Motosiklet Günlüğü-7

HomeWelt

Motosiklet Günlüğü-7

Adrasan, Finike, Kaş/Antalya

Daha önceki yazılarımda kendi eşiğimizi geçmenin ve sınırlarımızı zorlamanın ne kadar güç olduğundan bahsetmiştim. Ama bir kez bu eşiği aştığınızda da yeni heyecanları tatmanın dayanılmaz heyecanı tahmin edebilirsiniz.  Yüksekten akan suların sesi, aynı suların serinliği, göl manzaralı çadırın hafifliği; ağaç gölgesinde uzananların, derdin tasanın girdabında dönenlerin önünü açıyor.

İşte o eşik şimdi karşımda duruyor. Ve ben bu defa son üç gündür yaşadığım cennetin kapı eşiğinden çıkmanın zorluğunu yaşıyorum.

Cennet deyince cehennem, cehennem deyince de İtalyan şair-yazar Dante’nin ‘İlahi Komedya’sı geliyor aklıma. Ölen sevgilisi Beatris’i bulmak için şair intihar ediyor. Onun iyi bir insan olduğunu bildiğinden cennette olacağını düşünüyor. Ne güzel değil mi? Bu varsayımla cehennemden yolculuğa çıkıyor. Çünkü, cennete giden yolun söylendiği gibi iyi niyetten geçmediğini biliyordu.

Cesaret etti, eşiği aştı. Eşiği aşmanın, her zaman içinde maceraya karışmış korku, korkuyu yenmiş cesaret, cesaretle kazanılmış “yeni cennet bahçeleri” vardır. Terk ettiğin yer eğer bir cehennemse sorun yok. Yok, eğer cennet bahçesiyse güzellikleriyle sizi esir alacaktır. Asla kanmayın. Bir değil birden fazla cennetin olduğunu düşünün yeryüzünde. Hepsi bir birinden güzel ve görülmeye değer. Kararlı adımlarla eşiğe doğru ilerleyin ve adımınızı atın.

Çadır toplamak, koltukları, sehpayı katlayıp motoru yüklemek heyecanlı olduğu kadar hüznü de taşır içinde. Yeni keşfettiğin güzelliklere doyamadan veda etmek her zaman zor olduğu kadar farklı duygular da taşır. Yolun iki farklı yönüne giden arabalar gibi. Tatil dönüşü, tatil gidişi…

Adrasan

Ana tanrıça ülkesi. Nereden bakarsanız dört bin yıllık bir geçmişe sahip. Yeni resmi adı, Çavuşköyü olarak değiştirilmişse de yerel halk hiçbir zaman bu ismi kullanmamıştır.

Olympos’tan sonra, bir yılan gibi kıvrılarak Adrasan’a geldim. Asartaş tepesin’den, yemyeşil ormanların içinden döne döne yollardan geçtim. Çeşmelerden soğuk sular içtim. Böğürtlen topladım. Dionysos’un gizli asma bahçelerine daldım. Mor salkımlı üzümlerin suyunu sıktım, süzüp kana kana içtim. Tanrıların gazabından korkan köylülere ateşten, bilimden, uygarlıktan söz ettim. İsyankar asileri bağrında saklayan Baldırhanlı tepesine selam verdim. İçinde birçok anıt mezar, saray duvarlarını örten, Likya yolunu böğürtlen ağaçlarıyla saklayan “Ateş hırsızları”nın yolunu takip ettim. Sormadın Tepesi eteklerinde ateş yaktım, işaret verdim. Yukarı, karşı dağa sürdüm motorumu. Ulu dağ, Olympos’u arkama aldım. Güneşin batan haline sırtımı yasladım. Rüzgar çıktı aniden. Karşıdan esen yel, motorumun ön tekerini savuruyor, beni uçurumlara itiyordu. Bu Poseidon’un oğlu, Rüzgar Tanrısı Aeolus olmalıydı.  Bölgelerine bir “Ateş hırsızı” girmiş, haber almışlardı. Prometheus ateşle yol gösteriyor, rüzgarları yarıyor, beni güvenli bölgelere itiyordu. Uzun sürmüyor, elinde meşale yanar taşın üzerinde yoldaşım Çatalkaya karşılıyor beni: “tamam güvendesin” diyordu.

O zaman bira var mıydı bilemiyorum. Ama bu sıcakta kimse bana şarap içiremez, deyip nefis hazırlanmış sofranın ardından soda niyetine buz gibi bira içiyorum. Kalkıyorum yerimden. Çatalkaya, “Ateş almaya mı geldin?” diyor bana. Ateş alıyorum, ateş veriyorum, diyorum. Yolum uzun, sırada güzel portakal ülkesi Likya’nın eski başkenti Finike var.

Finike

Bir “Sakıncalı vatandaş” karşılıyor beni. Uzun mahpus hayatının ardından yurdun dört bir yanına sürgün edilmiş, gittiği her yerde insanlarla kaynaşmış, onlara haklarını, hukuklarını nasıl alınacağını anlatmış, dertlerine deva olmuş bir idealist Ahmet Yazıharman, şimdi duruyor karşımda. Çok kişiye çok şey ifade eden bu isim, eskimeyen, soğumayan bir sıcaklıkla karşılıyor beni. Sınıf, yaş ayırt etmeksizin herkesin ağrılarını dindirdiği gibi, hep belimde taşıdığım acımı dindiren iki iğne yaptırıyor bana. Çünkü o bir doktor.

“Birazdan ağrın kalmayacak” diyor. Sesinde güven var. Eski değerlerin üzerine yeni değerler yüklemiş, devrimci sıcaklığını koruyarak.

“Hadi gidiyoruz” dedi aniden. Elmalı dağının yaylasında bir yere telefon açtı. “Etleri ataşe sür, rakıyı soğuk dereye koy, ince kıyım çoban salatayı unutma” dedi. Yüzüme baktı ve güldü.

Uzun bir orman, dağ yolculuğun ardından bizi bekleyen sofraya oturuyoruz. Kekikli, biberli, patatesli bir tepsi et geliyor masaya.

Soluksuz konuşuyoruz. Eskilerden yenilerden, nedenlerden, niçinlerden bahsediyoruz. Onu hala yıkılmamış dimdik ayakta görmek çok mutlu ediyor beni.

Kalkıyoruz, yolda bir telefon açıyor. “Çay var mı çay” diyor. “Olmaz mı, olmasa bile olmaz mı” diyor konuştuğu kişi. Burası Elmalı’nın Tekke Köyü. Alevi dedelerinin geleneklerine göre yaşadıkları “kurtarılmış” bölge. Evet din dindir, din “afyondur” kabul. Ama böyle dine can gurban. Heybetli 75’lik bir çınar Dede karşılıyor bizi. İki kere ikrar ediyor. Yani yemin ediyor. Hizmet yemini, söz veriyor. Derviş oluyor. Yanında yine aynı yaşlarda yüzünden “nur” gözünde siyah çerçeveli gözlüğü, ak yüzüne sevimli ifade yükleyen bir de hayat arkadaşı bir kadın var. Gözleri ile gülen bu kadın, içten hoşgeldinizlerle, sesinin de ne güzel olduğunu hissettiriyor. Etrafa bakıp, çay demlik, ateş ararken birden çilingir rakı sofrası kuruldu kaşla göz arasında. Can cana elle tokuşturduk kadehleri. “Bizde ayrı gayrı yok” dedi bu Alevi dedesi. Uzattı sevgili hayat arkadaşı ak yüzlü eşine kadehi. Muhabbet soruları, sorular muhabbeti kovaladı, koyulaştırdı. Söz döndü dolaştı seyyah olup bu alemi gezen Evliya Çelebi’nin köylerini ziyaret edişinden, Abdal Musa Sultan’a geldi. Kırklar Meclisi’nde ilahi aşkı, ruhunda duyanların, pir evinde hizmet postu giyenlerin sevdasından bahsedildi.  Demi erenler aşkı vardı sofrada. Birde tasavvuf ehlinin müzikleriyle kadın erkek semah dönenler vardı dillerimizde.

” Ondörtbin Yıl Gezdim Pervanelikte,

Sıdkı İsmin Duydum Divanelikte.

İçtim Şerabını Mestanelikte,

Kırkların Ceminde Dara Düş Oldum.

Kırkların Ceminde

Haydar,Haydar Haydar Haydar,

Haydar Haydar, Haydar Haydar,

Haydar, Dara Düş Oldum…”

Ahmet de bilgedir. İyi konuşur. Sözü dinlenir. Derviş de farkındadır bunun. Sözünü kesmez, dinler gönül gözü ile. Derken söze atladım. Dost meclisinde benimde sesim olsun, renk olsun, aşk olsun. “Alevilik’te Allah korkusu yoktur” dedim. Derviş yüzüme baktı. Akyüzlü tonton nine kulağını dikti. Ahmet biliyordu söyleyeceklerimi. Sözün devamı olmalıydı, bekliyorlardı. “Alevilik’te Allah korkusu yoktur. Allah sevgisi vardır” dedim. “Neden Allah  korkusu olsun ki? Allahtan kim, neden korkar? Oysa içinde Allah sevgisi olanların korkuyla işi olmaz, olmamalı” deyince Derviş dede kafasıyla onayladı. “De haydi gidelim” dedi, kadeh kaldırdı can cana diyerek. Kadeh kaldırırken de neden göz göze bakılır, onu anlattı bilge bilge. Uzun dost sohbetleri günü akşam etti.

Bugün sizlere Antalya/ Kaş’ı anlatacaktım. Anlatmıyorum! Motosikletim rüzgarları yararken, tekeri yolları ikiye ayırırken, burnuma dolarken özgürlük, bir şeyler oldu. Kötü şeyler. Bir genç kadın, bir sevimli köpek, iki can kanlar içinde yatıyordu yer çekimine yenik düşmüş bedenleri ile. Üzerlerine örtülü, kendi haberleri ve fotoğrafları olan gazeteyle. Dilsiz şeytanlar toplanmış başında. Gazete altında kan sızıyor, iki canın kanı. Dilsiz şeytanlar bakıyor tecavüze uğrayanların çıplak bedenine.

Bir şey düğümlendi boğazımda. Dilimin ucunda. Bir kelime, bir çift söz. Ama ne? Bulamazsın, gelmez aklına. Dökülmez dilinden o söz. Düşünürsün bütün gün. O acıyı, o yaşanılanları ifade edecek sözü. Aklına gelen kelimeler yetersizdir. Okkalı küfürdür bu bazen, bazen bir isyan, bir lanet, bir intikam yeminidir. Bazen de bir haykırış. Evet, bu dersin. Sonra günün gelişi güzel bir zamanında duygularının karşılığı kelimeler dökülüverir dilinden. Kan damlar gözlerinden “Pınar” diye. Haykırırsın: “söyleyin o güneşe, portakal çiçeklerine açmasın! Söyleyin o kuşlara, ötmesin! Arılar bal yapmasın! Akmasın ırmaklarla birleşen dereler! Susuz kalsın, lal olsun büyük insanlık! Pınar, sevimli hayvancık acıdan kıvranıyorken, korkuları çığ olmuşken susan insanlık, gözlerimizden yaş yerine Pınar( Gültekin) gibi kan aksın.”

Büyük insanlık hep üç maymunu oynarken, biz çoktan dördüncü maymun olduk.

Memet SÖNMEZ

guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments