Mübadele mi dediniz?

HomeManşet Yazarlar

Mübadele mi dediniz?

 

Bir şarkı vardı, Fuat Saka’nın, Maria Farantouri ile düet yaptığı, “Ciğerparem” isimli… Bu ezgiyi ne zaman dinlesem, tıpkı ezginin bir mısrasında “yanarım” dediği gibi benim de içim yanar.

Aklıma hep mübadele gelir bu ezgiyi dinlerken. Yıllar öncesinden bugüne bir haykırış gibidir ezgi. Yanarım der, yanarım. Binlerce on binlerce yüz binlerce hatta direkt olarak iki milyona yakın, dolaylı olarak ise milyonlarca insanın, nasıl yandığı gelir aklıma. Tüm hayatlarını geride bıraktıkları bir yolculuk gelir.

İnsanlar geride sadece evlerini bırakmazlar ki yerine başka bir ev verildiğinde acıyan yerleri biraz olsun avutulsun. Aslında tüm bir hayattır geride kalan. Yaşanmışlıklar ve yaşanacak olanlardır. Belki aşklar, dostluklar kim bilir daha neler neler… Ve hesapta hiç yokken, aslında kalkıp belki işe, belki tarlaya gidecekken, kim bilir dostuyla veya arkadaşıyla balığa çıkacakken ya da sevgilisi ile kayalıklarda buluşup el ele dolaşacakken, bu insani ilişkileri hiç ama hiç umursamayanlar tarafından, bir ulus devlet hayaline kurban edildiler. (Ulus devlet kurmak isteyen azınlığın yani ittihatçıların (İTC), kendine benzemeyenlerden -Hristiyan olmaları- nedeniyle asimile edemeyeceğini düşündüğü, halkları yok etme planının bir parçasıydı bu.)

Alınan kararla, bütün bir yaşanmışlığı, gelecek hayallerini geride bırakarak, sadece yanlarına bir valiz almalarına izni verilip, yaşadıkları yerden kovulan, sürgün edilen bir milyon iki yüz bin insan… Bir milyon iki yüz bin can…

Kovulma ve sürgün kavramlarını özellikle kullandım. Kendini solcu zannedip, o ilkel ödlerindeki ulusalcı histerinin, sosyalizmle ne kadar uzlaşmaz olduğunu belirtmek istiyorum özellikle.

Neden kovulma ve sürgün diyorum? Mübadele etmek Arapça’dan geliyor, tam anlamı; değiş tokuş etmek. Yani iki şeyi birbiri ile değiştirmek. Aslında iki eşyayı değişmek gibi bir şey. Ama burada karşımıza insanı değiştirmek olarak çıkıyor.  İnsanların köle, serf, tebaa olduğu zamanlarda, insanlar için de kullanılmaya başlanmış bir kelime bu. Ve 1923 Mübadelesi denirken, sanki iki eşya arasındaki değişim ilişkisini anlatır gibi, insanlar arasındaki değişim ilişkisini tanımlamak için kullanılıyor bu kavram. İnsanların değiş tokuş edilmesine mübadele, değiş tokuş edilmiş insana ise mübadil deniliyor böylece. İnsan, değiş tokuş edilememesi gereken bir özne olduğuna göre, aslında bunun uygulanışı kadar, tanılanması da insanlığa top yekûn bir saldırı olduğunun ispatıdır. İnsanı aşağılamak, insanı en olmaz bir biçimde tanımlama kavramıdır ve asla kabul edilmemelidir.

Olayın kavramsallığından içeriğine geldiğimizde ise durumun gerçek yüzü ortaya çıkıyor. En acıklı, en hüzünlü hikayeleri içinde barındıran bir durum bu. Öyle ki,  yaşadığı yerlerden koparılarak bilinmeze gönderilen ve yollarda sevdiklerini yitiren, ölen çocuklarını denizlere bırakmak zorunda kalan, bir ömür boyunca, bu acıyla yaşayacak ve bu acıyı miras bırakacak insanlar demekti bu süreç.

100 yıl önce aynı imparatorluğun içinden çıkarılan iki ulus devlet, kendilerine “bir millet yaratmak” için girdikleri bu süreçte, milyonlarca insanın hayatını bir gecede mahvetmiş oldular.

Türkiye’den Rumlar zorla Yunanistan’a gönderilecek, Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar da zorla Türkiye’ye gönderilecekti. Evet bu cümlenin sihirli kelimesi de “Zor” olsun. Yani mübadil denilerek eşya durumuna indirgenen insanların, bu değişimi ise zorla gerçekleştirilecektir. Şimdi birileri çıkıp bunu da nerden çıkartıyorsun diye sorabilir. Cevap çok basit. İsteyen evinde yurdunda kalabiliyor muydu? Eğer bu soruya evet cevabı verebiliyorsanız, ortada bir zor yok. Buna evet ama diyerek , İstanbul Rumları ve Kuzeybatı Müslümanları’nın mübadele kapsamı dışında tutulmasını örnek gösterenler olabilir.  Burada bu yanlış algıyı oluşturan duruma yanıt verelim ve

İstanbul Rumları’na bir parantez açalım. İstanbul Rumları’nın yerinde kalmasının nedeni, Ankara hükümetinin onlara merhamet etmiş olması değil, aslında İstanbul ticaretini elinde bulunduran Rumlar’ın gönderilmesiyle, ticaretin tamamen bitebileceği endişesiydi. Bundan dolayı bir süre daha, Rumlar’a tahammül etme pragmatizmini tercih ettiler. Yerli sermaye bir miktar serpilip gelişince 1942 varlık vergisini çıkarttılar. Bu bir yandan yerli sermayeye güç takviyesi, bir yandan da gayri müslüm halkların mülksüzleştirilerek “gınüllü” tehcirinin kolaylaşþırılması işine yarayacaktı. Biraz daha palazlandığında ise 1955’te 6-7 Eylül pogromuyla kalan Rumlar’ın mallarına çöktüler ve sermayeyi devşirerek akıllarınca “millileştirdiler” ve yine  zorla göçe teşvik etmiş oldular. (aklını ulusalcılık zehrine katık etmeyen biri için bu bile, sosyalizmle ulusalcılığın yan yana olamayacağı konusunda yeterli bir örnek olsa da henüz o konuya girmedim.) Sonrasında tüm bunlara rağmen artık “azınlık” haline getirilmiş Rumlar’dan halen kalanların çoğu da Kıbrıs savaşında 1974’de ülkeden ayrılmak zorunda kalmışlardı. Hatta kimisi güvenlik bahanesiyle elinde tek bir valizle zorla gönderilmişti.

6-7 Eylül’de 15 yaşında olan Mihail  abi (Vasiliadis) ise AKA-DER’de 2013’te düzenlenen panelde şöyle söylüyordu: “1 milyonluk İstanbul’da 100 bin Rum’dan biriydim, şimdi ise 15 milyonluk İstanbul’da 2 bin Rum’dan biriyim”

Tekrar konumuza dönelim. Ne demiştik? Mübadele; insanı insan yerine koymamak, onu eşyalaştırmak, ticari mal durumuna indirgemektir. Sonra ne demiştik, gönüllü olmadan ve zorla yaptırılmıştır demiştik.

Peki şimdi soruyorum; madem zorla yapıldı, madem içinde ölümler vardı, madem o güne kadar ürettiği tüm değerlere el konularak ve sadece başka bir din veya milletten olduğu için gönderildiler, o zaman bu bir insanlık suçu olan “etnik temizlik” değil midir? O zaman bu tehcir değil midir? Geldikleri yerde, geride bıraktıkları mal mülk yerine başka mal mülk verildiği için tehcir olmaktan çıkar mı? Ki bu konuda Atina hükümetinin sicili, Ankara hükümetinden çok daha kirlidir. Türkiye’ye sürülen halka Ankara hükümeti,  geldikleri yerde bıraktıklarını “belgeleyenlere” daha önce üretilmiş, yani kendi ürettiği her türlü yaşam gereksinimine el konulmuş bir halkın mallarının bir kısmını, üretimin devam etme zorunluluğu nedeni ile  yeni gelenlere orada bıraktıkları karşılığında vermişti. Malların önemli bir kısmı ise (Gelenler için demiyorum) talan edilip, yağmalanmıştı. Geldikleri yerdeki mal durumunu ispatlayan bu belgeler ise çoğunlukla gemiye bindikleri yerdeki tapu memurları tarafından, verdikleri beyan ve biraz da rüşvetle oluşturuluyordu. Belge işini gemiye bindikleri yerde halledemeyenler ise geldikleri yerdeki memurun gönlünü hoş edebiliyorsa işini çözebiliyor, yok eğer çözemiyorsa en kötü evlerden, kimsenin istemediği boş kalanlardan birine, topraksız olarak yerleştiriliyordu.

Atina hükümetinin hangi dayatmaya boyun eğerek bu anlaşmayı imzaladığı da ayrı bir çalışma konusu olmalıdır. Zira bu süreçte hiçbir devlet aklı bir dayatma olmadan veya arkasında bizim bilmediğimiz başka bir neden olmadan, kendi nüfusunun %25’i kadar bir insanı bir kerede ülkesine almaz.  Bu tablo sonuçları itibariyle Atina hükümetini, zalimlikte Ankara hükümetiyle yarışır hale getirmişti. Çünkü Türkiye’ye gelenlere verilenler, Yunanistan denen ülkeye gidenlere verilmiyordu. (Aslında o isimde yani Yunanistan isminde bir ülke de yok. Onlar kendilerine Grek diyor ve aslında bu toprakların (Yunan, Iyon) İyonyalı’larını yabancı olarak görüyordu) Yani suyun öbür tarafında tehcire; açlık, yoksulluk, umursamazlık ve dehşet bir zulüm (evet zulüm) düşüyordu. Tehcirin tamamı iki tarafa sürülen halklar için de zulümdür tabii ki ama suyun öbür tarafında bu zulüm daha da katmerleniyordu.

Zaten teknik olarak bunun başka türlü olması mümkün de değildi. O masada imzalar atılırken zorunlu göçe yani tehcire tabi tutulacak insanların sayısı arasında, iki ülke vatandaşı açısından fark vardı. Yani Yunanistan’dan gelen insan sayısıyla Türkiye’den giden insan sayısı arasında ciddi bir oran farkı çok büyüktü.

Yunanistan’dan gelen 500 bin Müslüman insana karşılık, Türkiye’den 1.2 milyon Rum gitmişti. Burada bir parantez açmak istiyorum. Sanıldığının aksine Yunanistan’dan Türkler gelmedi. Aslında gelenler, Müslüman halklardı ve çoğunun anadili de Rumca’ydı. Kaldı ki Rum olmamasına rağmen Ortodoks olan Türkler’in tamamının da buradan gönderilenler arasında yer aldığını ve yine Müslüman olan Rumlar’ın ise tehcire uğramadığını tarihçiler bize anlatıyor. Yani Osmanlı bakiyesi iki ülke de kendine bir millet oluştururken, daha çok dini temele bakıyor. Çünkü özellikle pek çok farklı halkı barındıran Türkiye, diğer halkların asimilasyonunu din üzerinden planlıyordu. Böylece farklı kimliklerin asimilasyonu aynı anda  mümkün olabiliyordu. Müslüman olamayanları Müslümanlıkla “Türkleştiriken”, “Müslüman eşittir Türk” denklemi ile diğer halkları da “Türk” kimliğinde birleştirerek (eriterek) asimile etmenin yolunu açıyordu.

Burada Osmanlı bakiyesi iki ülke kavramı, aslında sadece dilin ağızda boşluk araması değildir. Gerçekten de bu iki ülke de Osmanlı egemenliğindeki topraklarda kurdurulmuştur. Aralarındaki tek fark; birisi Osmanlı’yı kendisinin atası diğeri ise işgalcisi olduğu şuuruyla kurulmuştur. Oysa ki iki ülkeyi kuran kadrolar da, subaylar da Osmanlı tedrisatıyla yetişmiştir ve bu başka bir yazının konusudur. Burada değinmemin tek nedeni, halka, halklarına karşı davranış reflekslerinde milim fark yoktur.

İşte böylesine bir matematiksel orantısızlık aslında “adil” davranılmak istenilse bile paylaşımın da ne denli orantısız olacağının işaretidir. Yani 500 bin kişinin malı 1,2 milyon insana, 1,2 milyon insanın malı (evi tarlası bahçesi vb.) 500 bin insana dağıtılacaktır. Ortada hiçbir hile ve hurda olmasa bile, taraflardan bir kısmının en az 4 kat fakirleşeceği açıktır. Altını çizmek gerekir ki, o dönem Yunanistan’ın toplam nüfusu 5 milyondur, evet sadece 5 milyon. Bu 5 milyon nüfusa kendisinin dörtte biri kadar nüfus ilave edilmiş oluyor. Bu yüzden nesnel olarak, gelenlerin aç ve susuz kalacağı öngörülemez bir şey değil hiç şüphesiz.

Zaten bu kadar yoksulluğa atılan bu insanlara, Yunanistan’dan gönderilenlerin mallarının tamamı da paylaştırılmadı. Paylaştırılsaydı bile 500 bin kişinin malı, 1 milyon 200 bin kişiyi doyurabilecek miydi? Bu rakamları tablonun ne kadar büyük olduğunu anlatabilmek için söylüyor ve tekrarlıyorum. Yoksa rakamların boyutu, acının ve zulmün boyutunu ölçmek için hiç yeterli değildir. Tek bir kişinin dahi kimliğinden dolayı böylesi bir zulme uğraması asla ve asla kabul edilemez. Buraya bir not düşmeliyim. Sevgili Pakrat abimin (Estukyan) bir tanımlaması var. 1915’ten neden soykırım diye bahsedildiğini anlatırken, özetle şöyle diyor: “Daha önce de binlerce Ermeni öldürüldü. Ama 1915’te sürgün ve ölümlerle başka bir durum ortaya çıktı. Soykırım, bir halkın var olduğu yerde artık kendi kimliği ve kültürü ile varlığını sürdürmeye devam edememesi halidir. Bu nedenle katliamın boyutu ile değil, artık Ermenilerin kendi kimlikleri ile aynı topraklarda yaşamlarını, Ermeni olarak sürdürmeye devam edememesini, soykırım olarak tanımlıyoruz.”

1915’te aynı zamanda Asuri, Süryani, Keldaniler’e de katliam olarak uygulanan soykırım, şiddetin doğrudan kendisine yönetilmeyen tüm halklar için de soykırımdır. Çünkü kendi kimliğinle yaşamaya devam etmenin cezalandırılacağı mesajı, kimliklerin yok olmaya boyun eğmesiyle ve asimilasyonla sonuçlanır. Pakrat Estukyan’ın dediği soykırım da tam da budur. Artık orada kendi kültürü, dili ve kimliği ile yaşamını sürdüremez duruma gelmiş olur çünkü.

Bu 1919 ve 1923 sonrası Rumlar için de aynen böyledir.

Rum halkını gittiği yerlerde yokluk, açlık, ölüm ve eski yaşadığı yerlere duyacağı hasret bekliyordu. O yüzden ciğer paresine yanıyor yanıyordu. Rebetiko* (Rembetiko) müziğinin ortaya çıkışı da işte bu mübadele denilen rezil tehcir sonunda, bir halkın acı haykırışlarından başka bir şey değildi. Üstelik onlar sadece geçmişte biriktirdikleri her şeyi yitirmediler. Aç, susuz bırakıldıkları ülkede, gelecekleri de ellerinden alınmış oldu. Çünkü Yunanistan’da yaşayanlar gelenleri hiçbir zaman kendilerinden görmediler. Belki de ellerindeki az olanı yitirmekten, kaptırmaktan korktular. Onlar başka yerden gelen, başka insanlardı. Onlar “Türk tohumu” diye aşağılanıyorlardı, buradan giderken ise “Yunan tohumu” diye gönderilmişlerdi oysa. Ve hiç kimsenin kıt kaynaklarını ve sevgilerini onlarla paylaşmaya niyeti yoktu. Birkaç istisnayı saymazsak, çoğunluğun tutumu buydu ve Yunan hükümeti de ekseriyetle, gidenlerden kalan malları bu gelenlere verme niyetinde değildi.

İşte o zaman, belki de bu yeryüzünün gördüğü en acı haykırışı, bir yandan denizi aşıp bu kıyılara, diğer yandan tüm dünyaya yayılıyordu. Rebitiko’nun acı haykırışıydı bu.

İşin bu yakasına gelince… Devlet erkanı, ardından eşraf, esnaf ve nihayetinde ise komşusu tarafından yağmalanmıştı gönderilenlerin malları. Ayvalık gibi nüfusunun neredeyse tamamı gönderilmiş sanayi şehirlerinde ise (Ayvalık Rumlar döneminde, İzmir gibi büyük bir tarım, sanayi ve liman şehridir. Eski Ayvalık oransal olarak eski İzmir kadar büyük olmasa da o döneme göre oldukça büyük üretimi ile kendine yeten bir şehridir. Üstelik nüfusunun çoğunluğu Rum olan bir şehirdir. Tehcirle yerli nüfus (Rumlar) zorla gönderildikten sonra, anadili Rumca olan Müslüman halk Ayvalık’a geldiğinde, bir kısmı zeytin, zeytincilik ve bunun yan sanayisi olan sabunculuk vb. işleri neredeyse bilmiyorlardı. Osmanlı’nın özerklik alan ve bir Despot (Rum yönetici) tarafından yönetilen koca sancak, diğer Osmanlı şehirlerinin başka ülkelere geçmesinin de katkısıyla ticareti zayıflıyor, kültürel üretim bitiyor, şehir bir çekim merkezi olmaktan çıkıyor. Yani Rumlar’dan sonra en önemli limanın da işlevsizleşmesiyle zamanla bir kasabaya dönüşmüş oluyor.

Hep o taş plak değil mi içimizi acıtan… Yok değil…

Rembetiko filmindeki Sotiria Leonardou, yine “kigomai, kigomai” (yanarım, yanarım) derken nasıl olur da bizim de içimiz yanmaz? Bu ezgiyi dinleyen taş yürekler dahi erimez mi?

Asıl içimizi acıtan insanın insana yaptığı zulümdür. Asıl büyük günah, en büyük günah, zulümdür

İşte o yüzden içinde bir gram insanlık kalan, bir nebze adalet kalanlar, bu denli hüzünlü, bu denli kahır doludur. İşte bu yüzden yüz yıl öncesinden gelen adaletsizliğe bugün bile isyan eder. İşte bu yüzden yüzyıl öncesinden gelen bir ezgiye, bir besteye, bir Rebetiko’ya gözyaşı döker…

Ah… yanarım…

Ah kör olası zalim gurbet

Ciğerim yandı kor

Gelmez geri ciğerparem

Yanarım yanarım…

 

*Rebetiko’nun aslında Türkçe söylenişi Rembetiko’dur. Rumca söylenirken ise m düşmektedir. Ben Rumca kullanımını tercih ettim.

Altan Açıkdilli

guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments