylemdeki arkadaşlarına, üretimden gelen güçleri ile destek olmaması idi. Bugüne kadarki tüm işçi direnişi ziyaretlerimizde karşımıza çıkan bu tabloyu Migros işçileri, eylemi patronun evinin önüne taşıyarak yeni bir sayfa açmıştı. “Fakire ekmek yoksa zengine de huzur yok” bakışının pratikte uygulanmasından başka bir şey değildi bu.
Zaten direnişin kararlılığını gören patron bir çıkış yolu ararken, direnişe destek için başlatılan boykot süreci de etkisini göstermişti. Bu noktadan sonra aslında Tuncay Özilhan’a kalsa bu sorunu bir an evvel çözüme kavuşturması, kendi kapitalist çıkarları açısından çok daha mantıklı ve karlı olabilirdi. Ancak temsilcisi olduğu patron örgütünün (TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı’dır kendisi) ideolojisi ve diğer burjuvalara bu pes edişin olumsuz örnek oluşturması açısından (tersinden diğer işçilere de olumlu örnek teşkil edeceğinden) uzlaşmaya gidemedi. Fakat her geçen gün işler daha da karıştı. Artık Migros işçisi yavaş yavaş yalnızlığını kırıyor, sesini toplumun geniş kesimlerine duyuruyordu. Üstelik başlangıçta sadece boykot Migros’tan alışveriş yapmama şeklinde pasif bir süreçken, mağazaların içinde planlı ya da kendiliğinden ajitasyon ve propagandalar yapma şeklinde, kitlesel aktif eylemlere dönüşmüştü ve bu eylemlerin (kamulaştırma ihtimali de dahil) nereye dönüşeceği belli olmayan bir süreci başlatmıştı. Artık sorun bir kapitalistin sorunu olmaktan çıkmış, burjuvazinin ve doğal olarak onun örgütünün sorunu haline gelmişti.
Sorun şuydu; bir yandan olayların nereye akacağı kestirilemediğinden dolayı derhal uzlaşma sağlanmalıydı, diğer taraftan ise patronun yenilgisi anlamına gelecek olan bu uzlaşma işçi sınıfının diğer eylemlerine bir moral taşımamalı, taşısa da sınırlandırılmalıydı ve işçi sınıfına bir örnek oluşturmamalıydı.
İşte böyle bir süreçte bir sosyal medya mesajı ile direnişin bittiği bir popçu tarafından duyuruldu. Mesele sınıfın gücünden ne kadar uzaklaştırılırsa o kadar iyiydi. Bu uzaklık; sınıf yerine, kimine göre solcu taklidi yapan kimine göre ise solcu Haluk Levent’ti. Ve yine bu uzlaşma patronun evinden ne kadar uzaklaştırılırsa o kadar iyiydi. Bu da Ahbap Derneği oldu. Ve yine sendika veya işçiler yerine açıklamayı popçuya yaptırınca da maç berabere kaldı algısı oluşturulacaktı: “Ben sizi işe geri almazdım ama dua edin Haluk’a” gibi.
Peki Haluk neden burada böyle bir tutum takınmıştı? Ya da neden işçiler Haluk’un masaya oturmasına izin vermişti? Aslında bu sorunun doğru şekli şöyle olmalı; Haluk veya başka biri neden böylesi bir sürecin içinde olur? Bu sorunun da cevabı yukarıdaki ile aynıdır. İşçi sınıfının mücadeledeki direnci ve kararlılığı bunu sağlamıştır. Toplumsal mücadele gelişip yükseldikçe sanatçılar, aydınlar, akademisyenler ve daha çok kesim mücadeleye yaklaşacak daha çok taraf olmak ve bunu da göstermek zorunda kalacaklardır. Uzunca süre, toplumsal muhalefet gerilemişken kuru kuruya solculuk yapanlar, toplumsal muhalefetin yükselmesi ile sola, sınıf hareketinin gelişmesi ile de işçi sınıfına daha yakın olacaktır ve bunu görünür kılacaktır. ‘80 öncesi, bunun birçok örneğiyle doludur. İşte toplumdan beslenen bir sanatçı olarak sola ve işçi sınıfına yakın olma ihtiyacı, Haluk Levent’i bu görüşmelerde işçiden yana bu masaya çekmiştir. Sonrasında yaptığı “ben sadece aracı oldum kazanan işçilerdir” açıklamasını da bu kapsamda bu da mücadelenin kazanımlarından biri olarak değerlendirilebilir.
Hesapları Bozacak Olan Tek Şey
Sonuç olarak tekrar iki noktanın altını çizmek gerekir:
Birincisi; İşçi sınıfının gücüne ve devrimciliğine yabancılaşmamaktır. Kapitalizm var oldukça sınıf savaşımı da işçi sınıfının devrimciliği de var olacaktır. Son grev ve eylemler göstermiştir ki işçi sınıfı hareketliliğinin toplumun tüm kesimlerine doğrudan bir etkisi olmakta ve bir çekim merkezi oluşturmaktadır. Marx’ın da dediği gibi “İşçi sınıfı ya devrimcidir ve her şeydir ya değildir ve hiçbir şeydir.” Sınıftaki küçük bir kıpırdanma dahi toplumda derin bir hareketliliğe ve aydınlanmaya yol açabilmekte, onlarca kitaptan daha fazla şeyi bir anda öğrettiği gibi, bilinç bulanıklığına da son vermektedir.
İkincisi; burjuvazide oyunun bitmeyeceği, açık bir yenilgiyi bile türlü manevralar ve oyunlarla gizleyip manipüle etmeye çalışacağıdır. Tarihlerindeki tüm sınıf savaşımlarını bir ders olarak içeren devletleri ve örgütlülükleri bu konuda kendilerine her türlü deneyimi ve olanağı vermektedir.
Burjuvazi açısından, kapitalist medya yönetim kılavuzunda; algının olgudan büyük olduğunu unutmazsak, hatta hiç aklımızdan çıkartmazsak, her adımın nasıl ince ince hesaplandığını da görmüş oluruz.
Tüm bu hesapları bozacak olan tek şey ise işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ile gelişen sınıf bilincidir.
Ve son sözümüz de şöyle olsun…
Öyleyse, yaşasın zafer!